49Kasas Suresi 36-59
Hatalı Çevrilen Ayetler
49Kasas Suresi 36-59
Hatalı Çeviri:
36. Musa onlara apaçık âyetlerimizi getirince: Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik, dediler.
37. Musa şöyle dedi: Rabbim, kendi katından kimin hidayet (hakka rehberlik) getirdiğini ve hayırlı âkıbetin kime nasip olacağını en iyi bilendir. Muhakkak ki, zalimler iflâh olmazlar.
38. Firavun: Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap ki Musa'nın tanrısına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir, dedi.
39. O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu!
41. Onları, (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.
42. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır.
43. Andolsun biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa'ya, -düşünüp öğüt alsınlar diye- insanlar için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitab'ı (Tevrat'ı) vermişizdir.
44. (Resûlüm!) Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz sırada, sen batı yönünde bulunmuyordun ve (o hadiseyi) görenlerden de değildin.
45. Bilakis biz nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen, âyetlerimizi kendilerinden okuyarak öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da değilsin; aksine (onları sana) gönderen biziz.
46. (Musa'ya) seslendiğimiz zaman da, sen Tûr'un yanında değildin. Bilakis, senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik); ola ki düşünüp öğüt alırlar.
47. Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık! diyecek olmasalardı (seni göndermezdik).
48. Fakat onlara tarafımızdan o hak (Peygamber) gelince: «Musa'ya verilen (mucizeler) gibi ona da verilmeli değil miydi?» dediler. Peki, daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? «Birbirini destekleyen iki sihir!» demişler ve şunu söylemişlerdi: Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz.
49. (Resûlüm!) De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana ve Musa'ya inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!
50. Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir! Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.
51. Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsınlar diye, sözü (vahyi) birbiri ardınca yetiştirmişizdir (aralıksız vahiylerimizi göndermişizdir).
52. Ondan (Kur'an'dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler.
53. Onlara (Kur'an) okunduğu zaman: Ona iman ettik. Çünkü o Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik, derler.
54. İşte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.
55. Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz, derler.
56. (Resûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.
57. «Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız» dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme'ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
58. Biz, refahından şımarmış nice memleketi helâk etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmiştir. Onlara biz vâris olmuşuzdur.
59. Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.
Doğru Çeviri:
36Mûsâ onlara apaçık alâmetlerimiz/göstergelerimiz ile gelince, “Bu, sadece uydurulmuş bir etkili bilgilerdir. Ve biz önceki atalarımızdan bunu işitmemiştik” dediler.
37Mûsâ da dedi ki: “Benim Rabbim, kendi katından kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve yurdun sonunun kim için daha iyi olacağını daha iyi bilendir. Şüphesiz ki şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kurtuluşa eremezler.”
38Firavun da, “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum” dedi.
39Firavun, kendisi ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerine inandılar.
40Biz de onu ve askerlerini yakalayıp o bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. Şimdi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların sonunun nasıl olduğuna bir bak!
41Ve onları, ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyecekler de.
42Ve bu dünyada arkalarına dışlanma, Allah'ın rahmetinden yoksun olma taktık. Onlar, kıyâmet gününde de kötülenmiş/uzaklaştırılmış kimselerdendirler.
43Ve andolsun ki Biz, ilk nesilleri değişime/yıkıma uğrattıktan sonra Mûsâ'ya, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, kılavuz ve rahmet olarak Kitab'ı/Tevrât'ı verdik.
44Ve Mûsâ'ya o emri gerçekleştirdiğimiz sırada sen batı yönünde; Musa’nın yaşadığı coğrafyada değildin. Hazır bulunanlardan, görenlerden de değildin.
45Ama Biz nice nesiller var ettik de, onların ömürleri uzadıkça uzadı. Sen onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; Fakat Biz elçi gönderenleriz.
46,47Ve Biz, seslendiğimiz zaman, tavrın (peygamberlik aşamasının) yanında da değildin (henüz elçi değildin). Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/elçi gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, “Rabbimiz! Ne olurdu bize bir elçi gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak” diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak… orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik.
48İşte onlara tarafımızdan o hak gelince de, “Mûsâ’ya verilen şeyler; alâmetler; göstergeler gibi ona da verilmeli değil miydi?” dediler. Daha evvel Mûsâ’ya verileni örtbas edip reddetmemişler miydi? “Birbirine sırt veren; destekleyen iki sihir; etkili bilgi” dediler. Ve “Şüphesiz biz hepsini kabul etmeyeceğiz” dediler.
49De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Allah katından bana ve Mûsâ'ya inen kitaplardan daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!”
50Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, yalnızca heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık [şaşkın, aşağı] kim olabilir? Kesinlikle Allah şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma yol göstermez.
51Ve andolsun Biz, Söz'ü [vahyi/Kur’ân'ı] öğüt alırlar diye birbiri ardınca yolladık.
52Sözden [vahiyden/Kur’ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e [vahye/Kur’ân'a] de inanırlar.
53Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık” dediler.
54İşte onlar; sabrettikleri için onların ödülleri iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcamada bulunurlar/ başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını temin ederler.
55Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan mesafeli dururlar ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.
56Kesinlikle sen sevdiğini kılavuzlanan doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, kılavuzlanan doğru yolu kabullenecek olanları daha iyi bilir.
57Ve onlar; “Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke'ye177 yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
58Ve Biz, geçimleriyle şımarmış nice kenti değişime/yıkıma uğratmışızdır. İşte, onların yerleri! Kendilerinden sonra pek az oturulmuş olan meskenleri. Ve Biz, vârislerin ta kendisiyiz.
59Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe, memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz.
36Mûsâ onlara apaçık alâmetlerimiz/göstergelerimiz ile gelince, “Bu, sadece uydurulmuş bir etkili bilgilerdir. Ve biz önceki atalarımızdan bunu işitmemiştik” dediler.
37Mûsâ da dedi ki: “Benim Rabbim, kendi katından kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve yurdun sonunun kim için daha iyi olacağını daha iyi bilendir. Şüphesiz ki şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kurtuluşa eremezler.”
38Firavun da, “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum” dedi.
39Firavun, kendisi ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerine inandılar.
40Biz de onu ve askerlerini yakalayıp o bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. Şimdi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların sonunun nasıl olduğuna bir bak!
Bu Âyet grubunda, Mûsâ peygamberin Mısır'a vardıktan sonra yaşadığı olaylar çok kısa olarak hatırlatılmakta ve kendilerine gösterilen açık kanıtlara rağmen eski inançları üzerinde ısrar ederek büyüklük taslayan Firavun ve askerlerinin suda boğularak yok edildikleri bildirilmektedir.
36. Âyette sözü edilen, Mûsâ peygamberin Firavun ve yandaşlarına getirdiği "apaçık Âyetler", tevhîd mesajını iletirken ortaya koyduğu öğretilerdir ki, bu ayrıntılar Kur'an'da diğer âyetlerde zikredilmiştir:
18,19Sonra de ki: "Arınmaya var mısın? Ve de seni Rabbine kılavuzlayayım da O'na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyasın!" [Nâziât/18–19]
46Allah: "Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları'nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. 48Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz." 46dedi [Tâ-Hâ/46–48]
Firavun, 38. Âyette kendisi için kullandığı ilâh sözcüğünü "yer ve göklerin yaratıcısı" anlamında kullanmamıştır. Çünkü böyle bir şey ancak bir deli tarafından ortaya atılabilir. Ayrıca Firavun'un o Âyetteki sözleri, onun kendisinden başka ilâhların da var olduğunu kabul ettiği anlamına gelen sözlerdir. Nitekim Mısırlılar birçok tanrıya ibadet etmekteydiler ve bizzat Firavun, Güneş Tanrısı'nın hulûl ettiği şahıs hâline getirilmişti. Zaten Kur'ân da Firavun'un birçok tanrısı olduğuna tanıklık etmektedir:
127Firavun toplumundan ileri gelenler de, "Seni ve senin ilâhlarını/seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ'yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?" dediler. Firavun dedi ki: "Onların oğullarını katledeceğiz; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştireceğiz, kadınlarını utanca boğacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz." [A'râf/127]
Dolayısıyla Firavun, kendisi için kullandığı "ilâh" sözcüğüyle kendisinin zarurî yaratıcı ve hakikî ulûhiyet sahibi olduğunu değil, tartışmasız yüce iktidar sahibi olduğunu kastetmiştir.
Kırkıncı ayette konu edilen "fırlatıp atma", baraj selinin önündeki sürüklenmeyi açıklamakta, –ki bu ifade Zâriyat/40'da da geçmektedir– bunun da suyun çok hızlı bırakılması ile olduğu açıklanmaktadır (Duhân/23-24).
FİRAVUN'UN İNANCI: Kur'ân'daki; (Zuhruf: 51–53), Mü’min: 28–35, âyetler dikkatlice okunduğunda, Firavun'un Allah'ı ve melekleri inkâr etmediği anlaşılmaktadır. Fakat bazıları Firavun'un mübalâğalı iddiasına bakarak onun Allah'ı inkâr ettiği veya kendisini Allah yerine koyduğu anlamını çıkarmışlardır. Oysa Firavun'un Allah'ı göklerin hâkimi olarak kabul ettiği, özellikle Zuhruf Sûresi'nin 53. Âyetinden belli olmaktadır. Firavun'un reddettiği husus, Allah'ın elçiler göndererek emirler bildirmesi ve kendisinin yeryüzündeki hükümranlığına müdahale etmesidir. Çünkü Firavun kendisini teoride bütün insanlığın siyasî anlamda rabbi [hâkimi] olarak görüyor ve hükümranlığını kendisinin Güneş Tanrısının insan şeklindeki sûreti olduğu iddiasına dayandırıyordu. Nitekim bu konuya "Mısır Dîni" başlığı altında yer vermiş olan Ana Britannica Ansiklopedisi, Eski Mısır'da Firavuna tapınmanın, onun Tanrı'nın oğlu kabul edilmesi sebebiyle olduğunu ve firavunun ülkesini, Mısır tanrıları adına yönettiğini yazmaktadır. [Ana Britannica; c: 22, s: 373. Bkz.]
Sonuç olarak, bazıları tarafından ileri sürülmüş olan Firavun'un kendisini gerçek ilâh ve Rabb yerine koyduğu tezi, hem Kur'ân'a hem de bilimsel araştırmalara uymamaktadır.
36–37. Âyetlerde nakledilen Mûsâ peygamber ile Firavun arasındaki konuşma Şu'arâ Sûresinde şöyle geçmektedir:
24Mûsâ: "Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir."
25Firavun, yanı başında bulunanlara "İşitmiyor musunuz?" dedi.
26Mûsâ: "O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi.
27Firavun: "Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir" dedi.
