49Kasas 85-88 + 50İsra 1
Mushafta Bozuntu Yapılan Ayetler
49Kasas 85-88 + 50İsra 1
Hatalı Çeviri:
85. (Resûlüm!) Kur'an'ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir. De ki: Rabbim, kimin hidayeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir.
86. Sen, bu Kitab'ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) ancak Rabbinden bir rahmet (olarak gelmiş) tir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!
87. Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma!
88. Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz.
Doğru Çeviri:
Necm: 156
85Şüphesiz ki Kur’ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: “Benim Rabbim, kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir.”
86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/ yardımcı olma.
87Ve ortak koşanlar sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla ortak koşanlardan olma!
88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. İsra1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/ alâmetlerimizden/ göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
85Şüphesiz ki Kur’ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: “Benim Rabbim, kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir.”
Rabbimiz bu ayette peygamberimize "Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi [Allah], elbette seni dönülecek yere döndürecektir" şeklindeki sözleriyle o’na manevî destek vererek "Seni elçi tayin eden elbette gereğini yapacaktır" demiş olmaktadır. "Kur’an’ı sana farz kılan" ifadesi, "Sana vahyi toplama ve dağıtma görevini veren" demektir. Bu ifadeyle vahyin ilk sözü "ikra’ [öğren- öğret]!" emrine işaret edilmiştir. Ayetin ikinci kısmındaki "Benim Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir" ifadesi ise inkârcılara yönelik bir uyarı mahiyetindedir.
85. ayetteki "معاد mead" sözcüğü orijinal anlamıyla "bir kimsenin en sonunda dönmek zorunda olduğu yer" demektir. [Lisanü’l-Arab, c:6, s:506, "avd" mad.]
Sözcük ayette nekre [belgisiz] olarak yer almıştır. Bu sebeple sözcüğü burada "cennet" olarak anlamak mümkün olduğu gibi, hicretten sonra fethedilerek "dönülecek yer" anlamında Mekke olarak anlamak da mümkündür. Ayetin tüm insanlığa yönelik bir mesaj olduğu dikkate alındığında ise sözcükle Allah’ın hidayetinin [doğru yola kılavuzlamasının] kastedildiği de söylenebilir.
86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/ yardımcı olma.
87Ve ortak koşanlar sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla ortak koşanlardan olma!
88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. İsra1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/ alâmetlerimizden/ göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
86. ayet, peygamberimizin elçi oluşunun bir delilidir. Tıpkı Musa peygamber gibi, peygamberimiz de hiç beklemediği hâlde, daha önceki yaşantısıyla hiç ilgisi olmayan bir göreve tayin edilmiş, yani peygamberlikle görevlendirilmiştir. Peygamberimizin bu görevlendirmeden habersiz oluşu birçok ayette vurgulanan bir husustur. Bu ayetler peygamberimizin elçiliğine hiçbir akıllı, insaf sahibi insanın reddedemeyeceği birer kanıt durumundadır:
15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: "Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!" dediler. De ki: "Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım."
16De ki: "Allah dileseydi, ben Kur’ân'ı size okumazdım ve Allah, Kur’ân'ı size bildirmemiş olurdu. Ben de Kur’ân'dan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" [Yunus/15, 16]
21Ve insanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz hakkında onların bir plânı vardır. De ki: "Plân bakımından Allah daha çabuktur." Şüphesiz ki elçilerimiz plânladığınız şeyleri yazıp duruyorlar. [Yunus/21]
48Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı. [Ankebut/48]
52,53İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/Kur’ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. [Şûra/52, 53]
1Kaf/100. Çok şerefli/şanı yüce Kur’ân kanıttır ki 22kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.
2,3Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, "Bu, şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür" dediler. [Kaf/1- 3]
67De ki: "O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. 68Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. 69Onlar birbirleriyle tartışırken, benim "en üstün şeylerin doldurulduğu; Kur’ân'a dair bir bilgim yok idi. 70Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor." [Sad/67- 70]
3Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen, bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/bilgisizlerdendin. [Yusuf/3]
88. ayetin sonunda "İltifat" sanatı yapılarak peygamberimizden tüm insanlığa dönülmüş ve "Siz deancak ona döndürüleceksiniz" denilmek suretiyle herkese ahirete dönüleceği hatırlatılmıştır.
Bu ayetteki "yüz" ifadesi ile Allah’ın "Zatı" kastedilmiş olup burada bir "Cüz’iyyet mecaz-ı mürseli" söz konusudur. Nasıl vesikalık fotoğraftaki bir yüz o kişinin bütün varlığını temsil ediyorsa, varlıkların en belirleyici organı olması sebebiyle "yüz" sözcüğü de Arapçada o yüzün ait olduğu varlığı temsil eder. Bu dil kuralından dolayıdır ki, ayette geçen "O’nun yüzü" ifadesi de Allah’ın tüm varlığını temsil etmektedir.
Bizim "yüz" olarak çevirdiğimiz " وجهvech" sözcüğü, "Sarf İlmi" kurallarına göre " جهةcihet" olarak da söylenebilir. Dolayısıyla her iki sözcük de hem "yüz" hem de "yön" anlamında kullanılabilir. Eğer ayette geçen "vech" sözcüğü "yön" anlamına alınırsa, bu takdirde ayet "Allah yönüne olmayan [O’nun tasvip etmeyeceği şekilde olan] her şeyin boşa çıkacağı" anlamını ifade etmiş olur.
