Vefat
VEFÂT
وفاة - Vefât sözcüğünün kökü وفى - v - f - y = vefa sözcüğüdür. V - f - y sözcüğü; غدر - ğadr sözcüğünün zıddı olup tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme demektir. Bu sözcükten türemiş olan vefât sözcüğü ise "ölüm" demektir. "Ölüm"e vefât denmesi, Allah'ın kişiye verdiği ömrü senesi, ayı, günü, saati, dakikası ve saniyesiyle eksiksiz yaşatmasındandır.
Bu bilgiler doğrultusunda Kur'ân'a bakıldığında, v - f – y sözcüğünün gerek sülasi [üçlü] gerekse mezidatı [eklentili kalıpları] dâhil, Kur'ân'da toplam 66 kez yer aldığı görülmektedir.
Ancak sözcük Kur'ân'ın her yerinde aynı anlamda kullanılmamıştır. Şöyle ki:
Üç ve dört harften oluşan kalıpları "tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme" anlamında kullanılmıştır: Necm Sûresinin 37, 41; Nûr Sûresinin 25, 39; Hûd Sûresinin 15, 109, 111; Âl-i İmrân Sûresinin 25, 57, 76, 161, 185; Nisâ Sûresinin 173; Fâtır Sûresinin 30; Ahkâf Sûresinin 19; Zümer Sûresinin 10, 70; Bakara Sûresinin 40, 177, 272, 281; Nahl Sûresinin 91, 111; Enfâl Sûresinin 60;Fetih Sûresinin 10; Yûsuf Sûresinin 59, 88; Hacc Sûresinin 29; Ra'd Sûresinin 20; İnsan Sûresinin 7;Mâide Sûresinin 1; En'âm Sûresinin 152; A'râf Sûresinin 85; Hûd Sûresinin 85; İsrâ Sûresinin 34, 35;Muttaffifîn Sûresinin 2; Tövbe Sûresinin 111. Âyetlerine bkz.
Beş harfli تفعّل - tefe'ul kalıbından olanları ise "vefât" anlamında kullanılmıştır: Âl-i İmrân Sûresinin 55, 193; Nisâ Sûresinin 15, 97; En'âm Sûresinin 60, 61; Zümer Sûresinin 42; Muhammed Sûresinin 27; Nahl Sûresinin 28, 32, 70; Yûsuf Sûresinin 101; Secde Sûresinin 11; A'râf Sûresinin 37, 126; Enfâl Sûresinin 50, 51; Hacc Sûresinin 5; Mü'min Sûresinin 67, 77; Mâide Sûresinin 117; Yûnus Sûresinin 46, 104; Ra'd Sûresinin 40; Bakara Sûresinin 234, 240. Âyetlerine bkz.
Sırf vefât sözcüğünün geçtiği Âyetlere bakıldığında, sözcüğün "ölüm" anlamına gelmediği, "ölüm" ile "vefât"ın birbirinden farklı iki ayrı şey olduğu görülmektedir.
Ve O, sizi geceleyin vefât ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O'nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir. Ve O [Allah], kulları üzerinde Kâhir'dir[hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik - fazla yapmadan, onu vefât ettirirler.(En'âm: 60–61)
Allah, o nefisleri ölmeleri sırasında vefât ettirir. Ölmeyenleri de uyuduklarında; artık haklarında ölüm gerçekleştirdiklerini alıkoyar, diğerlerini de adı konmuş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için nice Âyetler vardır.(Zümer: 42)
Dikkat edilirse, Âyetlerdeki ölüm geldiği vakit elçilerimiz… vefât ettirirler" ve ölmeleri sırasında vefât ettirir ifadelerinde vefât sözcüğünün "Allah'ın kişiye verdiği ömrü senesiyle, ayıyla, günüyle, saatiyle, dakikasıyla ve saniyesiyle eksiksiz yaşatması" anlamına karşılık olmadığı; "vefât"ın ölüm anından hemen önce yaşanan bir süreç olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Rabbimiz "vefât"ın ölümden başka bir süreç olduğunu ve değişik şekillerde tezahür ettiğini şu Âyetlerde beyan etmiştir:
De ki: "Size görevlendirilmiş ölüm meleği sizi vefât ettirecek, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz."(Secde: 11)
Şu, kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefât ettirdikleri kimseler; Onlar[melekler]: " Ne işte idiniz?" derler. Onlar: " Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik" derler. Onlar [Melekler]: " Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?" derler. Artık, işte bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir.(Nisâ: 97)
(O kâfirler) Kendilerine zulmetmiş kimseler olarak, meleklerin, vefât ettirdikleri kimselerdir. Artık teslimiyeti bırakırlar: " Biz, hiç bir kötülükten yapmıyorduk." Bilakis, Şüphesiz Allah sizin yapmakta olduklarınızı çok iyi bilendir.(Nahl: 28)
Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak "Tadın bakalım kızgın ateşin azabını" diye onları vefât ettirirken bir görseydin."İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir.(Enfâl: 50–51)
Artık melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak onları vefât ettirirken nasıl olacak! (Muhammed: 27)
(Takva sahipleri) O kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefât ettirirler. "Selam size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete..." derler. (Nahl: 32)
Yüzler var ki o gün apaydınlıktır. Rabblerine nazar edicidirler. Ve yüzler de var ki o gün asıktırlar. Zannederler ki kendilerine belkıran yapılır. Hayır… Hayır… Köprücük kemiklerine dayandığı zaman ve "Kim tedavi edicidir! [Çare bulan kimdir!]" denildiği [zaman], ve o [can çekişen kişi] bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı [zaman], ve bacak bacağa dolaştığı[zaman], işte o gün sevk [sürülüp götürülmek], sadece Rabbinedir. (Kıyâmet: 22–30)
Yukarıdaki Âyetlerde görüldüğü gibi, "vefât" iki şekilde gerçekleşmekte, bu süreci takva sahipleri mutluluk ve rahatlık içinde geçirirken, suçlular ise mutsuz ve işkence içinde geçirmektedirler.