28Mûsâ: "Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir" dedi. [Şu'arâ/24–28]
Firavun ve yandaşları da Mûsâ peygambere tekrar tekrar şu cevapları vermişlerdir:
78Onlar: "Sen atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çeviresin ve yeryüzünde saltanat ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmayız" dediler. [Yûnus/78]
57,58Firavun: "Ey Mûsâ! Sen etkili bilginle bizi topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin bize? O hâlde biz de senin etkili bilgin gibi bir etkili bilgi ile sana geleceğiz. Şimdi bizimle senin aranda bir buluşma zamanı/yeri belirle ki; bizim ve senin karşı çıkmayacağımız düz ve geniş bir yer olsun" dedi. [Tâ-Hâ/57–58]
26Ve Firavun: "Bırakın beni, öldüreyim Mûsâ'yı, o da Rabbini çağırsın. Şüphesiz ben o'nun, sizin dininizi değiştirmesinden veyahut yeryüzünde kargaşa çıkarmasından korkuyorum" dedi. [Mü'min/26]
Firavun'un Haman'la yaptığı 38. Âyetteki konuşma, başka Âyetlerde de geçmektedir:
36,37Ve Firavun: "Ey Hâmân! Sebeplere; göklerin sebeplerine ulaşmam için bana bir kule yap da Mûsâ'nın ilâhının ne olduğunu anlayayım. Ve şüphesiz ben o'nun yalancı olduğu kanısındayım" dedi. İşte böylece Firavun'a amelinin kötülüğü süslü gösterildi ve yoldan çıkarıldı. Ve Firavun düzeni, yalnızca kayba/zarara uğratıp acı çekme içindedir. [Mü'min/36–37]
Firavun, Haman ve bu ikisinin emir erleri durumunda olanların üzerine, âhiretteki rezillikten önce bu dünyada da rezillik kılınmıştır. Yani onlar için iki dünyada da rezillik söz konusudur:
13Ve kuvvetçe, seni çıkaran kentten daha şiddetli nice kentler; onları değişime/yıkıma uğrattık. Öyle ki kendileri için yardımcı diye bir şey olmadı. [Muhammed/13]
96,97Andolsun ki Biz Mûsâ'yı da âyetlerimizle ve apaçık bir belge ile Firavun ve ileri gelenlerine elçi yaptık. Ama onlar Firavun'un emrine uydular. Hâlbuki Firavun'un emri aklı çalıştıran/doğruya ulaştıran değildir.
98Firavun kıyâmet günü, toplumunun önüne düşer. –Artık Firavun, toplumunu ateşe götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!–
99Ve bu dünyada ve kıyâmet gününde dışlanarak izlendiler. –Verilen bu vergi ne kötü vergidir!– [Hûd/96–99]
Firavun'un Haman'a kule yaptırıp gökte ilâh araması, İslâm karşıtlığında ölçüyü kaçıran zihniyetin çağımızda sergilediği bazı densizce yaklaşımlara benzemektedir. Bu zihniyetin çağdaş temsilcilerinden biri olan Marksist kozmonot Yuri Gagarin de uzaya gidip geldikten sonra benzer alaycı bir ifadeyle gökte –hâşâ– Allah'ı görmediğini söylemiştir. Allah'ı bir kuleden görmek isteyen eski zaman aptalı ile Allah'ı uzayda arayıp bulamadığını söyleyen bugünkü türdeşleri arasında dikkat çekici bir benzerlik söz konusudur.
Kur'ân, Firavun'un gerçekten böyle bir kule inşa ettirip de onun üzerinden Allah'ı görmeye çalışıp çalışmadığı konusunda herhangi bir açıklama getirmemiştir.
41Ve onları, ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyecekler de.
42Ve bu dünyada arkalarına dışlanma, Allah'ın rahmetinden yoksun olma taktık. Onlar, kıyâmet gününde de kötülenmiş/uzaklaştırılmış kimselerdendirler.
Bu ayetlerde, kendilerine gelen onca uyarıcı göstergeye rağmen büyüklük taslayarak iman etmemiş, böylece hayatlarını zayi etmiş olanların dünya ve ahiretteki durumlarına değinilmektedir.
Rabbimiz, zulüm işleyen, hakikati inkâr eden, inkârda sonuna kadar direten ve hakka karşı batılı savunmak için her türlü vasıtayı kullanan bu kişileri "ateşe çağıran önderler" kıldığını bildirmektedir. Onlar bu durumlarıyla kendilerinden sonra gelecek kuşaklara da öncü ve örnek olacaklardır. İnsanlara yanlış yolları gösterip cehennemi kazanacak olan böyleleri, kendi suçları yetmezmiş gibi bir de arkalarına taktıkları, örnek oldukları kişilerin veballerini de taşıyacaklardır. Gerek ateşe çağıran bu önderler, gerekse onların takipçileri hep birlikte aynı felâkete doğru koşacaklardır:
* O gün Biz, bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/çekirdeğin iplikçiği kadar bir haksızlığa uğratılmayacaklar. [İsra/71]
Rabbimizin 42. ayetteki "Ve bu dünyada arkalarına lânet taktık" ifadesinden anlaşıldığına göre, arkadan gelen nesiller, kendilerini ateşe çağıran bu önderlere sürekli olarak lânet edeceklerdir. Buradan, Rabbimizin, elçilerine tâbi olan inanmış kullarının diliyle, insanları ateşe çağıran o tür önderlere lâneti [dışlanmışlığı] meşru kıldığı anlaşılmaktadır.
