• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

46Vakıa Suresi 8-48




Mushafta Bozuntu Yapılan Ayetler


46Vakıa Suresi 8-48


Hatalı Çeviri:
8. Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!

9. Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!

10. (Hayırda) önde olanlar,(ecirde de) öndedirler.

11, 12. İşte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah'a) en yakın olanlardır.

13. (Onların) çoğu önceki ümmetlerden,

14. Birazı da sonrakilerdendir.

15, 16. Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedir, karşılıklı olarak oturup yaslanırlar.

17. Çevrelerinde, (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır;

18. Maîn çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.

19. Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.

20. (Onlara) beğendikleri meyveler,

21. Canlarının çektiği kuş etleri,

22, 23. Saklı inciler gibi, iri gözlü hûriler,

24. Yaptıklarına karşılık olarak (verilir).

25. Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.

26. Söylenen, yalnızca «selâm, selâm»dır.

27. Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!

28. Düzgün kiraz ağacı,

29. Meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları,

30. Uzamış gölgeler,

31. Çağlayarak akan sular,

32, 33. Tükenmeyen ve yasaklanmayan, sayısız meyveler içindedirler;

34. Ve kabartılmış döşekler üstündedirler.

35. Gerçekten biz hûrileri apayrı biçimde yeni yarattık.

36, 37. Onları, eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler kıldık.

38. Bütün bunlar sağdakiler içindir.

39. Bunların birçoğu önceki ümmetlerdendir.

40. Birçoğu da sonrakilerdendir.

41. Soldakiler; ne yazık o soldakilere!

42. İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,

43, 44. Serin ve hoş olmayan kapkara dumandan bir gölge altındadırlar;

45. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahete dalmışlardı.

46. Büyük günahı işlemekte direnir dururlardı.

47. Ve diyorlardı ki: Biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?

48. Önceki atalarımız da mı?



Doğru Çeviri:

Necm: 128

8İşte sağın ashâbı, sağın ashâbı nedir?

9Ve solun ashâbı, solun ashâbı nedir?

10Öne geçenler de, öne geçenlerdir.

11İşte öne geçenler, yaklaştırılanlardır.

12İşte öne geçenler, Naim cennetlerindedirler.

13,14Birçoğu evvelkilerdendir, çok azı da sonrakilerdendir. 24Onlar, yaptıklarına karşılık olarak, 15mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. 16Karşılıklı onların üzerinde yaslanırlar. 17-23Çevrelerinde, kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler –ki ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir– beğendiklerinden meyveler, canlarının çektiğinden kuş eti ile; hiç büyütülmeyen çocuklar, saklı inciler gibi iri gözlüler dolaşırlar. 25Orada boş söz, saçmalama ve zaman kaybına uğratan/ hayırda ağırda aldıran/ zarar veren/ kusur oluşturan şeyleri işitmezler. 26Sadece söz olarak: “Selâm [sağlık, esenlik, mutluluk], selâm [sağlık, esenlik, mutluluk]!”

27-34Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! Onlar, dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen; tükenmeyen ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.

35Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. 36-38Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık.

39,40Bir cemaat, çoğu öncekilerdendir. Bir cemaat da sonrakilerdendir.

41Ve solun ashâbı, nedir o solun ashâbı?

42-48Onlar içlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler, serin olmayan, sevimli olmayan kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Şüphesiz solun ashâbı bundan önce varlık içinde zevk ve eğlenceye dalanlar idiler. Ve büyük günah; Allah'a ortak kabul etme üzerine ısrar ediyorlardı. Ve “Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra mı, biz gerçekten kaldırılacağız? Önceki atalarımız da mı?” diyorlardı.


8İşte sağın ashâbı, sağın ashâbı nedir?

9Ve solun ashâbı, solun ashâbı nedir?

10Öne geçenler de, öne geçenlerdir.



8–10. Ayetler:

8. ayetin " فfa-i tafsiliyye [detaylandırma fa’sı]" ile başlaması, 7. ayette sözü edilen üç sınıfın açıklanmasına burada başlandığını göstermektedir. 8–10. ayetlerde yapılan açıklamaya göre insanlar ahirette üç sınıfta toplanacaklardır:

-Sağın ashabı

-Solun ashabı

-Sabikun [Öne geçenler, görevi önce yapanlar]

Burada verilen bilgi üst guruplara aittir. Bu guruplar kendi aralarına bir de alt gurupları olacaktır:

ZÜMER 71Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlar, kesinlikle bölük bölük cehenneme sevk olunacak. ...
73Rablerine karşı Allah'ın koruması altına girmiş olan kişiler de kesinlikle cennete bölük bölük sevk edilecek. ...

71O gün Biz, bütün insanları önderleriyle çağıracağız. ... [İsra/71]

28,29 Ve her önderli toplumu, diz çökmüş görürsün. Her önderli toplum, kendi kitabına çağrılır: "Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan Bizim kitabımızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk/birebir kopyalatıyorduk." [Casiye/28, 29]

8. ve 9. ayetlerde, "sağın ashabı" ve "solun ashabı" için "Sağın ashabı nedir?" ve "Solun ashabı nedir?" şeklinde birer soru cümlesi yer almıştır. Daha önce Kariah suresinde karşılaştığımız, ileride de Hakkah suresinde karşılaşacak olduğumuz "sözcüğün tekrarı ile yapılan soru cümleleri", dikkat çekmek, meselenin önemini belirtmek ve bunun şaşılacak bir hâl olduğunu beyan etmek için kullanılan bir ifade tarzıdır.

10. ayette, " السّابقونes-Sabikun" sözcüğünün tekrarlanması suretiyle, müpteda ve haberden oluşan bir isim cümlesi oluşturulmuştur. Dikkat çekmeye yönelik bir ifade tarzı ile oluşturulan bu cümlenin anlamını da Türkçede "öne geçenler, gerçekten önde olmayı hak etmiş kimselerdir" şeklinde açıklamak mümkündür.

"Sağın Ashabı" ve "Solun Ashabı" ifadelerinin ne anlama geldiği, daha önce Beled suresinin 18, 19. ayetlerinin tahlilinde açıklanmıştı.