HELÂK
" هلاكHelâk" sözcüğü "değişime, yıkıma uğramak, bozulmak, düşmek" demektir. [Lisanü’l-Arab, c.9, s. 118-121]
Genel olarak zannedildiği gibi bu sözcük "yok olmak" anlamına gelmez. Bu sebeple 88. ayette geçen "helâk" sözcüğü de "yok olmak" anlamında anlaşılmamalıdır. Nitekim Rabbimiz yerlerin, göklerin değişimi ile ilgili olarak şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
48-51O gün, Allah'ın, her nefsi kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. [İbrahim/48-51]
"Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir." Ayetinde 85 ve 86. Ayetlerin nasıl gerçekleşmiş olduğu açıklanmaktadır.
Âyetin Sübhaneke (her türlü noksan sıfatlardan arınıktır.) ile başlaması, Allah’ın Muhammed’i elçi seçişi, zulüm anlarında toplumlara müdahale edişi konularında herhangi bir kusur, isabetsizlik olmadığının vurgusudur.
1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
Mushaf tertip heyeti tarafından İsra suresinin ilk ayeti olarak tertip edilen bu ayet, "giriş" bölümünde söylediğimiz gibi, Kur’an, elçi ve Kur’an-elçi ilişkisi üzerinde duran Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamıdır:
88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. İsra1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir. [Kasas/85-88 ve İsra/1]
İsra/1. Ayet olarak kabul ettiğimiz bu ayet, Kasas /85- 88. Ayetlerin devamıdır. Mevcut Mushaftaki yeriyle alakası yoktur.
85Şüphesiz ki Kur’ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Benim Rabbim, kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir."
Rabbimiz bu ayette peygamberimize "Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi [Allah], elbette seni dönülecek yere döndürecektir" şeklindeki sözleriyle o’na manevî destek vererek "Seni elçi tayin eden elbette gereğini yapacaktır" demiş olmaktadır. "Kur’an’ı sana farz kılan" ifadesi, "Sana vahyi toplama ve dağıtma görevini veren" demektir. Bu ifadeyle vahyin ilk sözü "ikra’ [oku]!" emrine işaret edilmiştir.
86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma.
87Ve ortak koşanlar sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla ortak koşanlardan olma!
88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. İsra1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
86. ayet, peygamberimizin elçi oluşunun bir delilidir. Tıpkı Musa peygamber gibi, peygamberimiz de hiç beklemediği hâlde, daha önceki yaşantısıyla hiç ilgisi olmayan bir göreve tayin edilmiş, yani peygamberlikle görevlendirilmiştir. Peygamberimizin bu görevlendirmeden habersiz oluşu birçok ayette vurgulanan bir husustur. Bu ayetler peygamberimizin elçiliğine hiçbir akıllı, insaf sahibi insanın reddedemeyeceği birer kanıt durumundadır.
"Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir." Ayetinde 85 ve 86. Ayetlerin nasıl gerçekleşmiş olduğu açıklanmaktadır.
Ayetin "Sübhaneke (her türlü noksan sıfatlardan arınıktır.)" ile başlaması, Allah’ın Muhammed’i elçi seçişi, Zulüm anlarında toplumlara müdahale edişi konularında herhangi bir kusur, isabetsizlik olmadığının vurgusudur.
Yeryüzünde özgürlükler ortadan kaldırılarak insan onuru ayaklar altına alınıp birtakım ilâhlar, rabler oluşturulduğu, şirk, haksızlık, yanlış işler ve kargaşa yaygınlaştığı, doğadaki denge bozulduğu dönemlerde Allah, rahmeti gereği müdahale edip o toplumlara elçi gönderip kitap indirir. Allah, rahmeti üzerine borç kabul etmiştir. İşte Mekke'de bu koşullar altında Muhammed elçi seçilip vahye muhatap olmuştur.
İslam toplumları arasında özel bir yeri olan bu ayet, gerçek ifadelerinden uzaklaştırılmış ve "Mi’raç" diye ortaya konulan bir efsaneye kaynak yapılmıştır. (Mi’raç efsanesini konu eden rivayetler; Buharî; Kitab-ü Bed’il halk; 17 ve Menakıbu’l Ensar; 107. No.lu rivayet, Hıristiyanlıktaki "Pavlusun Vizyonu" safsatasının adaptasyonudur.) Ayrıca ikinci ayetten itiberen Musa ve İsrailoğulları konu edildiğinden, birinci ayette yürütüldüğü bildirilen kulun, Musa olduğu intibaı da verilmiştir.
Biz, ayetin doğru anlaşılabilmesi için ayetteki ifadelerin değerlendirmesinin topluca değil de sözcükler bazında yapılmasının daha yararlı olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi buna göre sürdürüyoruz.
Bir gece,
Ayette sözü edilen olayın bir gece vakti meydana geldiği tartışmasızdır. Ama bu gecenin hangi gece olduğu, ayette geçen diğer sözcüklerin açıklamaları yapıldıktan sonra, ileride belirtilecektir.
Kul
Olayın kahramanı olarak ayette bahsi geçen kulun, adı sanı açıklanmamasına rağmen ittifakla peygamberimiz Muhammed (as) olduğu kabul edilmiş ve bu konuda farklı bir görüş ileri sürülmemiştir. Çünkü eski ve yeni tüm din bilginleri, Alak ve Cinn surelerinde geçen " عبدkul"un, Necm suresinin 3. ve Tekvir suresinin 22. ayetlerinde geçen " صاحبكم sahibüküm [arkadaşınız]" ifadesi ile kastedilenin ve Kadir suresinin 2. ayetindeki " وما ادراكve ma edrake [... sana]" şeklindeki hitabın muhatabının peygamberimiz Muhammed olduğunda, dolayısıyla buradaki "kul"un da yine peygamberimize yönelik olarak kullanıldığında en başından beri aynı fikirde olmuşlardır.