43Ve andolsun ki Biz, ilk nesilleri değişime/yıkıma uğrattıktan sonra Mûsâ'ya, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, kılavuz ve rahmet olarak Kitab'ı/Tevrât'ı verdik.
44Ve Mûsâ'ya o emri gerçekleştirdiğimiz sırada sen batı yönünde; Musa’nın yaşadığı coğrafyada değildin. Hazır bulunanlardan, görenlerden de değildin.
45Ama Biz nice nesiller var ettik de, onların ömürleri uzadıkça uzadı. Sen onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; Fakat Biz elçi gönderenleriz.
Bu ayetlerde Rabbimiz, insanlara rahmeti gereği elçi, uyarıcı göndermenin gereklerini anlatmak suretiyle insanların nakledilen kıssaları öğrenmelerini ve peygamberlerin talimatından dönen önceki kuşakların helâk oluşlarından ibret almalarını istemektedir. Ayrıca bu kıssaların Allah tarafından vahyedilen ve elçisinin bilmediği, tanık olmadığı olaylar olduğunu vurgulamaktadır.
44. ayetteki "batı yönü" ifadesi ile Hicaz'ın batısına düşen Sina [Tur] Dağı kastedilmiştir. Çünkü Musa peygambere ilk vahiy bu dağda gelmiştir. Yine aynı ayette geçen "şahitler" de Musa peygamber ile birlikte olan ve ona verilecek ilkeleri takip edeceklerine dair sözleşmede bulunmak üzere davet edilen İsrailoğullarıdır.
45. ayetteki "Sen onlara ayetlerimizi okuyarak Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin" ifadesinin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: "Musa Medyen’e ulaşıp hayatının uzunca bir bölümünü orada geçirdiğinde ve sonra oradan Mısır’a gitmek üzere ayrıldığında sen yoktun. Ayetlerimizi Medyen sakinlerine okuyan da sen değildin. Sen Mekke halkına tebliğde bulunmaktasın. Sen, anlatılan bu binlerce sene evvel meydana gelmiş olayların görgü şahidi de değilsin. Bütün bu bilgi sana, kesinlikle başka bir yolla değil, tarafımızdan vahyedilerek verilmektedir."
45. ayetteki "Fakat Biz (elçi) gönderenleriz" ifadesinin anlamı, "Peygamberlerimizin ilki sen değilsin; Nuh’u, Hud’u, Salih’i, İbrahim’i, Musa’yı ve Şuayb’i nasıl kendi halklarına gönderdiysek, seni de kendi halkına elçi olarak gönderdik" demektir.
46,47Ve Biz, seslendiğimiz zaman, tavrın (peygamberlik aşamasının) yanında da değildin (henüz elçi değildin). Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/elçi gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, “Rabbimiz! Ne olurdu bize bir elçi gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak” diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak… orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik.
Not: ayetteki "َطَور tavr/tur" sözcüğü "طور الأيمن tavru'l-eymen/turü'l-eymen” olarak anlaşılmalıdır. Daha evvel zikredildiğinden burada sıfat hazfedilmiştir.
Bu ayetlerde Rabbimiz, elçi göndermesindeki birbirine bağlı iki amacı açıklamaktadır. Bunlar, uyarmak ve mazerete fırsat vermemektir. Daha evvel birçok ayette bildirildiği gibi, Rabbimiz, elçi göndermediği, kitap indirmediği [yasa koymadığı] toplumları cezalandırmamış, cezayı hak etmiş olanlara da "Uyarılsaydık doğru yoklu bulabilirdik" bahanesini ileri sürmesinler diye elçi göndermiş, kitap indirmiştir.
* Ve Kur’ân, "Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa; Yahudi ve Hristiyanlara indirildi; biz ise, o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk" veya "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve Allah'ın koruması altına girin. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha yanlış, kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. [En’âm/155-157]
* Şüphesiz Biz, Nûh'a ve O'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah, Mûsâ'ya söz söyledikçe söyledi/onu yaraladıkça yaraladı, çok sıkıntı çektirdi. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisa/163-165]
* Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz diye, size tebyîn yapan/açıkça ortaya koyan Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. [Maide/19]
* Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. Ve Biz, bir ülkeyi değişime/yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine, hak yolda olmalarını, hak yolda önderlik yapmalarını emrederiz de onlar, bunun aksine, orada hak yoldan çıkarlar. Artık oranın üzerine Söz hak olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz. [İsra/15,16]
* Ve inkâr edenler: "Elçiliğini iddia eden bu kişi, Rabbinden bize bir alâmet/gösterge getirse ya!" dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile değişime/yıkıma uğratsaydık, kesinlikle "Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin âyetlerine uysaydık!" diyeceklerdi. [Ta Ha/133,134]
ARAPLARA DAHA ÖNCE PEYGAMBER GELDİ Mİ?
Rabbimiz, 46. ayetteki "Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı [peygamber] gelmeyen bir kavmi uyarman için ..." ifadesiyle peygamberimizin kavmine daha önce uyarıcı göndermediğini beyan etmiş olmaktadır. Aynı konu Ya Sin suresinin girişinde de yer almıştı. Dolayısıyla, peygamberimizin uyarılmamış bir kavme mensup olan anasının, babasının, dedesinin ve daha önceki atalarının cezalandırılmaları söz konusu değildir.