Ancak yararlı olacağını düşünerek söz konusu açıklamaları burada da tekrar ediyoruz:

ASHÂBU'L-MEYMENE: Sözlüklerde ميمنة [meymene] sözcüğü için يمين [yemîn] veya يمن [yumn] sözcüklerinden türemiş olmasına göre "sağ el" veya "uğurlu/bereketli" karşılıkları verilmiştir.

Kelimenin يمن [yumn] sözcüğünden türediği kabul edilirse, ashâbu'l-meymene deyimi, "bahtı iyi olan, bereketli, mutluluk sahibi" anlamına gelir. Eğer yemîn sözcüğünden türediği kabul edilirse, bu takdirde de "sağ el" anlamına gelir ve âyette "yüksek mertebe" anlamında kullanıldığı anlaşılır. Çünkü Araplar için "sağ el", kuvvet ve şerefin sembolüdür. Nitekim hürmet edilen kimseler meclislerde sağ köşeye oturtulur ve bir kimseye verilen değerفلان منّى باليمين [fulânun minnî bi'l-yemîn=o benim sağ kolumdur] ifadesi ile belirtilirdi. Bu ifade günümüzde de aynen kullanılmaktadır.

ASHÂBU'L-MEŞ’EME: مشئمة [meş’eme] sözcüğü, شئم [şu’m] kelimesinden türemiş olup "uğursuzluk, talihsizlik" demektir. Araplar, şu’ma [uğursuzluk] sözcüğü ile شمال [şimâl=sol el] sözcüğünü aynı anlamda kullandıklarından, sözlüklerde şu’ma sözcüğünün anlamı, "sol el" olarak belirtilmiştir. Sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuşun uçmasını uğursuzluk sayan Araplarda "sol el", zayıflığın ve zilletin simgesidir. Nitekim önemsiz ve aşağı mevkide görülen kimseler meclislerde sol tarafa oturtulur ve bir kimsenin değersiz olduğu فلان منّى بالشّمال [fulânun minnî bi'ş-şimâl=o benim sol kolumdur] ifadesi ile belirtilirdi. Özetle اصحاب المشئمة [ashâbu’l-meş’eme], Allah'ın aşağıladığı bedbaht kimselerdir ve O'nun huzurunda sol tarafta bulunacaklardır.

ÖNE GEÇENLER

"Öne geçmek" ifadesi, bir yarışı çağrıştırmaktadır. Zaten Rabbimiz de Kur’an’da bizleri birçok işte ortak hareket etmeye, iyi işlerde yarışmaya davet etmiştir:

17-20Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, yetimi, üstün-saygın bir şekilde yetiştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! [Fecr/17, 20]

1-3Yaşadığınız çağın insanlık hâli kanıttır ki iman eden, düzeltmeye yönelik işler yapan, hakkı tavsiyeleşen; birbirinin olmazsa olmazı sayan/öğütleşen ve sabrı tavsiyeleşenlerin; birbirinin olmazsa olmazı sayanların /öğütleşenlerin dışındaki tüm insanlar, kesinlikle tam bir kayıp, zarar, bunalım, acı içindedir. [Asr/1–3]

Ve Âl-i Imran/133, Hadid/21, Tövbe/100,Mümin/61 ve Hadid/10.

Biliyoruz ki, Sünnetüllah’ta karşılık amel cinsindendir:

6-13Âd toplumuna, sütunların sahibi İrem'e –ki, beldeler içinde bir benzeri oluşturulmamıştı–, vadilerde kayaları kesen Semûd toplumuna, o kazıkların sahibi; muhteşem orduları olan/görülmemiş işkenceler eden Firavun'a Rabbinin ne yaptığını görmedin mi/düşünmedin mi? Onlar ki, o ülkelerde azıtmışlardı. Dolayısıyla da oralarda bozgunculuğu çoğaltmışlardı. Onun için de Rabbin üzerlerine azap kamçısı yağdırdı. [Fecr/13]

O hâlde, dünya hayatında salihatı işlemekte yarışıp öne geçenler, dünyada nasıl önde yer aldılarsa, ahiret hayatında da gerek cennete girişte, gerekse nimetlere erişmede yine önde yer alacaklardır.



11İşte öne geçenler, yaklaştırılanlardır.


Bir önceki ayette "السّابقون es-sabikun [öne geçenler, önde olanlar]" ifadesi ile nitelenenler, bu ayette biraz daha açıklanmış ve "مقرّبون mukarrebun [yaklaştırılanlar]" olarak nitelenmiştir. Yaklaştırılmanın ne demek olduğu ise Sebe’ suresinde açıklanmıştır:

* Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve düzeltmeye yönelik işleri yaparsa, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar, yüksek köşklerinde güven içindedirler. [Sebe’/37]

Görüldüğü gibi, Rabbimiz, burada "mukarrebun" olarak nitelediği kişilerin kimler olduğunu Sebe’ suresinde açıklamış ve bunların "iman etmiş, salihatı işlemiş" kişiler olduğunu açıkça beyan etmiştir.



12İşte öne geçenler, Naim cennetlerindedirler.


8–10. ayetlerde bildirilen ahiretteki insan gruplarının konumları bu ayetten itibaren açıklanmaya başlanmış ve ilk olarak da "es Sabikun [öne geçenler]" konu edilmiştir. Böylece "önde olanlar" sınıfına anlatımda da öncelik tanınmıştır.

Ayette "onlar cennetlerdedir" denilmeyip de "Naim cennetlerindedirler" denilmesi dikkat çekicidir. "Naim" sözcüğü lügatte "bol, çok, sonsuz nimetler bulunduran" demektir. Dünyadaki bağ, bahçe ve bostanların daima bakım, budama, sulama gibi emek istediği ve yorgunluğa sebep olduğu düşünülürse, "öne geçenler"e vaat edilen Naim cennetlerinin dünyadakiler gibi külfeti olmayan, sırf yararlanmaya ve safa sürmeye yönelik olduğu anlaşılmaktadır. "es-Sabikun"a verilen "Naim cennetler" müjdesi, surenin 88, 89. ayetlerinde tekrar gündeme gelecektir.