Demek oluyor ki, vefât, Allah'ın insanlara, ölecekleri andan hemen önce yaşatacağı, herkese yaptıklarının ve yapması gerekirken ötelediklerinin hepsini eksiksiz fazlasız göstereceği, haber vereceği bir süreçtir. Başka bir ifade ile vefât, Rabbimizin, insanın hayatındaki tüm kayıtları en ince ayrıntısı ile tıpkı bir yazar kasanın "Z raporu" gibi, ölüm anından kısa bir süre önce hiç eksiksiz fazlasız ortaya koyuvermesidir. Bu "ortaya konuş" ise insanın yapısına yaratılıştan yerleştirilmiş olan "koruyucular, bellekler, elçiler [hafıza hücreleri]" ile sağlanmaktadır.
Vefât süreci, Kıyâmet Sûresinde şöyle bildirilmiştir:
O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir. Aslında insan kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. Tüm mazeretlerini koysa da bile/tüm perdelerini koysa da bile... Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! Kuşkusuz onun [yaptıklarının - yapmadıklarının] birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. O halde Biz onu [yaptıklarını yapmadıklarını] topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! Sonra, onun [yaptıklarının yapmadıklarının] beyanı [kanıtlarıyla ortaya konması] da sadece Bizim üzerimizedir. (Kıyâmet: 13–19)
"Vefât" konusunda iki husus dikkat çekmektedir:
1 - Vefât ettiren mutlak surette Allah'tır. Hâlbuki bazı Âyetlerde buna uygun olarak Allah'ın vefât ettirdiği bildirilmiştir. Mâide Sûresinin 117; Yûnus Sûresinin 46; Ra'd Sûresinin 40; Mü'min Sûresinin 77; Zümer Sûresinin 42; En'âm Sûresinin 60; Yûnus Sûresinin 104; Nahl Sûresinin 70; Âl-i İmrân Sûresinin 193; A'râf Sûresinin 126; Yûsuf Sûresinin 101. Âyetlerine bkz.
Bazı Âyetlerde ise vefâtı elçilerin veya meleklerin gerçekleştirdiği bildirilmiştir. Nisâ Sûresinin 97;En'âm Sûresinin 61; Muhammed Sûresinin 27; Nahl Sûresinin 28, 32; Enfâl Sûresinin 50; Secde Sûresinin 11; A'râf Sûresinin 37. Âyetlerine bkz.
Bunun sebebi, Allah'ın "vefât" işlemini elçiler, melekler vasıtası ile yapmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumun bir başka örneği de, aslında kılavuz olan, karanlıklardan aydınlığa çıkaranın kendisi olmasına rağmen, Rabbimizin bu eylemi, tıpkı vefâtı meleklere, elçilere izafe ettiği gibi elçiye izafe etmesidir:
Allah, inananların Velîsidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların yakın kimseleri tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. (Bakara: 257)
Elif, Lâm, Râ. Bu, Bizim sana, insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa; Azîz'in [Güçlü Olan'ın], Hamîd'in yoluna çıkarman için indirdiğimiz bir kitaptır. (İbrâhîm: 1)
Dolayısıyla, "vefât" konusunu değerlendirirken "öldüren" ve "dirilten"in Allah olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
2 - Bazı Âyetlerde ölümden bahsedilirken "ölüm" değil, ölümden önceki "vefât" zikredilmiştir.
Bu Âyetlerde Rabbimiz "hiç olma" anlamındaki "ölümü" zikretmeyerek iyi insanlar için hiçliğin, korkunun, dehşetin olmayacağını ve dünya hayatlarının hoş ve rahat bir vefât süreci ile biteceğini vurgulanmış olmaktadır. Böylece iyi insanlar ölümle korkutulmamakta, ölümden nefret ettirilmemekte, ayrıca bu üslup ile olayın en önemli noktasına dikkat çekilmiş olmaktadır.
Bazı Âyetlerde "vefât" için görevlendirilen elçilerin [meleklerin] çoğul olarak belirtilmesine karşılık, Secde Sûresinin 11. Âyetindeki ifade tekildir. Bu uygulama, "ölüm meleği" tanımının vefât ettiren meleklerin genel adı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu, yüzlerce askerin yaptığı bir iş ifade edilirken "bunu asker yaptı" diye tekil zamir kullanılmasına benzemektedir.
14,15.Aslında insan, tüm mazeretlerini koysa da bile/tüm perdelerini koysa da bile kendi aleyhine iyi bir gözetmendir:(Kıyamet 14-15)
14. ayet, o gün insanın haberdar edilmesinin beyindeki hafıza hücreleri ile olacağına dair yukarıda söylenilenlerin tasdiki mahiyetindedir. İnsana yaptıklarının ve yapmadıklarının bir başkası tarafından haber verilmesine, hatırlatılmasına gerek yoktur. Çünkü o, kendi aleyhine iyi bir gözetmendir. Kendi içine konulmuş olan “hafaza melekleri [hafıza hücreleri, hafıza melekesi]” sayesinde yapıp yapmadıklarını gözlerinin önünde oynayan bir film gibi seyreder, pişmanlık duyar, vicdan azabı çeker.
Bütün bu olaylar [haberdar edilme ve mazeret ileri sürme], kıyamet gününün birinci aşaması olan ölüm anında gerçekleşmektedir.