Kur’an’da ibret alınması için anlatılan kıssalar çok eski zamanlarda geçtiği için peygamberimizin bu kıssalardaki olaylara tanık olması mümkün değildi. Rabbimizin bildirdiğine göre bu olayları başkalarından da dinlememişti. Zaten tebliğde bulunduğu halkın içinden biri olarak geçmiş hayatı hep göz önündeydi, hayatına ait bilinmeyen bir dönem söz konusu değildi. Peki, o hâlde peygamberimiz bunları nasıl biliyordu, nereden öğrenmişti? İşte, Kur’an’da anlatılan bütün bu kıssalar bir taraftan insanların kendilerine hisse çıkarmalarını sağlarken, diğer taraftan da peygamberimizin elçiliğinin en belirgin kanıtlarını teşkil etmekteydi; hâlâ da öyledir.
* İşte bu, algılama imkânının olmadığı, geçmişin önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir. Ve Meryem'e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar tartışırlarken de sen yanlarında değildin. [Âl-i Imran/44]
* İşte bu, sana vahyettiğimiz görmediğinin, duymadığının, bilmediğinin haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip kötü plân yaparlarken sen onların yanında değildin. Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman ediciler değildir. [Yusuf/102,103]
* İşte Nûh ile ilgili anlatılanlar, sana vahyettiğimiz görülmeyenin, duyulmayanın, sezilmeyenin haberlerindendir. Bunları sen ve toplumun bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah'ın koruması altına girmiş olan kişilerindir. [Hud/49]
48İşte onlara tarafımızdan o hak gelince de, “Mûsâ’ya verilen şeyler; alâmetler; göstergeler gibi ona da verilmeli değil miydi?” dediler. Daha evvel Mûsâ’ya verileni örtbas edip reddetmemişler miydi? “Birbirine sırt veren; destekleyen iki sihir; etkili bilgi” dediler. Ve “Şüphesiz biz hepsini kabul etmeyeceğiz” dediler.
49De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Allah katından bana ve Mûsâ'ya inen kitaplardan daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!”
50Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, yalnızca heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık [şaşkın, aşağı] kim olabilir? Kesinlikle Allah şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma yol göstermez.
Peygamberimizle Mekkeli müşrikler arasında geçen konuşmaların nakledildiği bu ayetlerde; Kitab-ı Mukaddes’te ki anlatıları kabullenerek daha önce Musa peygambere verilenleri inkâr ettikleri hâlde ona verilen asa mucizesi, parlayan el mucizesi, taş levhalar üzerinde yazılı emirler mucizesi gibi fiziksel mucizelerin peygamberimize verilmemiş olmasını bahane olarak ileri sürdükleri görülmektedir. Müşriklerin bu itirazları Sebe’ suresinde de dile getirilmiştir:
31Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, "Biz kesin olarak, bu Kur’ân'a inanmayız, ondan öncekine de..." dediler. Sen şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, "Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü’min kimseler olurduk" diyecekler. [Sebe’/31]
Müşriklerin bu bahanelerine karşı, Rabbimiz 49. ayette elçisine onların beklemediği tarzda bir emir vermiştir: "Eğer doğrular iseniz, hemen Allah katından bu ikisinden [bana ve Musa'ya inen kitaplardan] daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!"
Rabbimiz, bu büyük mucizeyi görüp de inanmayanları ve hevasına uyarak inat edenleri akılsızlık ettikleri için kınamakta ve 50. ayetteki "Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık/şaşkın [aşağı] kim olabilir?" ifadesiyle bu kimselerin gidişatlarının bozuk olduğunu bildirmektedir. Akıllı insanın inanış ve yaşayışının bilgiye dayalı olması gerektiğini gösteren bu ifade, aynı zamanda taklitçiliğin yanlışlığına dair delillerin de en büyüklerindendir.
84De ki: "Biz, Allah'a, bize indirilen Kur’ân'a, İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a ve torunlara indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O'nun için İslâmlaşanlarız."
85Ve kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm'dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır.
86İmanlarından ve şüphesiz elçinin hak olduğuna tanık olduktan ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, küfreden; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden bir topluma Allah nasıl kılavuzluk eder? Ve Allah, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuzluk etmez.
87,88İşte onların cezaları, Allah'ın, doğal güçlerin/haberci âyetlerin, insanların hepsinin dışlayıp gözden çıkarması, sürekli içinde kalmak üzere şüphesiz onların üzerlerindedir. Kendilerinden bu azap hafifletilmez ve kendilerine süre tanınmaz. [Âl-i Imran/84-88]
51Ve andolsun Biz, Söz'ü [vahyi/Kur’ân'ı] öğüt alırlar diye birbiri ardınca yolladık.
52Sözden [vahiyden/Kur’ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e [vahye/Kur’ân'a] de inanırlar.
53Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık” dediler.
Bu ayet gurubunda Rabbimiz; insanları akıllarını başlarına almaya yönelten ayetlerini sürekli, ardı ardına indirdiğini vurgulamakta ve daha evvel indirilmiş kitaplara inanarak Allah’ı tanımış kişilerin bu ayetleri [Kur’an’ı] duyar duymaz sahiplendiklerini, hemen kabul edip inandıklarını, hatta böyle bir beklenti içinde bulunduklarını açıkça ifade ettiklerini bildirmektedir.
Bu ayetlerle Mekkelilerin utandırılması da amaçlanmış, sanki onlara "Siz kendi şehrinizden çıkarılıp gönderilmiş bir lütfu tepiyorsunuz. Oysa uzak beldelerden insanlar onu işittiklerinde kadrini bilmek ve kendisinden istifade etmek üzere buraya geliyorlar" denilmiştir.
Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre bu ayetler tarihî bir olay üzerine inmiştir.
Şöyle ki:
Habeşistan hicretinden sonra Rasûl'un mesajı ve zuhuruyla ilgili haberler bu ülkeye de yayılınca 20 kişilik bir Hıristiyan heyeti işin aslını anlamak için Mekke'ye geldi ve Rasûlullah'la Mescid-i Haram'da karşılaştılar. Kureyş'den bir kalabalık da olup biteni izlemek üzere orada toplandılar. Heyet üyeleri Rasûlullah'a bir takım sorular sordu, Hz. Rasûl de cevapladı. Sonra onları İslâm'a davet etti ve önlerinde Kur'an'dan ayetler okudu. Kur'an'ı dinlerken gözyaşlarını tutamayan heyet üyeleri okunanın Allah Kelâmı olduğunu tasdik edip Rasûlullah'a iman ettiler. Toplantı sona erip de halk dağılınca Ebu Cehil ve avanesi Hıristiyan grubun yolunu keserek onları şiddetle payladı: "Şimdiye kadar buraya sizden daha şapşal bir topluluk gelmedi. Ey aptallar güruhu, siz buraya kavminiz tarafından bu adam hakkında bilgi toplamak için geldiniz. Fakat henüz onunla yeni karşılaşmışken, itikadınızdan vazgeçtiniz." Bu keremli topluluk şu cevabı verdi: "Selâm olsun size, sizinle tartışmak gibi bir niyetimiz yok. Siz kendi itikidınızdan mes'ulsunuz, biz kendi itikadımızdan. Şu var ki, bile bile kendimizi hayırdan mahrum etmeye de yanaşmayız. [İbn Hişam, c:2, s:32; el-Bidaye ve'n-Nihaye, c:3, s:82]
Mukatil ise bu ayetin kırk kişililik bir Hıristiyan grubu hakkında indiğini, bunlardan bir kısmının Cafer b. Ebi Talip ile birlikte Habeşistan’dan, sekiz tanesinin de Şam’dan gelmiş olduklarını ve bu sekiz kişinin isimlerinin Bahira, Ebrehe, Eşref, Bureyd, Temam, Eymen, İdris ve Nafi olduğunu bildirmiştir. [Mukatil; ilgili ayet hakkındaki açıklamasından]
53. ayetin sonunda Allah nezdindeki dinin sadece İslâm olduğuna işaret edilmiştir. Yaratılışın başından beri gönderilen her elçi hep bu hayat tarzını getirmiş, her elçi daima "Müslim" olmuş, takipçilerine de "Müslümanlar" denmiştir. Bu gerçek şu ayetlerde görülmektedir:
Âl-i Imran/19, 67, 85, Yunus/71, 72, 84, 90-92, Bakara/128, 131-133, Zariat/36, Yusuf/101, Maide/44, 111 ve Neml/44.
Bilindiği üzere " إسلامİslâm", مسلمMüslim", " مسلمانMüslüman" sözcükleri Arapçadır. Kur’an, ilk kez Arap kavmine ve o kavmin Arap bir mensubuna indiği için bu mesajlar Arapça sözcüklerle ifade edilmiştir. Aslında doğal olarak diğer peygamberler kendi halklarının dili ile konuştuklarından o kavimler "İslâm" ve Müslüman" kelimelerinin kendi dillerindeki karşılığını kullanmışlardır.
Rabbimizin Ehlikitap bilginlerinin Kur’an’a inanacaklarını haber veren 52. ayetteki ifadesi başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
199Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah'a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. [Âl-i Imran/199]
107,108De ki: "Siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve "Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir" derler."
109Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır. [İsra/107-109]
82Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak, o Yahudileri ve o ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, "Şüphesiz biz, Nasraniyiz/Hristiyanlarız" diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.
83,84Ve onlar, Elçi'ye indirilen Kur’ânı dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!" ve "Biz, Rabb'imizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, Allah'a ve haktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!" derler. [Maide/82- 84]
10De ki: "Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız ... Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez." [Ahkaf/10]
110Ve Biz, onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız. [Enam/114]
Yukarıdaki ayetlerden, Mekke’de yaşayan veya çeşitli zamanlarda Mekke’ye gelip giden Ehl-i Kitabın, Kur’an’ı tasdik ettikleri anlaşılmaktadır. Ama bu durum, onların kendi dinlerini bırakıp Müslüman oldukları anlamına gelmez. Nitekim 53. ayetteki "Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık" ifadesi de bunu göstermektedir.
54İşte onlar; sabrettikleri için onların ödülleri iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcamada bulunurlar/ başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını temin ederler.
55Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan mesafeli dururlar ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.
Bu ayetlerde Kur’an’ı hemen kabul etmiş olan Ehlikitap övülmektedir. Bunlar her zaman Allah’ı tanımış, yeni bir kitap ve elçi beklentisi içinde olan, yeni kitaba da inandıktan sonra inancından taviz vermeyen ve hayatlarını Kur’an’daki ilkelere göre düzenleyen kimselerdir. Bunların ilklerinden olanların isimleri 51-53. ayetlerin tahlilinde verilmişti. Ayetlerin ifadesinden anlaşıldığına göre, bu kimseler taşradan gelip giden Ehlikitap değil, Mekke’de yaşayan, baskı ve korku altında tutulan Ehlikitap’tır. Zira inanç turizmine zarar verir kaygısıyla Mekke zorbalarının taşradan gelip gidenlere baskı yapması söz konusu değildir.