13,14Birçoğu evvelkilerdendir, çok azı da sonrakilerdendir. 24Onlar, yaptıklarına karşılık olarak, 15mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. 16Karşılıklı onların üzerinde yaslanırlar. 17-23Çevrelerinde, kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler –ki ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir– beğendiklerinden meyveler, canlarının çektiğinden kuş eti ile; hiç büyütülmeyen çocuklar, saklı inciler gibi iri gözlüler dolaşırlar. 25Orada boş söz, saçmalama ve zaman kaybına uğratan/ hayırda ağırda aldıran/ zarar veren/ kusur oluşturan şeyleri işitmezler. 26Sadece söz olarak: “Selâm [sağlık, esenlik, mutluluk], selâm [sağlık, esenlik, mutluluk]!”


13, 14. Ayetler:

13,14Birçoğu evvelkilerdendir, çok azı da sonrakilerdendir.
"es-Sabikun" hakkında bilgi veren bu ayetlerde "evvelkiler" ve "sonrakiler" ifadeleri ile kimlerin kastedilmiş olduğunun dikkatle düşünülmesi gerekir.

Eğer "evvelkiler" ve "sonrakiler" ayrımının "zaman"a göre yapıldığı kabul edilir ve ayrımı belirleyen zaman olarak da bu ayetlerin indiği dönem benimsenirse, Naim cennetlerinden yararlanacak olanların çoğunun peygamberimizin elçilik görevi yaptığı dönemden evvel yaşayanlardan olduğu, çok azının da bu dönemden sonra yaşayacaklardan olacağı anlaşılır. Ancak bu kabulleri benimsemelerine rağmen bazıları Naim cennetlerinden yararlanacak olanlarının çoğunun "Muhammed ümmetinin ilklerinden", çok azının da sonrakilerinden olduğunu iddia etmişlerdir. Ne var ki, ahirete, mahşere ait beyanların normal olarak ilk insandan son insana kadar herkesi kapsaması gerektiği hususu dikkate alınırsa, bazılarınca yapılan bu ayrımın gerçekçi olmadığı hemen görülebilir.

Eğer "evvelkiler" ve "sonrakiler" ayrımının "zaman"a göre değil de "olay"a göre yapıldığı kabul edilir ve "olay" olarak da herhangi bir Allah elçisinin yaptığı davet benimsenirse, Naim cennetlerinden yararlanacak olanların çoğunun elçilerin davetlerinin ilk dönemlerinde onlara destek verenler olduğu, azının da bu dönemler dışında yaşayanlar olduğu anlaşılır. Bize göre, yukarıda mealleri verilen ayetlerden Hadid suresinin 10. ve Tevbe suresinin 100. ayetleri bu görüşü desteklemektedir.

Aslında yukarıdaki görüşlerden hangisi benimsenirse benimsensin, Rabbimizin bu ayetlerde bizlere vermiş olduğu şu iki mesaj hiç değişmeyecektir:

1-Sabikun ölçüsünde cennet hak edenlerin sayıları sürekli azalmaktadır.

2-Zor dönemlerde işlenen amel, normal dönemlere nazaran daha değerlidir.

24Onlar, yaptıklarına karşılık olarak, 15mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. 16Karşılıklı onların üzerinde yaslanırlar. 17,23Çevrelerinde, kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler –ki ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir– beğendiklerinden meyveler, canlarının çektiğinden kuş eti ile; hiç büyütülmeyen çocuklar, saklı inciler gibi iri gözlüler dolaşırlar. 25Orada boş söz, saçmalama ve zaman kaybına uğratan/hayırda ağırda aldıran/zarar veren/kusur oluşturan şeyleri işitmezler. 26Sadece söz olarak: "Selâm [sağlık, esenlik, mutluluk], selâm [sağlık, esenlik, mutluluk]!"


Not: Bu pasaj, Resmi mushaftan farklı tertip edilmiştir.


Bu ayet gurubundaki bazı ifadelerin anlamları çarpıtılmış ve kadınların adeta erkeklere sunulan birer zevk objesi oldukları yönünde kanaatler oluşturulmuştur. Bu nedenle ilgili ayetler üzerinde yeteri kadar durmak ve anlamlarını dikkatlice incelemek gerekmektedir.

Klâsik eserlere bakıldığında, Allah’ın erkeklere iltimas yaptığı ve kadınları ikinci sınıf insan olarak yarattığı şeklinde yanlış bir izlenim verdikleri görülmektedir. Oysa Kur’an’da böyle bir ayrımın, iltimasın yapıldığını düşündürecek herhangi bir anlam bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla, erkek egemen kültürlerin penceresinden bakarak kadına düşük konumlar biçen dinî görüşler Kur’an’la özdeşleştirilmemeli, İslâm’a aykırı bu tür görüşler ihtiva eden meal ve tefsirlere de son derece ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Ayetlerin anlamlarında çarpıtmalar bulunan bu tür eserleri, meal ve tefsir çalışması yapanların tümüyle erkek oluşuyla ilişkilendirmek mümkündür. Mümin kadınların bu alanda ortaya koyacakları çalışmalar, kadın konusundaki yanlış değerlendirmelerin tashih edilmesinde önemli yararlar sağlayacaktır.

Konumuzla ilgili tahlile, kesin olarak bilinmesi ve hiç akıldan çıkarılmaması gereken bazı noktaların vurgulanmasıyla başlamayı gerekli görüyoruz:

Fizikî ve biyolojik yapımız, üzerinde yaşadığımız dünya koşulları ile uyum hâlindedir. Meselâ, ışığı görebilmemiz için gözlere, yaşamımızı sürdürebilmemiz için akciğer, karaciğer, mide, böbrek gibi iç organlara, neslimizi devam ettirmek için de üreme organlarına sahibiz. Bütün bu sistemik yapılar, evrenin işleyiş yasalarına uygun olarak hayatımızı sürdürmeye hizmet eden bir tasarımı yansıtmaktadır. Oysa ahirette yaşam ve yaşam koşulları değişecektir (Hicr/48). İster cennet ister cehennem olsun, ahiretteki koşulları, o yaşamın gerçeklerini bu dünya yaşamına uygun olan aklımızla, iz’anımızla, sezgimizle kavrayabilmemiz mümkün değildir. Bu sebeple, ahiretle ilgili olan hususlar [meselâ cennetteki nimetler] bize hep sembolik olarak, örnekleri gösterilmek suretiyle ifade edilmiştir (Ra’d/35, Muhammed/15). Zaten ahireti tasvir eden ayetlerin tümüyle incelenmesinden, bizim oradaki yaşama uyumlu bir yapıda olacağımız, yani yeniden diriltildiğimizde bilmediğimiz başka bir şekilde inşa edilmiş olacağımız anlaşılmaktadır.