Çünkü kıyametin ikinci aşaması olan ahirette kişinin kendi aleyhine tanıklığı söz konusudur ve bu aşamada herhangi bir mazeret ileri sürülmesine izin verilmeyecektir:
36.Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler.(Mürselât/ 36)
13,14.Ve her insanın kendi yaptıklarının karşılıklarını, ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve Biz, kıyâmet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız: “Oku kendi kitabını! Bugün kendi zatın, kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”(İsra/ 13, 14)
24.O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şâhitlik edecektir.(Nur/ 24)
65.Bugün Biz, onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şâhitlik eder.(Ya Sin/ 65)
İnsanın yaptıkları ve yapmadıkları için öne süreceği mazeretler ifade edilirken 15. ayette kullanılan sözcük ilginçtir: “معاذير Meâzîr”. Bu sözcük, “mazeret” sözcüğünün çoğulu olan “meâzir” sözcüğünün çoğuludur. “Meâzîr” sözcüğü, farklı yazılmak ve okunmak suretiyle “meâzir” sözcüğünden ayrılmakta ve çoğulun çoğulu anlamında bir niteleme ifade etmektedir.[5]
Bu durumda ayet, “mazeretler üstüne mazeretler gösterse de”, “ne kadar mazereti varsa hepsini ortaya koysa da” anlamına gelmektedir.
“Meâzir” sözcüğü, Yemen Arapçasında “perdeler” anlamına gelmektedir.[6] Bu anlam dikkate alındığında ise ayetten “Yaptıklarına, yapmadıklarına ne kadar çok perde çekmeye çalışırsa çalışsın, yine de hepsi aklına, gözlerinin önüne gelecektir. Fırsatı kaçırdığından dolayı mutlaka kendi kendini yerecek, vicdan azabı çekecektir” şeklinde bir anlam ortaya çıkar.
16. “Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! 17.Kuşkusuz yaptıklarının-yapmadıklarının birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. 18.O hâlde Biz yaptıklarını-yapmadıklarını topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! 19.Sonra, yaptıklarının-yapmadıklarının beyanı; kanıtlarıyla ortaya konması da sadece Bizim üzerimizedir.”(Kıyamet 16-19)
Bu ayet grubunun surenin kendi söz akışı içinde değerlendirilmesi gerekirken, aşağıda verdiğimiz İbn-i Abbas rivayeti doğrultusunda değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler sonucunda, en azından parantez içine alınması gereken ilâvelerin maalesef ayetlerin asıl metninde varmış gibi gösterildiği meal ve tefsirler ortaya çıkmıştır. Allah’ın mesajı üzerine rivayet tozlarının serpildiği bu meal ve tefsirlerde ayetler anlamları yüz seksen derece döndürülerek aktarılmış ve böylece İslâm’ın yozlaştırılması yolunda işlenen büyük cinayetler için uygun ortam hazırlanmıştır.
İşin aslının daha iyi anlaşılması ve konunun önemi dolayısıyla, önce bu meşhur rivayeti herkesin ulaşabileceği bir kaynaktan aktarmakta yarar görüyoruz:
1. [852]- İbnu Abbâs [radıyallahu anhümâ], “Ey Muhammed! Cebrail sana Kur’ân okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme [sadece dinle]” (Kıyamet 16) mealindeki ayet hakkında şu açıklamayı yaptı: “Hz. Peygamber [aleyhissalâtu vesselâm] vahiy geldiği zaman büyük bir şiddet [ve ağırlık] hissederdi. Bunun tesiriyle dudaklarını kımıldatırdı. Bunun üzerine şu ayet indi [meâlen]: “[Ey Muhammed, Cebrail sana Kur’an okurken acele edip onunla berâber söyleme [sadece dinle]. Onu toplamak ve okutmak bize aittir.” (Kıyamet 16)
İbnu Abbas devamla der ki: “Ayette geçen جمعه “onun toplanması” tabirinden murad, “[yeni nâzil olan] âyetin Hz. Peygamber [aleyhissalâtu vesselâm]’in kalbinde toplanması, yerleşmesi, sonra da Hz. Peygamber [aleyhissalâtu vesselâm] tarafından okunmasıdır.” “Biz vahyi okuduğumuz zaman, sen onun kıraatine uy” (18. ayet) ayetinde de, “Dinle ve sus, sonra onu sana biz okuturuz” denmektedir.
Bu vahiyden sonra, Cibril [aleyhisselam] vahiyle gelince, sadece dinlerdi. Cibril gidince yeni gelen vahyi, kendisine nasıl okunmuş ise, öylece okurdu.”[7]
Şimdi de, bu rivayetin etkisiyle hazırlanmış ve daha sonra yüzlerce senedir din bilginlerince taklit edilmiş olan Razi’nin “Tefsir-i Kebir”ine ya da diğer adıyla “Mefatihü’l-Gayb” adlı eserinden bu pasajın açıklamasına bakalım:
“Ezber Gayretiyle Dilini Kımıldatma
“Kur’ân’ı çabucak ezberlemek tasasına düşüp dilini kıpırdatıp durman gerekmez” (Kıyame, 16)
Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
Birinci Mesele
Rafizî’lerin eskilerinden bir grup kimse, Kur’ân’ın tağyir ve tebdil edilip ona bir takım ilaveler yapıldığını, eksiltmelerde bulunulduğunu iddia etmiş ve bu görüşlerine delil olarak da bu ayet ile önceki ayet arasında hiçbir münasebetin olmamasını zikretmişlerdir. Onların düşüncesine göre, şayet bu tertip Allah katından olsaydı, durum böyle olmazdı.