54. ayette bu kimselerin çifte ödül alacakları bildirilmektedir. Bizim düşüncemize göre bu ödüllerin birincisi İsa peygambere, ikincisi de peygamberimize iman etmelerinden ötürüdür. Çünkü onlar Mesih'in şahsiyeti karşısında büyülenip zihinlerini donduranlar gibi olmadıklarını ve yalnızca İslâm'ı izlediklerini yeni bir peygamberin gelişiyle karşılaştıkları zorlu imtihanda göstermişler, hiç tereddüt etmeden yeni peygamberin liderliğindeki İslâm yoluna girmişlerdir. Kavmî ve ırkî önyargıları reddederek hakk itikat üzerinde sebat gösteren bu kimseler, gelen yeni peygamberin daha önce Mesih'in tebliğ ettiği İslâm'ı tekrar getirdiğini görerek Hıristiyanlığa takılıp kalmışların yolundan vazgeçmişler ve böylece Mesih'e değil, yalnızca Allah'a taptıklarını davranışlarıyla ispatlamışlardır.
Rabbimiz, bu kimselerin peygamberimize yakın olduklarını Maide suresinde de belirtmiş ve onların bu ayetlerde sözünü ettiği özelliklerini başka ayetlerde de dile getirmiştir:
82Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak, o Yahudileri ve o ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, "Şüphesiz biz, Nasraniyiz/Hristiyanlarız" diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.
83,84Ve onlar, Elçi'ye indirilen Kur’ânı dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!" ve "Biz, Rabb'imizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, Allah'a ve haktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!" derler. [Maide/82, 83]
114Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı oluştur-ayakta tut], çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. [Hud/114]
72Ve Rahmân'ın kulları, yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygın bir şekilde geçerler. [Furkan/72]
Ve Furkan/63, Ra’d/21-24, Fussılet/34-36.
56Kesinlikle sen sevdiğini kılavuzlanan doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, kılavuzlanan doğru yolu kabullenecek olanları daha iyi bilir.
Peygamberimize, sevdiği bile olsa kimseyi zorla doğru yola sokamayacağını bildiren bu ayet, aynı zamanda onu teselli de etmektedir. Çünkü Allah, tercih yeteneğine sahip olan insanları özgür bırakmıştır ve yine ayette bildirildiği gibi hidayet Allah’a aittir.
İfadesi genele yönelik olmasına rağmen, bu ayetin peygamberimizin bir türlü imana gelmeyen amcası Ebutalib’in bu durumuna çok üzülmesi üzerine indiği ileri sürülmüştür.
57Ve onlar; “Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke'ye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
Bu ayette, inanmamakta direnen Kureyşli müşriklerin tevhidi kabul etmemek için ileri sürdükleri mazeret açıklanmakta ve onların Kur’an hakk olmadığı için değil, çıkarlarından olmamak için hidayete uymadıkları bildirilmektedir. Bu, onların şirk ve küfür ticareti yaparak sağladıkları kazançtan mahrum kalmamak için peygamberimize uymayı reddettikleri anlamına gelmektedir. Mekkeli müşriklerin bu mantığını tam olarak kavrayabilmek, ancak İslâm'ı kabul etmeleri hâlinde meydana gelmesinden korktukları durumun ne olduğunu görebilmekle mümkündür. Bu da söz konusu olaya tarih perspektifinden bakmayı gerektirmektedir. Hatırlanacak olursa, Kureyş suresinin tahlilinde Kureyş kabilesinin çok önemli bir özelliğine değinmiş, onların Arabistan’da yaygın şekilde İsmail’in torunları olarak bilinip tanındıklarını, Arapların onlara "peygamber çocukları" gözüyle baktıklarını, dokunulmaz kılınmış Mekke’ye gelen hacıların her türlü işlerini görerek geçindiklerini, bundan dolayı da bu işlerden iyi kazanç sağladıklarını dile getirmiştik. İşte Kureyşli müşrikler bu kazançtan, bu geçimden mahrum kalmaktan korkmakta ve bu sebeple küfrü ve şirki tercih etmektedirler.
Dolayısıyla Rabbimizin buradaki "Biz onları Kendi katımızdan bir rızk olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, haram [dokunulmaz] bir yere [Mekke’ye] yerleştirmedik mi?" şeklindeki sözleri, doğrudan bu anlayıştaki müşriklere yöneliktir. Rabbimiz bu ifadesiyle onların saltanatlarının kendi eserleri olmadığını, sağladıkları kazançları ve güvenliklerini Allah’ın Mekke’de Rabbülbeyt inşasını plânlayıp gerçekleştirmesine borçlu olduklarını bildirmektedir.
Mekke’nin "Güvenli Şehir" olması ile ilgili olarak Kureyş suresinin tahlilinde ayrıntılı bilgi verilmiştir. Bu açıklamaların tekrar okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Bu nedenle, önceki açıklamalara ek olarak aşağıdaki ayeti ve Mukatil’in kaydettiği şu tarihi bilgiyi sunmakla yetiniyoruz:
* Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Al-i Imran/96,97]
Mukatil b. Süleyman, 57. ayetin Kureyşli Haris b. Nevfel b. Abdimenaf’ın peygamberimize yaptığı bir açıklama üzerine indiğini nakletmektedir. Naklettiğine göre, bu kişi peygamberimize şunları söylemiştir:
"Senin dediklerinin hak olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Bizim seninle birlikte hidayete uymamızı engelleyen şey, Arapların bizi yurdumuzdan, yani Mekke’den çıkartmalarından korkmamızdır. Çünkü biz, Araplara göre bir baş yiyip doyacak kadar azınlığız ve bizim onlara karşı koyacak gücümüz yoktur." [Mukatil]
58Ve Biz, geçimleriyle şımarmış nice kenti değişime/yıkıma uğratmışızdır. İşte, onların yerleri! Kendilerinden sonra pek az oturulmuş olan meskenleri. Ve Biz, vârislerin ta kendisiyiz.
59Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe, memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz.
Peygamberimize mazeret ileri süren Kureyşli müşriklere yapılan uyarı bu ayetlerde de devam etmektedir. Bu ayetlerin mesajını şöyle takdir etmek mümkündür: "Kaybederiz korkusuyla haktan yüz çevirip bâtıla yapıştığınız ve bunca övünüp durduğunuz dünya refah ve servetine bir zamanlar Ad, Semud, Sebe’, Medyen ve Lut kavmi de sahipti. Onları helâk ettik, işte onların kalıntıları... Sizden önce helâk edilmiş bu topluluklar da ahlâksızlığa dalmışlardı. Onları son bir kez uyarmak için Allah peygamberlerini gönderdi. Fakat onlar kulak bile asmadılar. Aynı şey şimdi sizin için de geçerli... Siz de ahlâksızlığa daldınız ve sizi uyarmak için size de bir elçi geldi. Eğer küfür ve inkârınızda ısrar ederseniz refah ve rahatınızı korumak yerine onları tehlikeye atmış olacaksınız. Korkup durduğunuz yıkım, inanmanız hâlinde değil, inanmayı reddetmeniz hâlinde sizi yok edecektir."
MEKKE MÜŞRİKLERİ NİÇİN İMHA EDİLMEDİ?
Şirk ve küfür ticareti ile hayatlarını sürdüren Mekkelilerin peygamberimizin elçilikle görevlendirilmesinden önce helâk edilmeme sebebi, 59. ayetin 1. cümlesindeki "Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi anakente göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir" ifadesiyle açıklanmıştır. Bu husus başka ayetlerde ((Nahl/112, 113) (İsra/15) (Hud/117) (Enam/130, 132) (Şûra/7) (A’raf/157) (En’am/19) (Hud/17) (İsra/58) ) de belirtilmiştir:
Peygamberimiz kendilerine elçi olarak gönderildikten sonra onunla mücadele etmelerine rağmen Mekkeli müşriklerin helâk edilmemelerinin sebebi ise, yine 59. ayetin 2. cümlesindeki "Zaten Biz, halkı zalim olmayan memleketleri helâk edici değiliz" ifadesiyle açıklanmıştır. Bu ifadeden, Mekkelilerin hepsinin de zalim [şirke batmış] kimseler olmadığı anlaşılmaktadır ki, bu durum herkesin bildiği bir gerçektir. Yüce Allah o gün için iman etmemiş olanların bir kısmının daha sonra iman edeceğini; hayatlarının sonuna kadar iman etmeyecek olanların ise, soylarından gelecek bazı kimselerin iman edeceklerini biliyordu ve bu sebeple de onları helâk etmiyordu. Nitekim bu husus aynen gerçekleşmiş, o günün müşriklerinden ve onların soylarından birçok kişi mümin olmuştur.*
177 Bu Ev ifadesi ile kastedilen, “Beytullah” [Allah'ın evi], yani “Ka‘be”dir. Kur’ân'da Allah orası için, “evim” ifadesini kullanmıştır. Allah'ın evi ifadesi, “Allah'tan başkasına ait olmayan ev” demek olup oranın kamu mülkü olduğu anlamına gelir. Bu da, orada sosyal meseleler görüşülecek, kamusal ihtiyaçlara çözümler üretilecek, topluma ait, eğitim, öğretim yasama, yürütme gibi konularda kararlar alınacak demektir.
Bu Ev'in Rabbi: 2 numaralı notta açıkladığımız gibi rabb sözcüğü, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak birtakım hedeflere götüren, programlayıp yöneten” demektir.” Bu Ev'in Rabbi denilerek Rabbin “ev”e izafe edilmesi, Ka‘be'nin yapılışının ve işlevlerinin tümünün Allah tarafından programlanıp uygulandığını göstermektedir. Gerçekten de o ev, Allah adına yeryüzünde yapılmış ilk evdir, orası bereketlidir, orada bolluk vardır.
Kureyşliler, Ka‘be'ye hac ve umre için gelen binlerce insana verilen hizmetleri kendi aralarında paylaşmışlardı. Her sülâlenin belirli bir görevi vardı. Ka‘be'nin bekçiliği, bakıcılığı, hacılara su dağıtımı, hacılara yardım, hacılara para toplama, yemek yedirme, hacıların mahkemeleşmesi gibi birçok iş Kureyş tarafından yapılmaktaydı. Bu kutsal turizm, Kureyşlilere tarifi zor bir üstünlük ve saygınlığın yanında, bol kazanç da sağlıyordu. Ne var ki, Kureyşlilerin Mekke'de sürdükleri bu sefa, onların kendi gayretlerinin değil, Allah'ın Ka‘be ile ilgili plânlarının bir sonucuydu. Nitekim Allah'ın Ka‘be ile ilgili bu plânı günümüzde de yürümekte ve kutsal turizm bugün Suudî Arabistan devletini ihya etmektedir.
*İşte Kuran, Kasas Suresi
Yorumlar -
Yorum Yaz