Kur’an’ın açık ifadelerine göre; ölüm, hastalık, yorgunluk, açlık, susuzluk gibi kavramların hiçbirinin varlığı cennette söz konusu olmayacaktır. Orada nimetlerin yenmesi, içilmesi ihtiyaçtan değil zevkten, sefadan olacaktır. Rabbimiz oradakilere hiçbir kısıtlama getirmeyecek ve istedikleri her şeyi lütfedecektir (Fussılet/31). Cennette hiçbir yasağın olmadığını, oraya girmeye hak kazanmış müminlere istedikleri her şeyin verileceğini bildiren ayetlere dayanarak denilebilir ki, cennette cinsel haz ve zevk isteyenlere de bu isteklerinin verileceğini düşünmek elbette ki mümkündür. Ama bu haz ve zevklerin tatmin aracı olarak orada da dünya hayatındaki eşler gibi, erkekler için kadın cinsinden, kadınlar için erkek cinsinden eşler verileceğini düşünmek yanlıştır. Çünkü Nisa suresinin 57. ayetinde ahirette verileceği belirtilen eşler, konumuz olan ayetlerde ve Tur suresinin 20. ayetinde bahsedildiği gibi, ahirete özgü ve orada yaratılacak olan eşler olup o eşlerin dünya hayatındaki eşlerle karıştırılmaması gerekir. Dünya hayatında birbirinden farklı inanç ve amelleri olan eşler, eğer hak etmişlerse, evlâtları, ana babalarıyla beraber cennete gireceklerdir (Ra’d/23). Ama cennetten sahnelerin anlatıldığı pasajlar iyi tetkik edildiğinde, cennetteki bu beraberliğin dünyadaki eş, ana, baba, evlât konumları ile değil, ahbap, arkadaş konumu ile gerçekleşeceği anlaşılmaktadır.

Ahiretle ilgili Kur’anî bilgilerin özet olarak tazelenmesinden sonra, konu ile ilgili tahlil çalışmalarındaki ikinci aşama Arap dilindeki bazı teknik ayrıntıların incelenmesi olmalıdır. Diğer birçok dil gibi, Arapça da sözcüklerinde müzekker [eril] ve müennes [dişil] ayrımı olan bir dildir. Meselâ Türkçede, ister kadın ister erkek olsun, üçüncü kişiler sadece "o" zamiri ile ifade edilirken, sözcüklerinde eril ve dişil ayrımı olan Arapçada üçüncü şahıs zamiri olarak erkekler için "hüve", kadınlar için "hiye" sözcükleri kullanılır. Sözcüklerdeki eril dişil ayrımı Arapçada sadece şahıs zamirlerine mahsus olmayıp isim, fiil ve edat cinsinden tüm sözcüklerin yapısında görülmektedir. Ayrıca Arapçada eril dişil ayrımlı sözcükler kapsamında ele alınabilecek başka genel ilkeler de mevcuttur. Bu ilkeler şunlardır:

-Tüm çoğul sözcükler dişil yapı ile ifade edilirler.

-Cansız nesneler genellikle mecazen dişil kalıpla ifade edilirler.

-Kanun, tüzük, yönetmelik gibi toplumu ilgilendiren resmî yazılar hep eril ifadelerle yazılırlar.

Arapçanın bu kuralları, Arapça inmiş olan Kur’an’da da aynen uygulanmış ve tüm çoğul sözcükler ve çoğul eşya isimleri dişil yapılarla ifade edilirken, topluma yönelik hükümlerde hep eril sözcükler kullanılmıştır. Ancak Kur’an’da geçen bu ifadelerdeki erillik veya dişillik, sözcüklerin sadece dil tekniği bakımından gerekli olan bir şekil şartını ifade etmektedir. Bundan dolayı da o sözcüklerle ifade edilen varlıkların gerçek cinsiyetlerini göstermemektedir.

Meselâ, aşağıdaki ayette "korunup sakınanlar" olarak çevirdiğimiz "muttakîn" sözcüğü "cem’i müzekker [çoğul eril]" bir sözcüktür:

2-4İşte bu kitap; kendisinde hiç kuşku yoktur, ıssız yerlerde iman eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan], kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcama yapan, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden Allah'ın koruması altına girmiş kişiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. [Bakara/2-4]

Eğer Arapçanın yukarda belirttiğimiz "topluma yönelik hükümlerin eril sözcüklerle ifade edilme kuralı" bilinmez veya dikkate alınmazsa, bu ayetten "korunup sakınanların, gaybe inananların ve salatı ikame edenlerin hep erkekler olduğu" yolunda yanlış bir anlam çıkarılabilir. Aynı şekilde, yine bu kural bilinmeden veya dikkate alınmadan Müminun suresinin 1–11. ayetleri de yanlış değerlendirilebilir:

1Kesinlikle, inananlar durumlarını korudular/zafer kazandılar.
2Onlar, salâtlarında [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmalarında; toplumu aydınlatmaya çalışmalarında] gösterişsiz/samimi olan kimselerdir.
3Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir,
4Ve onlar, zekâtı işleyen/vergiyi veren kimselerdir,
5-7Ve onlar, iffetlerini koruyan kimselerdir, –eşleri veya sözleşmelerinin sahip oldukları ayrı, çünkü bundan dolayı kınanamazlar, oysa bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta kendileridir.–
8Ve onlar, emanetlerine ve antlaşmalarına riâyet eden kimselerdir.
9Ve onlar, salâtlarını [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını] koruyan kimselerdir.
10,11İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine son sahip olan son sahiplerin ta kendileridir. [Müminün/1–11]

Görüldüğü gibi, 1. ayette geçen "müminler" sözcüğü eril ve çoğul bir yapıdadır. Sözcüğün eril ve çoğul bir yapıda olması sebebiyle ayetten lâfız olarak "müminlerin erkek olduğu" yolunda yine yanlış bir anlam çıkarmak mümkündür. Diğer taraftan, aynı kural gereğince 2–11. ayetlerde yer alan ve eril çoğul yapıdaki "müminler" sözcüğüne gönderilmiş olan bütün "onlar" sözcükleri ve "onlar" sözcüğüyle ifade edilen kişilerin nitelikleri de eril sözcüklerle ifade edilmiştir. Dolayısıyla, eril ifadelere bakarak Müminun suresinin 1–11. ayetlerinden oluşan pasajda açıklananların kadınlarla hiç ilgisi olmadığı kanaatine varılabilir.