Mescid-i Haram’dan
Gerek tüm din ve dil bilginlerine, gerek tüm tarih ve coğrafya kaynaklarına göre ve gerekse hem Arap hem Rum şair ve yazarlarının eserlerinde yer aldığına göre, Mescid-i Haram, Kâbe’dir. Çünkü Kâbe’nin haram, yani savaşın, kavganın yapılmadığı, yapılmayacağı "güvenli bölge /güvenli mescit" olarak bilinmesi İslâm öncesine dayanmaktadır. Bu sebeple ayette geçen "Mescid-i Haram" tartışmasız olarak "Kâbe"dir.
Mescid-i Aksa’ya
Konumuzu aydınlatacak hususlardan biri, sıfat tamlaması şeklindeki bu ifadedir. Peygamberimizin bir gece Mescid-i Haram’dan yürütüldüğü [yürüyerek gittiği] Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun doğru bilinmesi önem arz etmektedir.
Rivayetlere dayalı yorum yapanlar, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa’nın bugün Kudüs’te bulunan mabet olduğunu ileri sürerek kitaplara bu şekilde yazılmasını sağlamışlar ve bu yanlışı âdeta dayatmışlardır. Dolayısıyla bugün Mescid-i Aksa denilince çoğunluğun aklına Kudüs’teki mescit gelmektedir. Bu yanlış bilginin üstüne bir de bu konuda uydurulmuş çok sayıdaki rivayetin etkisi eklenince, Müslümanlar arasında peygamberimizin Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yürüyerek gittiği, hatta oradan da göklere çıktığı yolunda bir inanç oluşmuştur.
Hâlbuki "Mescid-i Aksa" ismi sadece üç rivayette yer almakta, o rivayetlerde de bu mescidin nerede olduğu hakkında herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Diğer taraftan, Kudüs’te bulunan tapınağın kastedildiği rivayetlerde ise, bu tapınak hep Beytü’l-Makdis adıyla anılmaktadır.
Bu rivayetlere geçmeden önce, her Müslüman tarafından mutlaka iyice ve doğru olarak bilinmesi gerektiğine inandığımız aşağıdaki hususları hatırlatmakta yarar görüyoruz:
UYARI:
Hadis ıstilâhında "sahih" kavramı bir isnadın mutlak doğru ve sağlam olduğunu değil, o isnadın Hadis ilmi otoritelerince belirlenmiş belli kural ve kriterlere uygun olduğunu ifade etmektedir. Hadis İlmi’nin bu kural ve kriterlerine göre; adalet ve zabıt sahibi kişilerin birbirlerinden naklederek getirdikleri, kesintisiz senetle rivayet edilen, şazz olmak ve illetli bulunmak gibi vasıflardan uzak hadislere "sahih" denir. Bu kurallar içerisindeki hadislerin sahih olduğu söylenebilirse de kesinkes peygamberimize ait oldukları söylenemez. Ayrıca muhaddislerden bazısının sahih gördüğünü bir başkası sahih görmeyebilir.
Hadis konusunda Müslüman bilginlerin geliştirdikleri yöntem o gün için ileri bir metodolojik çalışmayı ifade etse de, ilgi alanı mahza "din" olan "sünnet" gibi bir konuda Allah Resulü’nün sözlerini doğru tespit etme anlamında çok daha güvenli bir metodolojinin belirlenmesine ihtiyaç vardır. Rivayet edilen hadis metinlerine bu evsafta bir metodolojik yaklaşımla eğilinememesinin nedeni Hadis bilginlerinin konuya olan duyarsızlıkları değil, araştırma teknikleri bakımından modern çağlardaki araçsal imkanlara o gün sahip olunamamış olmasıdır. İslam egemenliğinin ilk yüzyılında hızlı ve yaygın bir İslamlaşma trendi izlenmiş, pozitif istikrarsızlığın [sosyal ve dinî hareketliliğin] hızla devam ettiği bu dönemde tüm Müslümanların Kur’an değerlerini gereği gibi içselleştirdikleri varsayılarak peygamberimizden rivayet edilen bir sözün mutlaka ona ait olması gerektiği şeklindeki iyimser kanaate sımsıkı bağlı kalınmıştır. Bu iyimser kanaatle bir Müslümanın kendi yalan ya da yanlış sözünü peygamberimize isnat edebileceğine pek az ihtimal verilmiştir. Bu nedenle, ravi güvenilirliğini ön planda tutan Ehli Hadis, rivayet ettiği hadislerin "metin tenkidi"ni yapmayı hiç düşünmemiştir. Böylece hadislerin "akla, bilime, Kur’an’a, fıtrata, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına" uygun olup olmadığı hiç dikkate alınmamıştır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi bile dikkatleri çekmemiştir.
Ancak Hadis bilginlerinin bu dikkatsizliklerini, sıradan ve kolayca anlaşılabilir yalan rivayetleri bile hakikat zannedecek kadar saf ve zekasız oldukları şeklinde değerlendirmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Düştükleri açmaz, insanların kendi inanç ve bakış açılarını teyit etme yönündeki beşeri zaaflarını gözlemleyememeleri, önlerine gelen rivayetleri kesin güvene değil, kesin kuşkuya öncelik vererek değerlendirme gerekliliğini kavrayamamış olmalarıdır. Onlar sadece "sahih" tanımı içindeki kriterleri göz önüne almışlar ve rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmekle yetinmişlerdir.