Önceki Ayetle Münasebet
Bilesin ki, buradaki münasebet muhtelif vecihlerde olabilir:
1- Burada nehyedilen aceleciliğin, ancak, bu ayetlerin nüzulü sırasında kendisine arız olmuş olması, bu sebeple de pek yerinde olarak, acele etmeden tam bu sırada men edilmiş, böylece de ona “Kur’ân’ı çarçabuk ezberlemek tasasına düşüp dilini kıpırdatıp durman gerekmez” denilmiş olması muhtemeldir. Bu tıpkı şuna benzer: Hoca öğrencisine ders anlatırken, talebesi sağa sola döner. Bunun üzerine de hoca ona, tam bu dersin arasında, “Sağa sola dönme!” der, sonra da yeniden dersine döner. İşte anlatılan bu ders, onun ortasında söylenen bu söz ile beraber nakledilse, sebebini bilmeyen kimse, “Bu sözün bu dersin ortasında vaki olmuş olması uygunsuzdur” der. Ama hadiseyi bilen kimse, bu ifadenin, tertibinin yerinde ve uygun olduğunu bilir.
2- Allah Teâlâ kafirler hakkında, onların dünya saadetini sevdiklerini nakletmiştir. Ki bu da, ‘Fakat insan, önündeki [o kıyameti] yalanlamak ister” (Kıyame, 5) ayetidir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, dini konular da dahil, acele etmenin mutlak anlamda kınanmış bir şey olduğunu belirtir ve “Onu acele [kavrayıp ezber] etmen için, dilini onunla depretme…” buyurur. Bundan sonraki ayette de, “Yok yok, siz çarçabuk geçen [bu dünyayı] seversiniz…” (Kıyame, 20) der.
3- Cenâb-ı Hak, ‘Daha doğrusu insan [bizzat] kendisine karşı bir şahittir. Velev ki o, [bütün] mazeretlerini [meydana] atmış olsun” (Kıyame, 14-15) buyurmuştur. İşte burada Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrail (a.s) ile birlikte okurlarken, acele etmek istemişti. Hz. Peygamber, (s.a.s), unuturum endişesiyle bu şekilde hareket ediyordu. Böylece, kendisine, “Sen böyle bir mazeretle yola çıktın. Ne var ki sen, ezberleme ve hatırda tutmanın, ancak, Allah’ın tevfik ve inayeti, yardımı ile olacağını biliyorsun. O halde şimdi, bu aceleciliği bırak da Allah’ın hidayet ve tevfikine güven” denilmek istenmiştir ki, Cenâb-ı Hakk’ın, “Onu toplamak, onu okutmak şüphesiz Bize aittir…” (Kıyame, 17) ifadesinden kastedilen budur.
4- Cenâb-ı Hak adeta, “Ey Muhammed, bu acele ediş gayen, onu, zihninde yerleştirmen ve ümmetine ulaştırmanda. Ne var ki, senin acele etmene gerek yok; çünkü insan, kendi aleyhine şahittir. Ve onlar, için için, kalpleriyle, içinde bulundukları küfür, putlara tapma, öldükten sonra dirilmeyi inkar gibi şeylerin münker ve batıl şeyler olduğunu biliyorlar. Bu durumda, artık böylesi bir acele etmenin faydası yok demektir. İşte bu sebeple, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak, “dilini onunla depretme” buyurmuştur.
5- Allah Teâlâ, o kafirin, “kaçış nereye!” dediğini nakletmiştir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, “Hayır, hiçbir sığınak yok. Ogün herkesin [varıp] duracağı yer ancak Rabb’min huzurudur” (Kıyame, 11-12) buyurmuştur. O halde o kâfir, adeta, “Allah’tan başkasına kaçıyormuş da, bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s)’e, “Sen, Kur’ân’ı ezberleme uğruna, tekrar etmekten medet umuyorsun. Ama bu, senin Allah’tan başka bir şeyden yardım umman anlamına gelir. Binaenaleyh bu yolu bırak, bu hususta sadece Allah’tan medet um!” denilmiştir. Böylece de, adeta, “Muhakkak o kâfir de, Allah’ı bırakıp da başkasına kaçıyordu. Ama sen, bunun zıddını yap. Dolayısıyla, senin, Allah’tan başkasından kaçıp Allah’a sığınman ve maksadına ulaşabilmen için, bütün işlerinde, Allah’tan yardım umman gerekir” denilmek istenmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, “Onu toplamak, onu okutmak şüphesiz Bize ait…” ([Kıyame, 17) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bir başka suresinde de, “Sana onun vahyi tamamlanmazdan evvel Kur’ân’ı [okumada] acele etme, “Rabbim, benim ilmimi artır” de” (Taha, 114) buyurmuştur ki, bu da, “Kur’ân ayetlerini ezberleme hususunda, tekrar etmekten değil, Allah’tan yardım um!” demektir.
6- Kaffâl’ın yaptığı açıklama da şöyledir: “Cenâb-ı Hakk’ın, “Dilini onunla depretme” hitabı, Hz. Peygamber (s.a.s)’e yapılmış bir hitap değildir. Tam aksine bu, “O gün insana, önden yolladığı şeylerle geri bıraktığı haber verilecek..,” (Kıyame, 12) ifadesindeki “insan”a yöneltilmiş bir hitaptır. Dolayısıyla bu, o insana, fiillerinin kötü olduğunu haber verdiğinde söylenmiş bir sözdür. Zira ona [amel defteri], kitabı gösterilerek, kendisine, “Oku kitabını… Hesap sorucu olarak, bu gün, nefsin sana yeter” (İsra. 14) denilecek, o da okumaya başladığında, dili, korkunun dehşetinden ve hızlı okumasından dolayı kekeleyecek de, bunun üzerine ona, “Onunla acele etmek için, dilini depretme, kımıldatma!.. Çünkü ya vaadi yahut da hikmeti muktezasınca, senin amellerini, senin aleyhine olarak bir araya getirmek ve onları sana okumak Bize ait bir iştir. Öyleyse, Biz onları sana okuduğumuzda, bütün bu işleri senin yaptığını kabul etmek suretiyle, o okunana uy… Sonra biz, onun durumunu ve cezasının derecelerini açıklarız…” denilecek. Yaptığımız bu tefsire göre, netice-i kelam şudur: Bu ifade ile, o kafire, bütün amellerinin tafsilatlı bir biçimde okunacağı kastedilmiştir. Ki bunda, o kimse için, dünyada alabildiğine bir tehdit, ahirette de alabildiğine bir dehşet salma amacı yatmaktadır. Kaffâl sözüne devamla şöyle der: “Bu, her ne kadar hakkında eser [hadis] bulunmayan bir izah ise de, aklen kendisine karşı çıkılamayacak derecede güzeldir.