Elbette ki bu yaklaşım yanlıştır ve dinimiz açısından son derece vahim sonuçlara yol açabilir bir mahiyettedir. Çünkü yukarıdaki örneklerin dışında, salat, oruç, infak, sadaka, cihat, tövbe gibi Kur’an’daki bütün emirler ve yasaklar eril kalıplarla ifade edilmiştir. Arapçadaki bu önemli kuralı bilmemek veya bu kuralı hiç dikkate almamak insanı Kur’an’daki emir ve yasaklarla ilgili olarak kadınların Allah’ın muhatabı olmadığı veya kadınların mükellef kılınmadığı gibi yanlış kanaatlere götürebilir. Mesela aşağıdaki ayetlere bakarak cennetin sadece erkeklere mahsus olduğu gibi çarpık bir anlayışa düşülebilir:

31-37Kesinlikle Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden; Rahmân'dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar/kurtuluş mekânları; sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir seviyede tomurcuklar; çiçek bahçeleri, dolu dolu su kapları vardır. Onlar, orada boş bir söz ve yalan duymazlar. –Onlar, O'nun huzurunda söz söylemeye güç yetiremezler.– [Nebe’/31–36]

Hâlbuki kadınların da Allah’ın emir ve yasaklarına muhatap oldukları ve mükellefiyetlerinin gereğini yerine getirmekten sorumlu tutulacakları tartışmasızdır. Bunun gibi, cennet de ödül olarak kadın ve erkek ayrımı olmadan Rabbimiz tarafından tüm hak edenler için hazırlanmıştır. Buna aykırı görüş ve kanaatlere sapmak, koyu bir cehaletten ve iz’anını kaybetmiş bir mantıktan başka bir şeyle açıklanamaz. Bu cehalet ve çarpık mantığın yol açabileceği en rezil sonuç ise, birilerinin çıkıp "Allah da erkektir" diyebilmesidir. Zira Yüce Rabbimizi tanıtan ayetler de eril sözcüklerle ifade edilmiştir ve cehaletin karanlığında oluşmuş bir mantığın Kur’an’daki eril sözcüklere bakarak böyle bir batağa saplanması çok uzak bir ihtimal değildir.

Konumuz olan ayetlerin anlamlarının saptırılması da yine yukarıda belirttiğimiz kurallardan birinin bilinmemesinden ya da art niyetle ihmal edilmesinden kaynaklanmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu kural, çoğul sözcüklerin dişil yapıyla ifade edilmesi kuralıdır. Konumuz olan ayetlerdeki anlamsal saptırma, sözünü ettiğimiz kuralın bir gereği olarak dişil yapıda kullanılmış olan sözcüklerin anlamlarının da dişilleştirilmesi şeklinde gerçekleştirilmiştir. Oysa ayetlerdeki sözcüklerin kural gereği olarak dişil yapıda olmaları onların gerçekte de dişil oldukları anlamına gelmemektedir. Bu çoğul sözcüklerin, görünüşteki dişillikleri dışında, anlam olarak dişillikle hiçbir alâkaları yoktur. Meselâ, Rahman suresinin aşağıdaki ayetlerinde sözü edilen eşler her ne kadar dişil sözcüklerle ifade edilmişlerse de, gerçekte cinsiyeti kadın olan eşler oldukları anlamına gelmemektedirler:

56Oralarda, daha önce bildik, bilmedik, geçmiş, gelecek hiç kimse tarafından dokunulmamış; el ve göz değmemiş, bakışlarını dikenler vardır. [Rahman/56]

70O meyvelerin içlerinde iyilikler-güzellikler vardır.
71Peki siz ikiniz, Rabbinizin güç yetirdiklerinin; eşsiz gücünün, eşsiz nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz?
72Çadırlara kapanmış parlak gözlüler vardır.
73Peki siz ikiniz, Rabbinizin güç yetirdiklerinin; eşsiz gücünün, eşsiz nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz?
74Bunlardan önce onlara bildik-bilinmedik hiç kimse dokunmamıştır. [Rahman/70- 74]

Bu eşlerin ne cinsiyetle ne de cinsellikle alâkası vardır. Ayetlerde geçen "dokunulmamış" sıfatından, Rabbimizin cennete girmeye hak kazananları ahirette kimsenin bilmediği yeni yaratılmış eşlerle eşleştireceği anlaşılmaktadır. Bu eşlerin insan tarafından bilinmeyen cinsten oldukları söylendiğine göre, "dişi" olarak nitelenmeleri de doğru bir yaklaşım değildir.

Bilgisizlik veya art niyetlerle yapılan çarpıtmalardan biri de, bu eşlerle ilgili olarak dinî kültürümüze yanlış geçmiş olan "huri" sözcüğü hakkındadır. "Huri" sözcüğünün ne anlama geldiğinin iyi anlaşılması için öncelikle aşağıdaki ayetlerin incelenmesi gerekir:

51-57Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, Rabbinden bir armağan olarak güvenli bir makamdadırlar; bahçelerde ve pınarlardadırlar. Onlar, karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. İşte böyle! Biz, onları iri siyah gözlülerle/en ideal tiplerle eşleştirdik. Onlar, orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. [Duhan/51- 57]