Bazı mezhep mensupları ise Bakara suresinin 143’üncü, Âl-i Imran suresinin 110’uncu, Enfal suresinin 64’üncü, Tövbe suresinin 100’üncü, Fetih suresinin 18’inci, Haşr suresinin 8’inci ayetlerini kendi siyasî görüşleri doğrultusunda çarpıtmışlar, ayrıca çok sayıda hadis uydurarak sahabe sıfatlı kişilerin hatasız, kusursuz, yalansız, yanlışsız, art niyetsiz ve yüzde yüz güvenilir olduklarını kabul etmişlerdir. Öyle ki, sahabe sayılanlardan bir bölümünün münafık olduğu hiç dikkate alınmadan hepsine dokunulmazlık zırhı giydirilmiştir. Durum böyle olunca da, hiç kimse önüne konulan rivayeti sorgulama cesaretini gösterememiştir. Dolayısıyla yalan ve yanlışın üstüne gidilememiş, "Hazretin böyle deyişinde, böyle yapışında mutlaka bir hikmet vardır" denilerek pek çok rivayet "sahih" kabul edilmiştir. Hâlbuki sahabe de olsa, beşerin masumluğu söz konusu olamaz. Ayrıca İslâm literatüründe "münafık" denilen kesimin peygamberimizin çevresinde bulunan, bizim de sahabe dediğimiz kimselerden oldukları unutulmamalıdır. Bu tür kimselerin her türlü hainliği, sinsi düşmanlığı yapabileceği göz ardı edilmemelidir.
Bu hatalı ön kabullerin sonucu olarak hem bazı kimselerin uydurdukları yalanlarla arı duru İslâm dinini yozlaştırma çabalarına destek olunmuş, hem de o kimselerin haksız olarak elde ettikleri saltanatları ve gayrimeşru icraatları meşrulaştırılmıştır. Peygamberimiz döneminde iktidarları ellerinden alınıp sus pus olanlar, hırs ve hınçlarını peygamberimizin vefatından yıllar sonra bu yolla almışlardır.
Bu safsataları gören din büyüklerimiz ise "Bu, yalan veya yanlıştır" deyip reddetmek yerine, onlara uygun kılıflar bulunabilmesi için yüzlerce yeni yalan ve yanlışın ortalığa yayılmasına vesile olmuşlardır.
Bu uyarıdan sonra, konumuz olan ayetteki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu hakkındaki araştırmamıza rivayetlerle devam edebiliriz.
RİVAYETLERDEKİ MESCİD-İ AKSA:
Yukarıda da belirtildiği gibi, "Mescid-i Aksa" ismi sadece üç rivayette geçmektedir.
1. Rivayet:
"... Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: "İbadet için şu üç mescitten başkasına yolculuk edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Rasülillah ve Mescid-i Aksâ." [Sahih-i Buharî, 21 kitab, 1. Bab, 1 numaralı hadis: 3.cilt/1130]
2. Rivayet:
"... Bize Şu’be, Abdulmelik b. Umeyr’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben, Ziyâd’ın himayesinde olan Kazaa’dan işittim, o şöyle dedi: Ben Ebu Said Hudri’den işittim; o, peygamberden dört şey tahdis ediyordu ki, bu dört şey hem beni hayrete düşürdü, hem de sevindirdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eşi veya bir mahremi kendisiyle beraber bulunmayan kadın, iki günlük mesafeye sefer etmesin. Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününden ibaret olan ramazan ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak yoktur. İki namazdan sonra da namaz yoktur; biri sabah namazından sonra güneş doğup yükselinceye kadar, öbürü ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar. Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim." [Sahih-i Buharî 21. Kitab, 8 numaralı hadis]
Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, saray beslemelerinden Şihab ez-Zühri tarafından o günkü iktidara yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla peygamberimizin "Ancak üç mescit için sefere çıkılır. İbrahim’in mescidi [Kâbe], şu benim mescidim ve Süleyman’ın mescidi" şeklindeki ifadesinin: "Ancak üç mescit için ziyaret seferine çıkılabilir. Bunlar, Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa’dır" şekline sokulması suretiyle tahrif edilmiştir. [Geniş bilgi Ezrakî’de mevcuttur.]
Bu iki rivayet aslında aynı olmasına rağmen ravileri farklıdır; birinci rivayet Ebu Hüreyre menşeli iken, ikincide ara ravi Ebu Said el-Hudri olmuştur. Bu konudaki başkalarının farklı rivayetleri de Şihab tarafından tahrif edilmiştir. Biz ise, orijinal olarak ileri sürülen rivayetin de uydurma olduğu kanaatindeyiz. Çünkü Kur’an’da birçok ayette [Âl-i Imran/137, En’am/6, 11, Yusuf/109, Nahl/36, Hacc/46, Neml/69, Ankebut/20, Rum/9, 42, Fatır/44, Mümin/21, 82, Muhammed/10] seyrüsefer emredilmektedir ve bu ilâhî emirleri yasaklamak ya da sınırlamak, peygamberimizin asla yapmayacağı bir eylemdir.
3. Rivayet;
İbrahim İbn Yezid et-Teymî anlatıyor: Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur’ân öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine: "Babacığım yolda niye secde ediyorsun?" diye sordum. Dedi ki: "Ben Ebu Zerr (ra)’ın şöyle dediğini işittim: Rasülüllah’a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: Mescid-i Haram olduğunu söyledi. Ben: Sonra hangisi? dedim, Mescidi Aksâ! diye cevap verdi. Ben: İkisi arasında kaç yıl fark var? dedim. Kırk yıl! dedi ve ilave etti: Yeryüzü sana mescittir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını kıl, çünkü fazilet ondadır." [Bu rivayet, Sahih-i Buharî’nin Kitabu’l-Enbiya bölümünde 40 ve 98 numara ile yine Ebu Zerr kaynaklı, ama son ravileri farklı olarak yer almıştır. Oradaki metinlerde de "Mescid-Aksa" adı geçmektedir.]