Nebilerin İsmeti
Peygamberlerin de günah işleyebileceğini ileri sürenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: “Bu acele etme işi, eğer Allah Teâlâ’nın izniyle ise niçin bunu ona yasaklıyor? Yok, eğer Allah’ın müsaadesiyle değil ise, bu da peygamberden günah sadır olduğunu gösterir.”
Buna şöyle cevap verilir: Belki de bu acele etme işine, yasak gelinceye değin müsaade edilmiştir. Bir şeye bir müddet için izin verilip sonra o şeyin bir başka vakitte yasaklanması akıldan uzak görülecek bir durum değildir. İşte bu sebepten ötürü, neshin olabileceğini söylüyoruz.
Üçüncü Mesele
Said b. Cübeyr, İbn Abbas (r.a)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İndirilen ayetleri ezberleme işi Hz. Peygamber (s.a.s)’e zor geliyordu. Dolayısıyla kendisine vahiy geldiğinde, “Ezberleyemem” endişesiyle, daha Cebrail (a.s) vahyi [okumayı] bitirmeden, o, dilini ve dudaklarını harekete geçiriyordu. Bundan dolayı Hak Teâlâ, ‘Vahiy, indirilen ayet ve Kur’ân için, dilini harekete geçirme’ ayetini indirdi.” Böyle bir takdir yapmak [mana vermek], her ne kadar daha önce bahsi geçmemiş olsa da, hâlî karineden [halden] dolayı caizdir. Bu tıpkı, “Biz onu kadir gecesinde indirdik” (Kadr, 1) ayetindeki “onu” zamirini, daha önce [sûrede] bahsi geçmediği halde, Kur’ân’a raci kılmak gibidir. Bu ayetin bir benzeri de, “Sana vahyi tamamlanmazdan önce Kur’ân’ı okumada acele etme” (Taha, 114) ayetidir.
Ayetteki ……… ifadesi, “Onu almada acele etmek için” manasınadır.
Vahyi Korumak, Allah’ın Teminatıdır
“Onu toplamak ve onu okutmak şüphesiz Bize düşen bir iştir” (Kıyame, 17).
Bu ayetle ilgili şöyle birkaç mesele vardır:
Birinci Mesele
Ayetin başındaki ……. vücûb [mecburiyet] ifade eder. Dolayısıyla …….. ifadesi, bu işin Allah’a adeta vacip olduğuna delalet eder. Fakat biz Ehlisünnete göre, bu vücup Cenâb-ı Hakk’ın bunu vaat etmesinden dolayıdır. Mutezile’ye göre ise, “Peygamber göndermenin maksadı, ancak yapılan vahiy unutulmaktan beri ve korunmuş olduğu zaman tam olur. Binaenaleyh bu vücup Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden dolayıdır.”
İkinci Mesele
Bu ayetin manası, “Onu senin kalbinde ve zihninde toplayıp muhafaza etmek Bize aittir” şeklindedir.
“Onu okutmak” ifadesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:
a- Buradaki “Kur’ân “ ile, “okumak” manası kastedilmiştir. Buna göre şu iki ihtimal söz konusudur:
1- Bununla, Cebrail [a.s]’in Kur’ân’ı Hz. Peygamber (a.s)’e, o onu ezberleyinceye kadar tekrar tekrar okuması manası kastedilmiştir.
2- Bununla, “Ey Muhammed, sen, unutmaz hale gelinceye değin, Biz sana okutacağız” manası kastedilmiştir ki, bu da, “Sana okutacağız, böylece sen unutmayacaksın” (A’la 6) ayetiyle anlatılan husustur. Binaenaleyh birinci izaha göre, okuyan Cebrail (a.s), ikincisine göre ise Hz. Muhammed (s.a.s)’dir.
b- Burada “Kur’ân” kelimesi ile, cem ve te’lif [toplama ve bir araya getirme] manası kastedilmiş olup, bu, Arapların “Hasta develeri asla bir araya toplamadım” şeklindeki deyimleri türündendir. Yine mesela Arapçada, “Amr b. Kulsum’un kızı, [rahminde] bir çocuk toplayamadı [yani hamile kalamadı]” denilir. Biz bu konuyu Bakara suresinin 228. ayetini tefsir ederken izah ettik. Buna göre eğer, “Mananın böyle olması halinde, bu ayetteki cem ve Kur’ân kelimeleri aynı manaya olmuş olur. Dolayısıyla da bir [lüzumsuz] tekrar ortaya çıkar” denilirse, biz deriz ki: Buradaki “cem” [toplama] ile, o vahyin hem Hz. Peygamber (s.a.s)’in zihninde [göğsünde], hem de hariçte toplanması; “Kur’ân” kelimesi ile de onun Hz. Peygamber [s.a.s]’in zihninde ve hıfzında toplanması kastedilmiştir. Bu manaya göre, ayette bir tekrar olmuş olmaz.
Cebrail’in Okumasını Dinle
“Öyleyse Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun Kur’ân’ına [okunuşuna] uy.” (Kıyame, 16)
Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele var:
Birinci Mesele
Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)’in okumasını, Kendi okuması gibi saymıştır ki, bu, Cebrail (a.s)’in şeref ve kıymetinin çok büyük olduğuna delalet eder. Bunun bir benzeri, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkındaki, “Kim o peygambere itaat ederse, şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa, 80) ayetidir.
İkinci Mesele
İbn Abbas (r.a), “Bunun manası, ‘Cebrail (a.s) onu okuduğunda, sen, onun okumasını takib et’ şeklindedir” demiştir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a- Katâde, “Kur’ân’ın helal ve haramına uy” manasını verirken,
b- Buna, “Onun kıraatine uy” manası da verilmiştir ki, bu, “Senin, Cebrail ile birlikte aynı anda okuman uygun düşmez. Cebrail okumayı bitirene kadar susmalı ve o sustuğunda okumaya başlamalısın” demektir. Bu izah, birincisinden daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)’e okumaması, Cebrail (a.s)’i dinlemesi, Cebrail (a.s) bitirince okuması emredilmiştir. Burası, Kur’ân’ın helâline-haramına uyulmasının emredildiği bir yer [siyak] değildir. İbn Abbas (r.a) “Bundan sonra, Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)’e vahiy getirince, Hz. Peygamber (s.a.s) başını önüne eğer ve vahyi dinlerdi. O gidince de [gelen] ayetleri okumaya başlardı” demiştir.
Kurân’ı Açıklama da Allah’a Ait:
“Sonra onu açıklamak da Bize aittir.” (Kıyame, 19)
Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele var:
Birinci Mesele
Bu ayet, Hz. Peygamber (s.a.s)’in Cebrail (a.s) ile birlikte okuduğuna, ilme olan düşkünlüğünden ötürü, tam o okuduğu sırada, okunan [gelen] ayetlerin müşküllerini ve manalarını Cebrail (a.s)’e sorduğuna delalet eder. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)’e, her iki husus da yasaklanmıştır: Cebrail (a.s) ile birlikte okuması, “Öyleyse Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun okunuşuna uy” (Kıyame, 18) ayetiyle; bu esnada ayetlerin izahını sorması da, “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ayetiyle yasaklanmıştır.
Te’hir-i Beyan
Gerekli açıklamanın, hitap [söyleme] vaktinden bir müddet sonra da yapılabileceğini söyleyenler, bu ayeti delil getirmişlerdir. Ebu’l-Huseyn buna şu iki şekilde cevap vermiştir:
1- Ayetin zahiri, açıklamanın hitap vaktinden sonraya bırakılmasının zorunlu [vacip] olmasını gerektirir. Hâlbuki siz [Ehlisünnet] bunun vacip olduğu görüşünde değilsiniz.
2- Bize [Mutezile’ye] göre, ayetin lafzından kastedilen mananın bu olmadığını ihsas ettirmek için lafza, zahirinin gerektirdiği şeyin [hususların] eklenmesi gerekir. Fakat tafsilatlı izahın, sonraya bırakılması mümkündür. Binaenaleyh ayetteki bu beyan [açıklama], sonraya bırakılan ayrıntılı izahtır. Kaffal bu hususta şöyle bir üçüncü izahta bulunmuştur: “Hak Teâlâ’nın “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ayeti, “Sonra Biz sana, onun açıklanması işinin Bize ait olduğunu haber veririz” manasınadır. Bunun bir benzeri de, “Köle azad etmek [...] sonra da iman edenlerden … olmak” (Beled, 17) ayetidir.
Birincisine şöyle cevap verebiliriz: Ayetin lafzı, beyanın [açıklamanın] ertelenmesinin vücubunu [zorunlu olduğunu] değil, aksine beyanın vücubunun te’hirini [sonraya bırakılmasını] gerektirir. Bizim görüşümüz zaten böyledir. Çünkü beyanın vücubiyyeti, ancak ihtiyaç duyulduğunda söz konusu olur.
İkincisine de şöyle cevap veririz: Bu ayetin başına “sümme” [sonra] edatı, mutlak açıklama hususunda gelmiştir. Dolayısıyla mutlak açıklama, hem kısa, hem tafsilatlı beyanı [açıklamayı] içine alan bir ifadedir. Kaffâl’ın izahı da, ayetin zahirini bir delil olmadan terk olduğu için, zayıftır.
Allah’a Vacip Olmanın İzahı
Hak Teâlâ’nın, “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ifadesi, kısa [öz] açıklama işinin Allah Teâlâ’ya vacib olduğuna delalet eder. Fakat biz Ehlisünnete göre bu, vaadi ve lütfu gereği; Mu’tezile’ye göre ise hikmeti gereği O’na vaciptir.”[8]
Yukarıdaki uzun alıntının da gösterdiği gibi, konumuz olan ayetlerin gerçek manaları İbn-i Abbas rivayetine kurban edilince, ortaya vahim bir manzara çıkmaktadır. Şöyle ki:
1- Kur’an hakkında şüpheler ortaya çıkmıştır. Bunun en belirgin örneği, yukarıda Razi’den aktarılanlar arasında yer almaktadır:
“Rafizîlerin eskilerinden bir grup kimse, Kur’ân’ın tağyir ve tebdil edilip ona bir takım ilaveler yapıldığını, eksiltmelerde bulunulduğunu iddia etmiş ve bu görüşlerine delil olarak da bu ayet ile önceki ayet arasında hiçbir münasebetin olmamasını zikretmişlerdir. Onların düşüncesine göre, şayet bu tertip Allah katından olsaydı, durum böyle olmazdı.”
2- Vahyin şiddetinden dolayı peygamberimizde tik oluştuğu ileri sürülmüştür. Oryantalistler, bu rivayeti kaynak göstermek suretiyle peygamberimizin sara hastası olduğunu ileri sürmüşler ve bazı çevrelerde bu kanaatin yerleşmesine muvaffak olmuşlardır.
3- Peygamberimizin kendisine gelen mesajları anlayamadığı ve bunları Cebrail’e sorup öğrendiği iddia edilmiştir. Bu iddia, arkasından “Öyleyse Allah Rasulü’ne yalnızca Kur’an kelimelerini vahyetmekle kalmamış, aynı zamanda ona o kelimelerin manalarını da tam olarak anlatmıştır” inancını getirmiş, bu inancın sonucunda da Kur’an’ı peygamberden başka kimsenin anlamadığı, anlayamadığı, dolayısıyla da sonraki dönemlerde kimsenin anlayamayacağı görüşü ortaya çıkmıştır. Daha sonraları ise herkesçe bilindiği gibi, İslâm düşmanları, peygamber ağzından olduğunu söyleyerek Kur’an’ın anlamı üzerine bir sürü rivayetler uydurmuşlardır. İsrailiyattan da yardım alarak yaptıkları bu bombardıman sonucunda İslâm’ın yozlaştırılmasında önemli başarılar elde etmişlerdir.
4- Peygamberimize indirilen vahyin sadece Kur’an’da yazılı olandan ibaret olmadığını söyleyen İslâm düşmanları, pek çok kimseyi Kur’an haricinde ve Kur’an’da yer almayan daha birçok bilginin peygamberimize verildiğine ve Kur’an’daki kelime, emir ve yol göstermelerin herkesin anlamadığı manalarının peygamberimize ayrıca öğretildiğine inandırmışlardır. Cahil ya da alabildiğine kötü niyetli bu tür şahıslar, batıl iddialarını anlamları bu tür rivayetlerle çarpıtılmış Kur’an ayetlerini göstererek kanıtlamaya çalışmışlardır:
“Eğer bunların hepsi Kur’an’da yazılı olmuş olsaydı o zaman ‘Bunların anlamlarını biz sana açıklayacağız’ ya da ‘Onun açıklanması bize düşer’ gibi bir söze gerek duyulmazdı. Eğer Rasulüllah’ın bilgilenmesi böyle olmasaydı, tüm açıklamalar Kur’an’da olurdu. O halde, Kur’an’ın Allah tarafından yapılan açıklama ve izahı her halükârda Kur’an kelimelerinden ayrıdır.”
Bu izah tarzı, bir yanlışı diğer bir yanlışa dayanarak makul gösterme girişiminden başka bir şey değildir. Kur’an ayetleri, doğruluğu kuşku uyandıran rivayetlerle yorumlanarak yanlış bir algıyı kanıtlamada kullanılamaz.
5- Tasallutlarını iddia düzeyinde bırakmayan İslâm düşmanları, “Kim ki Kur’an’a inanmasına rağmen Kur’an’ın doğru, dayanaklı ve resmi açıklamasının ancak Allah Rasulü’nün kendi sözleri ve amelleriyle olduğu, çünkü bunların onun şahsî açıklamalarının olmadığı, bilakis bu açıklamaların Kur’an’ı indiren Allah’ın kendi açıklamaları olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak Kur’an’ın ayet ve kelimelerine kendi isteğine göre bir mana vermeye cüret ederse, bu kimsenin iman sahibi olduğunu söylemek zordur” demek suretiyle, Kur’an’ı Allah’ın bahşettiği özgür iradesi ve aklıyla anlamaya çalışan kimseleri peşinen karalamış ve insanları Kur’an’dan uzaklaştırarak meydanı kendilerine bıraktırmışlardır.
6- İslâm düşmanları bu kadarla da yetinmemişlerdir:
“Allah, Kur’an’ın ayetlerini ve kelimelerini kendi elçisine öğretmiş, o da kendi sözleri ve eylemleri ile bu talimleri ümmete aktarmıştır. Elimizde Kur’an’ı öğrenmek için başka bir şey yoktur. Hadis’ten maksat, Allah Rasulü’nün kavlî ve fiilî [uygulama] rivayetlerinin öncekiler tarafından isnat ile sonra gelenlere aktarılmasıdır. Sünnet ise, Allah Rasulü’nün sözleri, tebliğ etmiş olduğu ya da eylem olarak birey ve toplum bazında uyguladığı, takip ettiği yoldur. Bunun tafsilatı da nesilden nesile güvenilir rivayetler ile gelmektedir. Sonra gelenler, önce gelenlerden uygulamayı görmüşlerdir. Bu şekilde gelen bir ilmi reddeden kimse, maazallah, Allah’ın “Onun açıklaması bize aittir” sözünü reddetmiş, yani Rasul’ün açıklama sorumluluğunu yerine getirmekte başarılı olmadığını zannetmiş olur. Bu sorumluluk sadece Rasul’ün şahsı ile ilgili değildi. Bunun maksadı, Resul vasıtasıyla Allah’ın Kitabı’nı ümmete anlatmak idi. Öyleyse hadis ve sünneti teşri kaynaklarından saymamak demek, Allah’ın bu yükümlülüğü yerine getiremediğini ileri sürmek demektir” şeklindeki iddialarına dürüst, samimî ama cahil Müslümanları da inandırmayı başarmışlar ve onları da kendi batıl görüşlerine ortak etmişlerdir.
Bütün bu açıklamalardan sonra tekrar ilgili ayetlerin tahliline dönelim:
16-19. ayetlerin yer aldığı bu bölümde, 12. ayette olduğu gibi, anlatım üçüncü şahıstan ikinci şahısa döndürülerek “iltifat” sanatı yapılmıştır. (İltifat sanatı ile ilgili detay, 1. cildin Fatiha suresiyle ilgili bölümünde verilmiştir.) 16-19. ayetlerde hitap edilenler, “insan” olarak zikredilen ve kıyameti yalanlayan inançsız kimselerdir. Bu ayetlerde, ölüm anında dünyada iken yaptıkları ve yapmadıkları ile yüz yüze bırakılan inançsız insanların, vicdan azabına tahammül edemeyip “Bir an evvel ne olacaksa olsun” şeklinde ortaya çıkan özellikleri konu edilmiştir. “Çok kınayan nefs”e kanıt olarak gösterilen bu özellik, Zariyat 14, Enbiya 37: Nahl 1: Yunus 50, 51:Şûra 18: Saffat 176: Ankebut 53, 54: Yunus 11: Sad 16: Ahkâf 35: En’âm 57, 58: Hacc 47’de de dile getirilmiştir:
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere; inançsızlar beklemeye tahammül edememekte, beklemeyi katlanılması ağır bir yük olarak görmektedirler.
“Kur’an” Sözcüklerinin Anlamı
17. ve 18. ayetlerde geçen “قرآن kur’an” sözcüklerinin kitabımız “Kur’an” ile bir alâkası yoktur. Burada sözcüklerin lâfzı değil, manaları kastedilmiştir. Alak suresinin tahlilinde “اقرأ ikra’” emrinin ne anlama geldiği açıklanırken de belirtildiği gibi, “kur’an” sözcüğü “dağınık şeyleri toplamak” anlamına gelmektedir. Bu ayetlerdeki “toplanan şeyler”, insanın kendi hayatında yapmış ve yapmamış olduğu şeylerdir.
“Cem”in “Kur’an”dan Önce Gelişi
17. ayette, “onun birleştirilmesi” anlamındaki “جمعه cem” sözcüğünün “onun toplanması” anlamına gelen “قرأنه kur’an” sözcüğünden önce yer alması, Arapçadaki ses uyumu [seci’] gereğidir. Yoksa birleştirme işleminin toplama işleminden önce yapılacağı anlamına gelmez.
“Beyan” Sözcüğü
19. ayette geçen “بيان beyan” sözcüğü “bir şeyin delilleriyle ortaya konması, ilân edilmesi” demektir. Ancak sözcük “kapalı bir şeyin açıklanması” olarak anlaşılmamalıdır.
Bu ayetteki “بيانه beyanehü” ifadesi, genellikle “Kur’an’ın açıklanması” anlamını verecek şekilde çevrilmiş ve insanlar maalesef yanıltılmıştır. Bu ayetlerdeki zamirler, 13. ayette geçen “ ما قدّم و اخّر ma kaddeme ve ahhara” ifadesindeki “ ما ma” edatına racidir [dönüktür]. 13. ayetteki “ma [şey]” edatı da, inançsız insanların yaptıkları ve yapmadıkları için kullanılmış olup, zaten ayetler de “o inançsız insanın yaptıkları ve yapmadıklarının kanıtlarıyla açıklanması [ilân edilmesi] Bizim üzerimizedir” anlamındadır.
19. ayetin başındaki “ ثمّ sümme [sonra]” sözcüğünden, inançsız insanın yaptıklarının ve yapmadıklarının sonra, yani ahirette herkese gösterileceği ve böylece inançsızların bir taraftan hesap verirken diğer taraftan da rüsva edileceği anlaşılmaktadır.
Nitekim Kur’an’da bu anlamı doğrulayan aşağıdaki gibi birçok ayet mevcuttur:
82.Ve Söz üzerlerine vaki olduğu/gerçekleştiği zaman onlar için, insanların âyetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara söyleyen/anlatan, topraktan/maddeden yapılmış hareket eden, konuşan bir varlık çıkardık.(Neml/ 82)
Önemli Bir Uyarı:
Bu sureyi esas mesajının ekseninden çıkaran ve Razi’nin de beyan ettiği gibi Kur’an’ı tartışılır hale getirenler, yukarıda alıntılanan rivayetler ve bu rivayetlere göre Kur’an’ın anlamını saptıran yorumculardır. Çünkü yukarıdaki pasaj bugüne kadar tamamen İbn-i Abbas rivayetine uygun olarak rivayetlerdeki anlamların parantez içi ilaveler şeklinde ayetlere sokuşturulması suretiyle değerlendirilmiştir. Biz ise bu yaklaşıma karşı çıkıyor, ayetleri kendi konumunda [surenin söz akışına uygun olarak] ek ve eksiltme yapmadan, parantezleri ayet bünyesine ilâve yapmak için değil, sadece ayetteki sözcüklerin ne anlama geldiğini daha iyi ortaya koymak için kullanmış bulunuyoruz.
Yukarıdaki pasajı İbn-i Abbas rivayeti doğrultusunda yorumlayanların yaptıkları yorumlarda çok önemli olan üç husus dikkatlerden kaçırılmamalıdır:
1- Yorumların dayandırıldığı rivayet, İbn-i Abbas’ın kendi tanıklığı olarak anlatılmaktadır. [Bu hususu iyi hatırlayamayanların rivayeti tekrar okumalarını öneriyoruz.] Ancak biz bu konuda diyoruz ki; İbn-i Abbas böyle bir açıklamada bulunamaz. Zira bu sure indiğinde İbn-i Abbas henüz doğmamıştır. İbn-i Abbas’ın biyografisi incelendiğinde, onun hicretten 2-3 sene önce dünyaya geldiği görülür. Oysa bilinmektedir ki, bu ayetlerin inişi hicretten yaklaşık 6-7 sene öncedir. Bu durumda İbn-i Abbas’ın böyle bir olaya tanıklığı mümkün değildir.
2- Ayette “lisanını [dilini] hareket ettirme” denmesine rağmen, İbn-i Abbas rivayetini uyduranlar bu ifadeyi “dudağını hareket ettirme” şekline sokmak suretiyle aslında yaptıkları sahteciliğe ipucu bırakmışlardır.
3- Kur’an’da “Biz” ifadesi kullanılan bütün ayetlerdeki eylemleri Rabbimiz bizzat kendisine izafe etmiş olmasına rağmen, uydurmacılar bu ayetteki failin “Cebrail” olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Üzücü olan, bugüne kadar hiçbir Müslüman’ın bu ayet üzerine zihnini yormaması ve bu duruma karşı çıkmamış olmasıdır.*
*İşte Kuran Kıyamet Suresi
Yorumlar -
Yorum Yaz