17-20Şüphesiz Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, Rablerinin kendilerine verdiği ile sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak, zevk ü sefâ sürerek cennetlerdedirler, nimetler içindedirler. Ve Rableri onları cehennem azabından korumuştur. Biz onları iri gözlülerle eşleştirdik de. –"Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için!"–
21Ve iman eden, soyları da iman ile kendilerine uyan kimseler; işte Biz, onların soylarını da kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir.
22Onlara canlarının istediği meyveler ve etlerden bol bol sergiledik.
23Orada, kendisinde boş söz, saçmalama ve günaha sokma olmayan bir kadehi kapışırlar.
24Ve kendilerine ait birtakım delikanlılar onların etrafında dönerler; sanki onlar sedefleri içine gizlenmiş inci gibidirler.
25-28Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: "Gerçekte biz daha önce ailemiz içinde korkanlardan idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O'na yalvarıyor idik. Şüphesiz O, iyilik yapanın, acıyanın ta kendisidir." [Tur/17- 28]

41-49İşte Allah'ın arıtılmış kulları, kendileri için belli bir rızık/meyveler olanlardır. Bol nimet cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş, kendisinde zararlı bir yön olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta gibidir onlar. [Saffat/48, 49]

Bu ayetin daha iyi anlaşılması için 40–49. ayetlerden oluşan pasajın okunmasını öneriyoruz.

Yukarıdaki ayetlerde "parlak iri gözlüler" olarak çevirdiğimiz sözcükler " حور hur" ve " عينıyn" sözcükleridir.

"Hur" sözcüğü "parlak siyah göz" demektir. Akı çok ak, karası da çok kara [parlak, ferli] olan ceylan gözü, sığır gözü gibi gözler için kullanılır. [Lisanü’l-Arab; c.2, s. 561, 562. "hvr" mad.] Yapı itibarıyla çoğul olan bu sözcük, hem eril yapıdaki "haver" sözcüğünün, hem de dişil yapıdaki " حوراءhavra" sözcüğünün çoğuludur. Yani, hem erkeklerin hem de kadınların gözlerini ifade eder.

" عينIyn" sözcüğü ise "karası çok, geniş gözlüler" [Lisanü’l-Arab; c.6, s. 553, "ayn" mad.] anlamındadır. Bu sözcük de hem eril yapıdaki "a’yün" sözcüğünün, hem de dişil yapıdaki "ayna’" sözcüğünün çoğuludur. "Iyn" sözcüğü, Arapların iri gözlü kadınlar için kullandıkları " إمرئة عيناءimreetün aynaün" ve iri gözlü erkekler için kullandıkları " رجل اعين racülün a’yünün" ifadelerinin her ikisini de anlam olarak tazammun eder.

Hem "hur" hem de "ıyn" sözcükleriyle ifade edilen gözler, Arapların çok beğendiği göz tipleridir ve hem kadının hem de erkeğin güzelliğini anlatmak için kullanılır.

"Hur" ve "ıyn" sözcükleri birlikte "Hurun ıynün" gibi kullanıldığında, anlam da "iri, parlak, geniş gözlüler" demek olur. Bu özellik, ayetlerde cennette verilen eşleri nitelediğinden, "iri parlak gözlü eşler" anlamı kazanır. Bu sebeple, pek çok meal ve tefsirde geçen "iri parlak gözlü huriler" ifadesi yanlış bir çeviridir. Çünkü "parlak gözlüler" denince "hur" sözcüğünün lâfızdan yok edilmesi gerekmektedir. Bize göre "huri" sözcüğüyle ilgili bugünkü yanlış inanç da, sıfatların kişileştirildiği bu yanlış çeviriden kaynaklanmaktadır. Bu yanlış çevirinin dayandığı yanlış anlayış ise "hur" ve "ıyn" sözcüklerinin dişi olarak algılanmasıdır ki, eldeki bilgi ve belgelere göre bu algılama hatası ilk olarak Hasan Basrî ile başlamış, arkadan da yüzlerce yalan ve tutarsız rivayetle desteklenmiştir.

Bu ayet grubunda kimileri tarafından ileri sürülmüş olan bir yanlış anlayış daha vardır ki, ahlâk dışı olan bu anlayış 17. ayette bizim "süreklileştirilmiş [hep aynı bırakılmış] çocuklar" olarak çevirdiğimiz ifade ile ilgilidir. Maalesef bazıları bu ifadenin "sapık erkeklere homoseksüel ilişkileri için verilen oğlanlar anlamına geldiğini ileri sürmüşler ve böyle bir ahlâksızlığı cennetin ödülü imiş gibi göstermişlerdir. Oysa bize göre "süreklileştirilmiş çocuklar" ifadesi "büyümeyen, yaşlanmayan, hastalanmayan, ölmeyen ve bir çocuğun en sevimli çağında, yani 3–5 yaşlarındaki hâlinde olan (robot benzeri) çocuklar" anlamına gelmektedir.

Cennete giren herkesin küçük yaşta kaybettiği çocuğu yoktur. Cennet, Ma teştehil enfüstür. Yani canının çektiği her şeydir. Küçük çocuğunu kaybedenler tabii küçük çocuğuyla birlikte olacaktır. Ayrıca Rabbimiz Ra’d/23, 24’te şöyle buyurur:

... İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar,atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: "Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!"

25, 26. ayetlerden anlaşıldığına göre, cennette, içindeki müminleri mutlu edecek her türlü nimetin bulunmasından başka, onları orada rahatsız edecek boş söz, yalan, gıybet, sövgü, gürültü, alay gibi nahoş şeyler de bulunmayacaktır.

26. ayetin sonundaki "selâm" ifadesinin anlamı "selâm" sözcüğü değil, bunun anlamı olan "sağlam, selim söz" demektir.

19-24Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;
Allah'a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,
Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,
Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,
Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,
salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],
kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış
ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: "Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!" [Ra’d/21–24]

Ve Ğaşiye/11, Nebe’/31–36 ve İbrahim/23.



27-34Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! Onlar, dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen; tükenmeyen ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.


Yukarıda, 8. ayette "ashab-ı meymene" şeklinde ifade edilen grup, burada "ashab-ı yemin" olarak ifade edilmiştir. Her iki ifade de "sağın ashabı" demektir. Aynı mana iki farklı sözcükle ifade edilmek suretiyle "çeşitleme" sanatı yapılmıştır.