Bu üçüncü rivayette dikkat edilmesi gereken nokta, Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa’nın yapımları arasında 40 sene olduğu şeklindeki ifadedir. Ne var ki, bu ifade tarihî gerçeklere uymamaktadır. Çünkü milâttan önce 2. bin yılın başlarında yaşamış olan İbrahim peygamberin [Ana Britannica, c:16, s:234] inşa ettiği Mescid-i Haram’ın inşa tarihi ile milâttan önce 1000-962 yıllarında hüküm sürmüş olan Davud peygamber [Ana Britannica, c:9, s:340] ve ondan sonra tahta geçen Süleyman peygamber tarafından yapılmış olan mescidin inşası arasında yaklaşık 1000-1200 sene olması gerekmektedir. Bu bilgiler ışığında, rivayetlerdeki Mescid-i Aksa’nın Davud ve Süleyman peygamberler tarafından Kudüs’te yapılan mescit olmadığı, üçüncü rivayette ortaya atılmış olan 40 senelik sürenin de uydurma olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Her ne kadar rivayetlerdeki bu uydurma -hâşâ- peygamberimize mal edilmişse de, gerçekte uyduranların kim veya kimler olduğu ortadadır.
Tarihî bir gerçektir ki, gerek Kuran’ın indiği dönemde ve gerekse daha sonraki yıllarda Kudüs’teki mescit "Beytü’l-Makdis" olarak bilinir, öyle anılır ve öyle yazılırdı. Nitekim peygamberimize ve sahabeye mal edilen sahih rivayetlerin tümünde de Kudüs’teki mescit için "Beytü’l-Makdis" ifadesi kullanılmıştır:
1. Rivayet:
... Rasülüllah’ın azatlısı Meymune (ra) anlatıyor: "Ey Allah’ın Rasülü! Bize Beytü’l-Makdis hakkında fetva ver!" demiştim. Şöyle buyurdular: "Orası mahşer ve menşer yeridir. [İnsanların kıyamet gününde toplanacağı ve defterlerin yayılacağı yer.] Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılacağınız bin namaz gibidir."
Ben tekrar sordum: "Oraya gitmeye muktedir olamazsam ne yapmalıyım?" Şu cevabı verdi: "Ona kandil yağı bağışlarsın, aydınlatılmasında kullanılır. Böyle yapan da oraya varan gibidir." [Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 95. sayfası]
Not: Bu rivayetin birçok ta’n noktası vardır. Ancak biz bu rivayeti sadece konumuz sadedinde yani Beytü’l-Makdis konusunda ele aldığımız için diğer hususlara değinmiyoruz.
2. Rivayet;
... Abdullah b. Amr (ra) anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: "Hz.Davut’un oğlu Süleyman, Beytü’l-Makdis inşaatını tamamlayınca Allah’tan üç şey talep etti: Allah’ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları."
Sonra dedi ki: "İlk ikisi verilmiştir, üçüncünün de verildiğini ümit ediyorum." [Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:17, s:96]
Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, Kudüs’teki mescidin adı o dönemde "Mescid-i Aksa" değil, "Beytü’l-Makdis"dir.
Kudüs’teki Beytü’l-Makdis’in İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır. Ama, bu önem Mi’raç olayından değildir.
Uydurma Tarih ve rivayet kitaplarında yer aldığına göre, güya peygamberimiz "kendisine vahiy gelmemiş olan birçok konuda Ehlikitap’ı esas almış, yani Ehlikitap’ı müşriklerden üstün tutmuş, hatta müşriklere muhalefet olsun diye saçlarının şeklini bile Ehlikitap’ınkine benzetmiş, ... Hakkında herhangi bir vahiy bulunmayan kıble konusunda da peygamberimiz Medine’ye gelince Ehlikitap’a uymuş ve onların kıblesi olan Beytü’l-Makdis’i kıble edinmiş, ... Peygamberimizin fayda umarak yaptığı bir içtihadı olan bu uygulama, rivayetlere göre 16-18 ay kadar sürmüş, ne var ki, bu süre zarfında bu uygulamadan beklenen fayda sağlanamamış ve peygamberimiz bu konuda Allah’tan vahiy beklemeye başlamış, ... nitekim çok geçmeden vahiy gelmiş ve Mescid-i Haram kıble olarak belirlenmiş, miş, miş, miş."
Müminlerin Mekke dönemindeki kıbleleri ile ilgili iki farklı rivayet vardır. Kıble konusunun aslı, Bakara suresinin 142-145. ayetlerde yer almakta olup oradan tetkik edilmesi daha uygundur.