Bu ayet gurubunda, cennette sağın ashabına verilecek nimetler açıklanmıştır. Ancak bu açıklama dünya hayatındaki nimetlerin adları ile yapılmıştır. Buradan da ahiretteki nimetlerin insanın tanımadığı, bilmediği, aklının ermediği, idrakinin ötesinde olan şeyler olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Rabbimiz cennet tanımlarının bir "örnek" olduğunu bildirmiştir:

* Peki, Rabbi tarafından apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, işinin kötülüğü kendisine süslü gösterilen ve boş-iğreti arzularına uyan kimseler gibi; Ateş'te sonsuz olarak kalacak olan ve kaynar su içirilip de bağırsakları paramparça olan kimseler gibi midir? Allah'ın koruması altına girmiş kişilere vaat edilen cennetin örneği: "Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır. [Muhammed/14,15]



35Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. 36-38Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık.


Bu ayetlerdeki ifadeler, gelenekçiler tarafından ayetlerde geçen niteliklerin "Müslüman hanımlar" veya "huriler" gibi ayetlerde bulunmayan öznelere gönderilmesi suretiyle çarpıtılmıştır. Çarpıtılmaya konu olan "urub", "etrab" ve "ebkar" nitelemeleri, 35. ayetteki dişil "hünne [onlar]" zamiriyle ilgili olup bu zamir ile kastedilenler de bir önceki ayet grubunda sayılmış olan cennet nimetleridir. "Hünne [onlar]" zamirinin gönderilebileceği bir "kadınlar" ifadesi ne bu ayet grubunda ne de bir önceki ayet grubunda mevcuttur. Burada "onlar [hünne]" zamirinin dişil yapıda olması, Arapçanın yukarıda açıkladığımız "çoğul sözcüklerin dişil yapı ile ifade edilmesi" kuralının bir gereğidir. Bunun başka türlü olamayacağı, çarpıtılmaya konu olan nitelemeler tek tek irdelendiğinde daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır:


عرب URUB

"Urub" sözcüğü, klâsik metinlerde hep kadınlara izafe edilmiş ve aşağıdaki ifadelerle anlamlandırılmıştır:

-"Eşlerine düşkün, kocalarına âşık olan kadınlar"

-"Sevgisini güzel sözlerle ifade eden, çok seven kadın"

-"Nazlı, naz yapan kadın"

-"Sözleri güzel kadın"

-"Eşlerine sevgilerini izhar eden kadınlar"

-"Kocasına olan sevgisini güzel sözlerle, nazlı edalarla açığa vuran kadın"

-"Kocasının kendisinden daha fazla zevk ve lezzet alması için, kocasına sevgi ile itaat eden güzel kadın"

-"Eşlerine düşkünler"

-"Konuşmaları Arapça olan kadın"

Lügatlere göre "urub" sözcüğü "arube" ve "aribe" sözcüklerin çoğulu olup kök anlamı "ibane, izhar [dışa vurma, açığa çıkarma]" demektir. Bir lisanın güzel konuşulması da "arube" sözcüğüyle ifade edilir ve bununla meramın açık açık ortaya konuşu, açıklanışı kastedilir. [Lisanü’l-Arab; c:6, s:155]

Buradan hareketle, "urub" sözcüğünün kısaca "açığa çıkaranlar, dışa vuranlar" demek olduğu söylenebilir. Bu nitelik kadına izafe edilirse, yukarıdaki klâsik kaynaklarda yer alan yakıştırmalar arasından, "sevgisini güzel sözlerle ifade eden, eşlerine sevgilerini izhar eden kadınlar" mealindeki ifadelerin sözcüğün anlamına uyan tanımlar olduğu söylenebilir. Fakat özellikle dikkat edilmelidir ki, bu "açığa vurma" niteliği ayetlerde kadınların değil, kiraz, muz, gölgeler, fışkıran su gibi nimetlerin sıfatı olarak verilmiştir. Böyle olunca da "urub" sözcüğünün anlamı, "tadını, kokusunu, nefasetini, lezzetini dışa vuran, gösteren, ortaya koyan" demek olur. Sözcüğün bu anlamı düşünüldüğünde, cennet nimetlerinin çekici, beğeni uyandıran, albenili olduğu anlaşılır.


اتراب ETRÂB

"Etrâb" sözcüğü klâsik metinlerde tıpkı "urub" sözcüğü gibi yine kadınlara izafe edilmiş ve aşağıdaki ifadelerle anlamlandırılmıştır:

-"Hep bir yaşta kadınlar"

-"Aynı tarihlerde doğmuş kadınlar"

-"Aynı yaşta olmak üzere otuz üç yaşında kadınlar"

-"Birbirine benzer ve birbirine yakın şekillerde olan kadınlar"

-"Huyları itibarıyla birbirine yakın kadınlar"

-"Aralarında kin ve kıskançlık olmayan kadınlar"

Oysa "etrâb" sözcüğünün lügat anlamı "aynı zamanda doğmuş, bir birinden farkı olmayan" demektir. [Lisanü’l-Arab; c:1, s:600]

Bu sözcüğün kadınlara izafe edilmesi durumunda, klâsik eserlerdeki ifadelerin anlamları aşağı yukarı doğru olarak kabul edilebilirler. Ama yukarıda da ifade edildiği gibi, bu nitelikler cennette müminlere verilecek nimetlere izafe edilmiş niteliklerdir. Bu takdirde "etrâb" sözcüğünün anlamı da "hepsi bir ayarda, bir seviyede" demek olur ki, buradan da cennet nimetlerinin hepsinin kaliteli olduğu, içlerinde çürüğü, kokanı, hamı ve kusurlu olanının bulunmadığı anlaşılır.


ابكار EBKÂR

"Bikr" sözcüğünün çoğulu olan "ebkâr" sözcüğünün lügat anlamı, erkek için kullanıldığında "kadına yanaşmamış erkek", kadın için kullanıldığında ise "erkeğe yanaşmamış kadın" demektir. [Lisanü’l-Arab; c:1, s:481–85]

Sözcük Türkçeye de aynı anlamla geçmiştir. Türkçede evlenmemiş erkeğe "bekâr, bakir"; evlenmemiş kadına da "bakire" denmektedir. Dolayısıyla, "ebkâr" sözcüğünün kadınlara sıfat olması hâlinde, "hepsi bekâr olan kadınlar" şeklinde çevrilmesinde bir sakınca yoktur. Ancak; "ebkâr" sözcüğü konumuz olan ayette nesnelere, nimetlere izafe edildiğinden, anlam da "el değmemiş, dokunulmamış, orijinalliği bozulmamış" demek olur. Nitekim bu sözcük mecazen "el değmemiş, kullanılmamış, işlenmemiş [toprak], eskimemiş, yıpranmamış, yeni" anlamlarında Türkçede de "bakir topraklar", "bakir orman" gibi ifadelerle kullanılmaktadır.