BEYTÜ’L-MAKDİS’İN KIBLE OLMASI İLE İLGİLİ RİVAYETLER:
1. Rivayet:
el-Berâ anlatıyor: Rasülüllah ile birlikte Beytü’l-Makdis’e doğru on sekiz ay namaz kıldık. Medineye girişinden iki ay sonra kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi. Rasülüllah Beytü’l-Makdis’e müteveccihen namaz kılarken yüzünü çokça semaya çeviriyordu. Allah Teala hazretleri, peygamberinin kalbinden geçeni, yani, Kâ’be’ye yönelme arzusunu bildi. Bir gün Cebrail Aleyhisselam yükseldi. Rasülüllah, o, yerle gök arasında yükselirken onu gözüyle takip etmeye başladı, onun nasıl bir vahiy getireceğini gözetliyordu. Derken Aziz ve Celil olan Allah "Biz senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz ..." [Bakara suresi 144. âyet] âyetini indirdi. Biz, Beytü’l-Makdis’e doğru farzın iki rekatını kılmış tam rükuda iken, bir adam gelip: "Kıble, Kâ’be’ye doğru çevrilmiştir!" haberini getirdi. Derhal yönlerimizi çevirdik. Namazımızı yenilemeyip kıldığımız kısmın devamını tamamladık. Rasülüllah: "Ey Cibril! Beytü’l-Makdis’e doğru kıldığımız namazların hali ne olacak?" diye sordu. Bunun üzerine de Allah Teala Hazretleri: "Allah sizin imanınızı [daha önce Beytü’l-Makdis’e doğru kıldığınız namazları] zayi etmeyecektir" âyetini [Bakara suresi/143] inzal buyurdu. [Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:17, s: 26, 27]
2. Rivayet;
... el-Berâ b. Âzib buyurdular ki: Rasülüllah Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan ecdadının -veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca Beytü’l-Makdis’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâ’be’ye doğru olmasını arzuluyordu. Kâ’be’ye doğru kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Rasülüllah ile beraber ashaptan bir grup kimse kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: "Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber’le Kâ’be’ye doğru namaz kıldık" dedi. Cemaat oldukları yerde Kâ’be’ye yöneldiler. Müslümanların Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kılmaları Yahudileri memnun ediyordu. Yüzler Kâ’be’ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar. Arkadan hemen şu âyet nazil oldu: "İnsanlar içinden bazı beyinsizler ... [Bakara suresi âyet 142- 145]." [Prof. İbrahim Canan; Kütübü Sitte, c:2, s:154]
Bu hadis Buhari’de dört kez, Müslim’de bir kez, Tirmizi’de üç kez, Nesaî’de dört kez yer almıştır.
3. Rivayet;
Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir:
Onlar Beytü’l-Makdis’e doğru yönelmiş halde sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve "Kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi" dedi. Bu sözünü iki kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken Kâbe’ye yöneldiler. [Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi,Kütübü Sitte, c:2, s:157]
4. rivayet;
İbnü Abbas anlatıyor: Âyeti kerimenin emriyle Rasülüllah kıbleyi Kâ’be’ye yöneltince Müslümanlar sordular: "Ey Allah’ın rasülü, Beytül Makdis’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?" Bunun üzerine Cenabı Hakk şu âyeti indirdi: " Senin yöneldiğin istikameti, peygamberlere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık... [Bakara suresi 143. âyet]." [Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:2, s:157]
Bu rivayet Ebu Davut ve Tirmizî’de yer almıştır.
Görüldüğü gibi, Mü’minlerin ana stratejileri olan bağımsız, özgür bir yurtlarının, devletlerinin olması anlamındaki Kıble, namazda Kâbe’ye yönelme olarak çarpıtılmıştır. Ama yine de yakayı ele vermişlerdir. Kudüs’teki mescidin adı bütün rivayetlerde Beytü’l-Makdis olarak geçmiş, birinde bile Mescid-i Aksa adı anılmamıştır. Zaten konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa gerçekten de Kudüs’teki mescit olsaydı, başta peygamberimiz olmak üzere tüm Müslümanlar Kudüs’teki mescit için "Mescid-i Aksa" ifadesini kullanırlar, Beytü’l-Makdis adını ağızlarına bile almazlardı.
BEYTÜ’L-MAKDİS’E MESCİD-İ AKSA ADINI KİM VERDİ?
Burada, muhtemel bir yanılgıyı önlemek için hemen belirtmek gerekir ki, " لاقصا Aksa" sözcüğü ile " مُقدّسmukaddes" ve " مَقدِسmakdis" sözcükleri arasında anlam ve yapı yönünden herhangi bir bağ ve yakınlık yoktur.
Çoğunluk tarafından yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Kudüs’teki mescit, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılmış olan mescidin [Kudüs Tapınağı] M.S. 70 yıllarında Romalılar tarafından yıkılmasından sonra yıkıntıların hemen yanına yapılmıştır. Yapılışından itibaren de adına uzun yıllarca Yahudiler tarafından "İlya Mescidi", Araplar tarafından ise "Mescid-i Mukaddes" veya "Beytü’l-Makdis" denilmiştir:
Kudüs Tapınağı, ... Birinci tapınak, Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında inşa edilerek İÖ 957’de tamamlandı. ... Babil kralı II. Nabukadnezar İÖ 586’da ... yapıyı tümüyle yıktırdı. ... Babil fatihi II. Kyros [Büyük], İÖ 538’de ... Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Çalışmalar İÖ 515’te tamamlandı. Özgün yapının gösterişsiz bir benzeri olarak yapılan İkinci Tapınak’ın ayrıntılı plânı günümüze ulaşamadı. ... İS 66’da Roma’ya karşı çıkan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde odaklaştı ve İS 70’de ... Romalıların tapınağı yıkmasıyla sonuçlandı. İkinci Tapınak’tan geriye yalnızca batı duvarının bir parçası, bugün Ağlama Duvarı diye anılan bölüm kaldı. ... [Ana Britannica, c:19, s:420]
Görüldüğü gibi, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılan tapınak 70 yılında yerle bir olmuş ve bugüne de sadece bir duvarı kalmıştır. Ama bugün o duvardan başka 6. ve 7. yüzyıllarda tapınağın yıkıntılarının bir bölümü üzerinde inşa edilmiş iki yapı da ayaktadır. Bunlardan biri, 527-565 yılları arasında hüküm sürmüş olan Bizans imparatoru I. İustinianos tarafından yaptırılan bir bazilikadır ki, bu yapı 638 yılında halife Ömer’in Kudüs’ü almasından sonra camiye çevrilmiştir. [Ana Britannica, c:22, s:304, 305] Diğer bina ise 691 yılında Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan tarafından ve halife Ömer’in camiye çevirttiği yapının hemen kuzeyinde yaptırılan Kubbetü’s-Sahra’dır. [Ana Britannica, c:19, s:411]
Bazı kaynaklara göre Abdülmelik b. Mervan, kendisine karşı Mekke’de halife ilân edilen Abdullah b. Zübeyr [Ana Britannica, c:1, s:32] ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak Halife Ömer tarafından camiye çevrilen yapının adını, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye "Mescid-i Aksa" koymuştur. Abdülmelik b. Mervan’ın koyduğu isim meşhurlaşınca, geriye, konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa’nın bu mescit olduğunu kitaplara yazdırmak kalmıştır. Tahmin edileceği gibi, bu da pek zor olmamıştır. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler ve bunun aksini söylemek, açıklamak hatta düşünmek bile imkânsız hâle gelmiştir.
Yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Beytü’l-Makdis hakkındaki bu tahlilimizden sonra, 1. ayetteki ifadelerle ilgili değerlendirmemize kaldığımız yerden devam edelim.
Ayetin orijinalinde yer alan " حولhavl" kelimesinin gerçek anlamı "bir yan, bir kenar, kıyı" demek olup, çevre demek değildir.
Ancak kısaca özetlemek gerekirse, "havl" sözcüğünün esas anlamı "bir şeyin değişmesi, değişime uğrayıp başkasından ayırt edilmesi" demektir. Bir şeyin "havl"i, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. Yani bir şeyin değiştiğini gösteren, belli eden tarafı [dış yüzü, dış kenarı] o şeyin havlidir. "Hile" sözcüğü de "havl" sözcüğünden gelmektedir. [Tacü’l-Arus; c:14 s:179–186, Lisanü’l-Arab; c:2 s:664–673, Müfredat; s:137, 138]
"Havl" sözcüğü Kur’an’da 17 kez geçmektedir. Bunlardan ikisi [Bakara/233, 240] "sene" anlamında, 15 tanesi de [Meryem/68, Zümer/75, Âl-i Imran/159, Tövbe/101, 120, Ahkaf/27, Bakara/17, İsra/1, Şuara/25, 34, Mümin/7, En’âm/92, Ankebut/67, Neml/8, Şura/7] "bir şeyin dış kenarlarından birisi" anlamında kullanılmıştır. "Havl" sözcüğü Türkçemize "havlu [avlu; yapının yanı başında duvarla çevrili yer]" olarak geçmiştir.
Bir kenarını mübarek kıldığımız
"Havl" sözcüğünün yukarıdaki açıklamaları çerçevesinde, ayette geçen "bir kenarını mübarek kıldığımız" ifadesinden, Mescid-i Aksa’nın coğrafî olarak mübarek kılınmış yerin dışında, bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda yapılması gereken, önce mübarek yerin neresi olduğunu bulmak, sonra da bu yerin kenarının neresi olduğunu tespit etmektir.
Mübarek yerin neresi olduğu Kur’an’da bildirilmiştir:
96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i Imran/96, 97]
Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram, "Haram bölgenin mescidi" demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu haram/mübarek/bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin kenarlarının nereleri olduğu da tespit edilebilsin.
Mekke ve Kâbe’yi konu alan tüm belgelerde haram/mübarek/bereketli bölgenin sınırları şöyle belirlenmiştir:
- Kâbe’den Medine yolu istikametine dört mil,
- Kâbe’den Yemen yolu istikametine altı mil,
- Kâbe’den Taif yolu istikametine on bir mil,
- Kâbe’den Irak yolu istikametine yedi mil,
- Kâbe’den Ci’rane vadisi istikametine dokuz mil,
- Kâbe’den Cidde yolu istikametine on mil.
Bu durumda, konumuz ayette sözü edilen Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin hemen dışında, kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik b. Mervan tarafından bu ayetlerin inişinden en az 50 sene sonra Mescid-i Aksa olarak konulmuş Kudüs’teki mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa olması mümkün değildir.
TARİHÎ KAYNAKLARDAKİ MESCİD-İ AKSA:
"Mescid-i Aksa", "en uzak mescit" demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dilbilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.
İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin "Kitabü’l-Meğazî" ve el-Ezrakî’nin "Ahbâru’l-Mekke" adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı "Mescid-i Aksa/en uzak mescit" denilen mescittir. Bu mescidi Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken salat etmişlerdir.
VAKIDİ BELGE ORİJİNALİ
EZRAKİ Belge Orijinali
UYARI:
O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da, kendi anlayışlarına göre salat, hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, salatın, haccın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, eğitim- öğretim, toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan yapılarının şekli değil, kullanım amaçlarıdır.
Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında, artık ayetteki "bir kenarını mübarek kıldığımız" ifadesi daha iyi değerlendirilerek Mescid-i Aksa’nın haram/mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmış olmalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakikî Mescid-i Aksa Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.
Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh ve haşiye yazanlar, bu rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için çeşitli teviller ileri sürmüşlerdir. Birçoğu gülünç olan bu tevilleri görmek için klasik kitapların orijinallerine veya tercümelerine bakılabilir.
PEYGAMBERİMİZİN YÜRÜTÜLÜŞ NEDENİ:
Ayetlerimizden gösterelim diye ...
Ayette bildirildiğine göre; Allah’ın kulu [Muhammed (as], kendisine birtakım ayetler gösterilmek üzere, bir gece, Mescid-i Haram’dan, mübarek kılınmış yerin kenarındaki Mescid-i Aksa’ya yürütülmüştür.
Bizim kanaatimize göre, Rasülüllah’a Fil suresinde konu edilen ve Fetih/27. Ayette ALAK suresinde konu edilen tartaklamaya karşı Mekke müşriklerinin, bedir, Uhud, Hendek zaferleri ve Mekke’nin fethi; yani müşriklerin. sonlarının getirilişi gösterilmiştir.
FİL SURESİ
1,2Rabbin, filli orduya nasıl etti görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
3-5Ve onların üzerlerine, onlara pişmiş taşlar ile birlikte iri taneli yağmur yağdıran öbek öbek bulutlar; boran gönderdi de onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi.
/Rabbin, ahmaklar, geri zekalılar güruhuna nasıl etti görmedin mi? Onların üzerine necm necm ayetler/bela üstüne belalar gönderdi de onları hem vicdanen rahatsız etti hem de köklerini kazıyıp yok etti.
Rabbimiz hem bu gösteriyi hem de ayetlerini "nerede" ve "nasıl" gösterdiğini Necm suresinde açıklamıştır. Konunun öneminden dolayı, Necm Suresi’nin ilgili bölümünün yeniden okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve Allah`a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kur`an`ı vahyedenin Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Bu sıfatlar Yüce Allah’ın sıfatlarıdır. Halbuki rivayetçiler bu sıfatları Cebrail`e vermişler, 10. ayette peygamberimizin Cebrail`e kul olması anlamı ortaya çıkınca da işin içinden çıkamayarak bin bir safsata uydurmuşlardır. Kur`an`ı öğretenin Cebrail olduğunu söylemek, Kur`an`a tamamen terstir.
Tekrar konumuza dönersek; "Kulunu [Muhammed (as)’ı] ... Mescid-i Aksa’ya yürüten" ifadesinden, peygamberimizin yürümesinin ve mucizelerden en büyüğünü görmesinin geceleyin gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Yürüyüşün bir gece vakti vuku bulduğu, hem "leylen [geceleyin]" zarfıyla hem de "gece yolculuğu" anlamına gelen "esra" fiili ile vurgulanmaktadır
Bu gecenin nasıl bir gece olduğu hakkında Kur’an’da şu bilgiler verilmiştir:
-Bu gece mübarek bir gecedir:
2-7Apaçık/açıklayan Kitab'a yemin olsun ki şüphesiz Biz, Kendi katımızdan bir iş olarak, onu, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler ile dolu/sağlam, her işin/oluşun kendisinde ayırt edildiği, her şeyin bol bol verildiği, kazancın bol olduğu bir gecede indirdik. Şüphesiz Biz uyarıcılarız. Şüphesiz Biz, Rabbinden, göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin Rabbinden –eğer kesin inanan kimseler iseniz– bir rahmet olarak elçi gönderenleriz. Şüphesiz O, en iyi duyanın, en iyi görenin ta kendisidir. [Duhan/2-7]
-Bu gece Kadir gecesidir:
1Şüphesiz Biz, değerli sayfalar içindeki Kur’ân'ı Kadr gecesinde indirdik. [Kadr/1]
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İsra suresinin 1’inci, Duhan suresinin 4’üncü ve Kadir suresinin 1’inci ayetlerinde geçen "gece" aynı gecedir.
Bakara/185’te ise bu gecenin Ramazan ayında olduğu açıklanmıştır. Ancak hangi yıldaki Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu Kur’an’da bildirilmemiştir. Rabbimizin bilgi vermediği birçok konuda olduğu gibi bu konuda da rivayetler ortaya çıkmış, bunların en sağlam kabul edilenlerinin birinde "Hicretten bir sene evvel olduğu" [Mükatil]; diğerinde ise Enes ve Hüseyin’den naklen "Muhammed (as) henüz peygamber olmazdan evvel" [Zemahşerî; Keşşaf] denmiştir. Pek tabiîdir ki, bu olay peygamberimizin elçilik görevi almasından 1-2 saat önce gerçekleşmiştir. Çünkü ayette bildirildiğine göre, peygamberimiz, Mescid-i Haram’dam Mescid-i Aksa’ya, kendisine bir takım ayetler gösterilmek, yani peygamber yapılmak, vahyedilmek için yürütülmüştür. Nitekim Necm suresinden öğrendiğimize göre, peygamberimiz, bu yürüyüşün sonunda, Mescid-i Aksa’daki son sidre ağacının yanında ilk vahyi almış ve "Kul Muhammed" olarak geldiği "Cennetü’l-Meva"dan "Elçi Muhammed (as)" olarak ayrılmıştır.
Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
Bu ayette Allah’ın " السّميعsemi’" ve " بصيرbasîr" sıfatlarıyla yer almasının sebebi, bize göre, Allah’ın toplumun cehaletinden ileri gelen sıkıntılarını görmesi ve mevcut düzenlerdeki zulümden kaynaklanan feryatları duymasıdır. Yüce Allah, bu sıkıntıları ve feryatları görmezlikten, duymazlıktan gelmemiş, toplumu aydınlatacak, insanları mutlu kılacak, onların Allah’ın rahmetine kavuşmalarını sağlayacak bir elçi görevlendirmek için o kişiyi Mescid’i Haram’dan Mescid’i Aksa’ya yürütmüştür.
Yüce Allah’ın elçi göndermesindeki bu gerekçeler, Musa peygamberin elçi yapılması ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te de varittir:
7- RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı çok iyi biliyorum" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
8- Bu yüzden aşağıya indim. Onları Mısırlılar'ın elinden kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal ülkesine, Kenanlılar'ın, Hititler'in, Amorlular'ın, Perizliler'in, Hivliler'in, Yevuslular'ın topraklarına götüreceğim.
9- İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
10- Gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a göndereyim."
11- Musa, "Ben kimim ki Firavun'a gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
12- Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapacaksınız." [Çıkış, 3. Bab; 7-12:]*
*İşte Kuran, Kasas Suresi
Yorumlar -
Yorum Yaz