Burada "ebkâr" sözcüğüyle nitelenmiş olan cennet nimetleri, başka ayetlerde farklı sözcüklerle ifade edilmiştir:

56Oralarda, daha önce bildik, bilmedik, geçmiş, gelecek hiç kimse tarafından dokunulmamış; el ve göz değmemiş, bakışlarını dikenler vardır. [Rahman/56]

74Bunlardan önce onlara bildik-bilinmedik hiç kimse dokunmamıştır. [Rahman/74]

Rahman suresinin ayetlerindeki ifadeler gayet açık olarak anlatmaktadır ki, cennet nimetleri dokunulmamış, yani daha evvel elle, gözle hissedilmemiş olacaktır. Ayetlerde bildiğimiz dünya nimetlerinden örneklerle anlatılan bu nimetler, bilinen muzdan, kirazdan, koltuktan daha farklı şeyler olacaktır. Cennetteki nimetlerin bu nitelikleri ise akıllı, düşünebilen insanları sevindirmekte ve özendirmektedir.



39,40Bir cemaat, çoğu öncekilerdendir. Bir cemaat da sonrakilerdendir.


Bu ayetlerde, "sağın ashabı" olarak nitelenen grup da kendi içinde "öncekilerden" ve "sonrakilerden" diye ikiye ayrılmaktadır. Bununla beraber, bu dağılımın "önde olanlar" grubundakinden daha farklı olduğu görülmektedir. Şöyle ki: 13, 14. ayetlerde "önde olanlar" grubunun çok azının "sonrakilerden", "cemaat" olarak nitelenen diğer kısmının da "öncekilerden" meydana gelmiş olduğu bildirilmiş iken, "sağın ashabı" grubunu meydana getirenlerin hem "öncekilerden" hem de "sonrakilerden" olanlarının birer cemaat oldukları belirtilmiştir. Cemaat sözcüğü ile çok oldukları kastedilmiştir.
"Önde olanlar" ve "sağın ashabı" grupları hakkında verilen bilgiler arasında dikkat çeken bir diğer fark da, verilen nimetlerle ilgili olarak "önde olanlar" için yapılan "yaptıklarına karşılık olmak üzere..." şeklindeki açıklamanın "sağın ashabı" için yapılmamış olmasıdır. Bu da "sağın ashabı"na verilenlerin bir karşılık olmayıp bir lütuf olduğunu; "önde olanlar"ın ise hem yaptıklarının karşılıklarını [ücretlerini] alacaklarını hem de ayrıca sonsuz lütuflara mazhar olacaklarını göstermektedir.



41Ve solun ashâbı, nedir o solun ashâbı?

42-48Onlar içlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler, serin olmayan, sevimli olmayan kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Şüphesiz solun ashâbı bundan önce varlık içinde zevk ve eğlenceye dalanlar idiler. Ve büyük günah; Allah'a ortak kabul etme üzerine ısrar ediyorlardı. Ve “Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra mı, biz gerçekten kaldırılacağız? Önceki atalarımız da mı?” diyorlardı.


41–48. Ayetler:

Bu ayet gurubunda da "solun ashabı"nın ahiretteki durumları açıklanmış ve orada nelerle karşılaşacaklarının örnekleri verilmiştir. Buradaki anlatıma tamamen alay üslûbu hâkimdir. Seçilen sözcüklerin yararlı, güzel şeyler ifade eden sözcükler olmasına karşılık, bu sözcükleri niteleyen sıfatlar sözcüklerin anlamlarını tam tersine döndürmektedir. Kendileri olumlu şeyler oldukları halde, kötü sıfatlarla birlikte kullanılan bu sözcükler, cehennemle hiç bağdaşmayan "serin", "sevimli" ve "gölge" sözcükleridir. Mesela "gölge" serinleten, rahatlatan bir şey iken, ona sıfat olan "yahmum" ifadesi, gölgeye boğucu, nefes aldırmayan bir nitelik kazandırmıştır.

Rabbimiz, aklını başına almayanlara karşı bu üslûbu birçok ayette kullanmıştır:

29Kendisini yalanlamakta olduğunuz o şeye doğru gidin! 30,31O üç kol-çatal sahibi, gölgelendirmeyen ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin!
32Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar/yağdırır; 33sanki kıvılcımlar sarı erkek develer gibidir. 34O gün, yalanlayanların vay hâline! [Mürselat/29-34]

Ve Rahman/44,Muhammed/15,Zümer/16 ve Kehf/29.

45–48. ayetlerde, mahşer günü "solun ashabı" grubunu teşkil edecek insanların o gruba girmelerinin nedeni olan ahlakî tutumları açıklanmaktadır. Bu açıklamaya göre, bu gruptakiler dünyada iken zenginlikleri sebebiyle sefahate dalan, küfür ve şirk üzerinde ısrarcı olan ve yeniden dirilmeyi kabul etmeyen kimselerdir. Şimdiye kadar inmiş olan birçok ayetten de anlaşıldığı kadarıyla, mal ve heva tutkusu ile ahireti yalanlayanlar aslında devekuşu misali kafalarını kuma gömer gibi gerçeklerden kaçan dünya tutkunlarıdır. Bu durum aşağıdaki ayette de dile getirilmiştir:

38,39Ve kâfirler, "Allah, ölen kimseyi diriltmez" diye en kuvvetli yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Hayır, Allah ölüleri, üzerine aldığı gerçek bir vaat olarak, onların, hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyi onlara açığa koymak ve gerçekleri örtbas eden kimselerin, yalancıların ta kendisi olduklarını bildirmek için diriltecektir. Ama, insanların çoğu bilmiyorlar. [Nahl/38]*




*İşte Kuran, Vakıa Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim