• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

54Hicr Suresi 16-25




Hatalı Çevrilen Ayetler


54Hicr Suresi 16-25


Hatalı Çeviri:
16. Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyr edenler için onu süsledik.

17. Onları, taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk.

18. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine açık bir alev sütunu düşmüştür.

19. Yeri uzatıp yaydık, orada sabit dağlar yerleştirdik, yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik.

20. Orada hem sizin için hem de rızıkları size ait olmayanlar için (gerekli) geçim vasıtaları yarattık.

21. Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.

22. Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli) suyu depolayamazdınız.

23. Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz! Ve her şeye biz vâris oluruz.

24. Andolsun biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.

25. Şüphesiz Rabbin onları (kıyamette) toplayacaktır. Çünkü O, hakîmdir, alîmdir.




Doğru Çeviri:
16Andolsun, Biz, gökte birtakım burçlar oluşturduk ve bakanlar için onu süsledik.

17,18Ve uzayı, az da olsa vahye kulak veren, kendilerini alev sütunu takip edenler/roketlerle uzaya gidenler hariç tüm düşünce yetilerinden koruduk.216

19Yeryüzünü de yaydık ve oraya sabit kazıklar/dağlar yerleştirdik. Ve yeryüzünde ölçülmüş her şeyden bitkiler bitirdik.

20Ve yeryüzünde sizin için ve sizin rızıklandırmadığınız kimseler için geçim yollarını yaptık/ Ve yeryüzünde sizin için birtakım geçim yolları ve sizin rızıklandırmadığınız kimseler yaptık.

21Ve her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır. Ve Biz, onu ancak belli bir ölçü ile indiririz.

22Ve Biz, rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık. Suyu hazinelerde tutanlar/ biriktirenler de siz değilsiniz.

23Ve yalnızca Biz, elbette diriltiriz ve Biz öldürürüz! Ve Biz, son sahip olacaklarız.

24Ve andolsun ki Biz, sizlerden öne geçmek isteyenleri bilmişizdir ve andolsun ki Biz, geri kalmak isteyenleri de bilmişizdir.

25Ve şüphesiz senin Rabbin, onları toplayacak olanın ta kendisidir. Şüphesiz O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, en iyi bilendir.



16Andolsun, Biz, gökte birtakım burçlar oluşturduk ve bakanlar için onu süsledik.

17,18Ve uzayı, az da olsa vahye kulak veren, kendilerini alev sütunu takip edenler/roketlerle uzaya gidenler hariç tüm düşünce yetilerinden koruduk.



"KULAK HIRSIZLIĞI YAPAN ŞEYTANLAR"

Kur’an’da iyi değerlendirilmesi gereken konulardan biri de "şeytanların kulak hırsızlığı yapmaları" konusudur.

Bu konu Kur’an’da Hicr suresinin 16–18. ayetleri ile Saffat suresinin 6–10. ayetlerinde yer almaktadır. Numaraları verilen bu ayetler, eski tefsircilere göre müteşabih sayıldığı için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl dışı, hatta din dışı açıklamalar ve inançlar ortaya çıkmıştır. Mevcut meal ve tefsirlerin hemen hemen hepsi de konuyu aşağı yukarı aynı anlam doğrultusunda açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi bu ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih sayılmaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş hikâyelere ters düşmesin diye bazı dilbilgisi kurallarını ihmal etmeye veya bilerek yanlış kullanmaya artık gerek kalmamıştır.

Ayette geçen "شهاب Şihap" sözcüğü, bildiğimiz odun ve ot alevidir. [Lisanü’l-Arab; c:5, s:213,214] Sözcük Hıcr suresinde "شهلب مبين şihab-ı mübin [açık, parlak alev]" şeklinde, Saffat suresinde ise "شهلب ثاقب şihab-ı sakıp [delici alev]" şeklinde kullanılmıştır. Her iki kullanış şekli birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerde sözü edilen alevin "delici ve parlak" olduğu anlaşılmaktadır.

Bu delici, parlak alev; bize göre, bu ifadelerin geçtiği ayetlerdeki "فأتبعه feetbeahü [kendisini izler, kendisinin arkasından gelir]" fiilinin de ipucu olmasıyla bir uzay roketinin arkasındaki alevdir.

Eski müfessirler ayetlerdeki bu ifadeleri "yıldız kayması", "meteor düşmesi" olarak açıklamışlar ve yıldızlar ile meteorların, ne olduğunu anlayamadıkları şeytanların arkasından bir top mermisi gibi fırlatıldığına inanmışlardır. Ancak bu bombardımanın sonucuyla ilgili olarak şeytanların bu parlak, delici alevlerden kurtulup kurtulamadıklarına, ölüp ölmediklerine dair bir yorum yapamamışlardır.

"Kulak hırsızlığı"nın ne olduğuna gelince: Hıcr suresinin 18. ayetindeki "استرق isteraka" fiili, genellikle "kulak hırsızlığı yapan" diye çevrilmiştir. Bu fiil Kur’an’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali olan "سرق seraka"nın anlamı "çaldı, hırsızlık etti" demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptan anlamı ise "kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi" demektir. [Lisanü’l-Arab c:4. s:565] Yani "إستراق istirak" hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek demektir.

Bu fiil, konumuz olan ayette "من استرق السّمع men isteraka’s-sem’a [sem’a kulak kabartan]" cümlesi içinde yer almıştır. Burada "سمع sem’" sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, "استرق isteraka" fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) "dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen" demektir.

Diğer taraftan cümlede geçen "sem’a" sözcüğü vahyi yani Kur’an’ı işaret etmektedir.

Konumuz olan pasajlardaki ayetler [Hıcr/18 ve Saffat/10], "illa" istisna edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisna edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmış olmaktadır. Ayetleri birlikte değerlendirirsek, anlam da "semayı... şeytandan koruduk; ancak vahye kulak veren [mele-i a’lâdan bir parça alan] ve kendisini şihabın takip ettiği kişilerden korumadık" demek olur.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, mevcut meal ve tefsirlerde bu inceliğe dikkat edilmemiştir. Ayetlerdeki "illâ" edatı yokmuş gibi davranılmış ve "من men" ism-i mevsulü şart edatı kabul edilerek cümleye şart cümlesi anlamı verilmiştir: "Kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir."

Oysa 18. ayetin 17. ayetin devamı olması münasebetiyle iki ayeti tek bir cümle hâlinde ifade edersek cümle şöyle şekillenir:

"Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytan-ı Racim’lerden koruduk."

Yani sema "azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki tüm Şeytan-ı Racim’lere" kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.

Saffat; 6–10:Gerçekten biz en alt semayı ziynetlerle; yıldızlarla süsledik.

Asi inatçı şeytanın tümünden koruduk;

onlar mele-i a’lâya hiç kulak vermezler ve her taraftan taşlanırlar,

kovulmak için... Ve onlara sürekli azap vardır,

ancak bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip eden hariç.

Burada da 7–10. ayetler tek bir cümle olduğu için bunları da tek cümle hâlinde ifade edelim:

"Biz semayı, mele-i a’lâdan bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a’lâya hiç kulak vermeyen ‘şeytan-ı marid’in tümünden koruduk."

Ayetin özetini alırsak; gökyüzü ‘şeytanı marid’e kapalı olup mele-i a’lâdan azıcık bilgi kırıntısı sağlayan ve kendini delici alevin takip ettiklerine açıktır.

Ayetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, ayetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımları gerekmektedir:

Büruc:

Ayette geçen "بروج büruc" sözcüğü, "برج burç" sözcüğünün çoğuludur. "Burç"; yüksek köşk demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de "burç" adı verilmiştir. Ayette çoğul olarak kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burcun olduğu anlaşılır. Bazı tefsirciler on iki burcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova... burçları olarak adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji (evrenbilim) ve astronomi (gökbilim) tam kemale ermediğinden biz, burçların sayısını kesin ifade etmenin doğru olmayacağı kanaatindeyiz.

Şeytanı-ı Racim ve Şeytan-ı Marid

Racim

"رجيم Racim" sözcüğünün mastarı "رجم recm" olup, bu sözcüğün ilk anlamı; "قتل öldürmek" demektir. Öldürmeye "recm" denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi taşlamak suretiyle öldürmeleri, öldürecekleri kimseye ölene kadar taş atmalarıdır. Sonradan her öldürme işine "recm" denilir olmuştur. Kur’an’da yeri olmamasına rağmen zina suçlularına verilen cezanın adı da buradan gelir. "Recm" ve türevleri Kur’an’da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir yerde bu anlamda kullanılmamıştır.

"Öldürmek" anlamı dışında "recm" sözcüğü şu anlamlarda da kullanılır olmuştur: "taş atmak", "lânet etmek", "sövmek, yermek", "hicran", "tart etmek, kovmak", "zann ve zanna dayalı söz söylemek" (Lisan ül Arab Cilt 4 S.90).

Nitekim şeytan için bu anlamların hepsi uygun görülmüş, şeytana ism-i mef’ul anlamıyla "taşlanmış şeytan", "lânetlenmiş şeytan", "kovulmuş şeytan", "sövülmüş şeytan" ..." denilmiştir.

Marid

"مارد Marid" sözcüğü; "azgın, inat ve isyanda benzerlerinden çok ileri giden, karşı çıkan" demektir. Bu sözcüğün mübalâğa kalıbı olan "مريد merid" sözcüğü, "şeytan-ı merid" olarak Hacc suresinin 3. ve Nisa suresinin 117. ayetlerinde, geçmiş zaman kipiyle de "مردوا على النّفاق mered-u alennifakı/münafıklık üzerine inatlarını sürdürdüler" şeklinde Tövbe suresinin 101. ayetinde yer alır. "Marid" sözcüğünün mastarı olan "مرد merd" sözcüğünün türevleri, sözcüğün öz anlamı ekseninde farklı kalıplarda birçok değişik anlam kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi ise, "معرّى soymak –soyunmuşluk" anlamıdır. Araplar, yapraktan soyunmuş (yaprağı olmayan) ağaca "شجر امرد şecerün emred", bitki bitmeyen kumluklara "رملة مرداء remletin merdai", köseye (sakalı bitmeyen kimseye) de "امرد emred" derler. (Lisan ül Arab cilt 8, S. 247–250)

"تمرّد Temerrüt (uzun bir süre inat etme)" sözcüğü de aynı kökten türemedir.

"Marid" sözcüğü, "soymak, soyunmuşluk, çıplaklık" anlamıyla değerlendirildiğinde "şeytan-ı marid"; ism-i mef’ul anlamıyla "hayırlardan, güzelliklerden soyunmuş şeytan"; ism-i fail anlamıyla "hayırlardan, güzelliklerden soyan şeytan" demek olur. Bu anlam, A’râf suresinin 27. ayetinde farklı bir üslûp ile kullanılmıştır.

"Marid" sözcüğü ile İblis’e (düşünce yetisi) yakıştırılan "inat ve isyanda çok ileri gitme" sıfatı, Kur’an’da anlatılan olaylardaki İblis’in (Şeytan-ı Racim’in) davranışları ile birebir örtüşmektedir. İblis’e (düşünce yetisi), Âdem’e secde et (Âdem’e boyun eğ) denildiğinde, Allah’ın onu yarattığı özelliğe uygun olarak secde etmemiş, kendisine yapma denileni yapmış, yap denileni yapmamış, Âdem’i yaklaşılması yasaklanan ağaca yaklaştırmıştır.

Şihab-ı Mübin ve Şihab-ı Sakıp:

"شهاب Şihap" sözcüğü, bildiğimiz odun ve ot alevidir. Sözcük Hicr suresinde "شهلب مبين şihab-ı mübin (açık, parlak alev)" şeklinde, Saffat suresinde ise "شهلب ثاقب şihab-ı sakıp (delici alev)" şeklinde kullanılmıştır. Her iki kullanış şekli birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerde sözü edilen alevin "delici ve parlak" olduğu anlaşılmaktadır.

Bize göre bu delici, parlak alev; bu ifadelerin geçtiği ayetlerdeki "فأتبعه feetbeahü (kendisini izler, kendisinin arkasından gelir)" fiilinin de ipucu olmasıyla UZAY ROKETİ’nin arkasındaki alevdir.

Geçmiş zaman tefsircileri ayetlerdeki bu ifadeleri "yıldız kayması", "meteor düşmesi" olarak açıklamışlar ve yıldızlar ile meteorların, ne olduğunu anlayamadıkları şeytanların arkasından bir top mermisi gibi fırlatıldığına inanmışlardır. Ama bu bombardımanın sonucu hakkında, şeytanların parlak, delici alevlerden kurtulup kurtulamadıklarına, ölüp ölmediklerine dair bir uydurma yapamamışlardır.

Az da olsa Vahye kulak verme (Kulak hırsızlığı):

Hicr suresinin 18. ayetindeki "استرق isteraka" fiili, genellikle "kulak hırsızlığı yapan" diye çevrilmiş olup, Kur’an’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali olan "سرق seraka"nın anlamı; "çaldı, hırsızlık etti" demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptan anlamı ise; "kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi" demektir (Lisanül Arab cilt 4. S. 565). Yani "إستراق istirak", hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek demektir.

Bu fiil konumuz olan ayette "من استرق السّمع Men isteraka s sem’a (Sem’a kulak kabartan" cümlesi içinde yer almıştır. Burada "سمع sem’" sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, "استرق isteraka" fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) "dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen" demektir.

Diğer taraftan cümlede geçen "sem’a"; vahyi yani Kur’an’ı işaret etmektedir. Bu yargıya ise aşağıdaki ayetler delâlet etmektedir:

Mülk; 10:Ve yine derler ki: "Eğer kulak vermiş olsaydık veya akletmiş olsaydık, sair /cehennem halkı arasında olmazdık."

Furkan; 44:Yoksa onların çoğunu vahye kulak verir veya akleder mi sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibidirler, hatta gidişatça daha sapıktırlar.

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca, şu ayetler de tetkik edilebilir: A’râf; 100, Yunus; 67, Nahl; 65–69, Rum; 21–24, Secde; 26, Enfal; 21, 22, Kehf; 101, Kaf; 37.

Hicr suresinin 18. ayetindeki "استرق isteraka" fiili, konumuz olan diğer sure Saffat’ın 10. ayetinde "من خطف الخطفة men hatıfel hatfete (bir kırıntı kapan)" diye açıklamıştır.

Mele-i a’lâ:

"Dolmak" anlamına gelen "ملؤ mil" sözcüğünden türemiş olan "ملأ mele" sözcüğünün ilk anlamı "dolu olan (depo)" demektir. Sonraları reisler, başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri için de "mele" denilir olmuştur. Bunlara "ملأ mele" denilmesinin sebebi, kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu olmalarıdır. Yani "boş adam" olmamalarıdır. Sözcük bu anlamıyla Kur’an’da 28 kez geçmektedir.

Araplar ayrıca "ahlâk"a da "mele" demektedirler (Lisanül Arab c. 8 S. 344-346).

Eski tefsirciler "mele" sözcüğünün "reisler, ileri gelenler (konsey), erdemliler" demek olan mecaz anlamını esas almışlar ve sözcüğün "أعلى a’lâ (yüce)" sıfatıyla birlikte kullanıldığı "الملأ الأعلى el mele-il a’lâ" deyimine "yüce konsey" demişlerdir. Ancak bu "yüce konsey"in ne olduğu ve kimlerden oluştuğu konusunda sağlam bir kanıt olmadığı için, bunun, "göklerdeki melekler", "Kerrubiyun/mukarrebun (Allah’a en yakın olan melekler)" olduğunu söylemişlerdir. Böyle olunca da, kulak hırsızlığı yapmaya çalışan şeytanları, Allah’ın başucundaki meleklerin muhabbetlerini dinlemek için göklere çıkarmışlar ve onları oradan ancak yıldızlarla bombardımana tutmak suretiyle kovabilmişlerdir(!).

Bize göre ise sözlük anlamı "yüce dolular (yüce depo)" olan "melei a’lâ" sözcüğü; vahydir, Kur’an ayetleridir. Çünkü Kur’an, insanlığın ihtiyaç duyduğu her şeyi içermektedir ve herkesin ihtiyaç duyacağı bilgiler ile dopdoludur. Kur’an’ın içindekiler önemsiz şeyler olmayıp, en değerli yüce şeylerdir. (Bu husus ile ilgili birçok ayet vardır.)

"Mele-ı a’lâ" ifadesi Kur’an’da bu ayetten başka bir de Sad suresinin 69. ayetinde geçmektedir. Bu ayetin iyi anlaşılabilmesi için önünü ve arkasını birlikte ele almak gerekir:

Sad; 65–70:De ki: "Ben sadece bir uyarcıyım. O Vahid ve Kahhar Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbidir O. Aziz ve Gaffardır..."
De ki: "Büyük bir haberdir o (Kur’an).
Yüz çevirip duruyorsunuz ondan.
Tartışıp durdukları mele-i a’lâya dair benim hiçbir bilgim yoktu.
Bana sadece açık bir uyarıcı olduğum vahyediliyor."

Görüldüğü gibi "mele-i a’lâ" ifadesi, bu ayette de Kur’an anlamında kullanılmıştır. Zira tartışılan Kur’an’dır ve kendisine vahy gelene kadar peygamberimizin Kur’an hakkında hiçbir bilgisi yoktur.

Yukarıdaki bilgiler ışığı altında, her iki surenin ayetleri birlikte değerlendirilirse diyebiliriz ki, Sem’a kulak kabartmak, Mele-i a’lâdan bir kırıntı kapmak; Kur’an’dan azıcık da olsa istifade edebilmektir.

Mele-i a’lâdan bir parça koparmakla, yani vahye kulak kabartmakla elde edilenin ne olduğuna gelince: Kur’an’da kozmolojiye ve astronomiye ait birçok ayet vardır. Çağımızda bunlar eski çağlara göre binlerce kat daha iyi anlaşılmakta ve bu ayetlerin her biri günümüzde taze birer mucize olmaktadır. İşte bu ayetlerden bir tanesi de şudur:

Rahman; 33:Ey ins ve cinn topluluğu! Göklerin ve yeryüzünün çaplarından aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa hemen aşın geçin. Ancak üstün bir güçle (sultan ile) geçebilirsiniz.

Ayette konu edilen "sultan (üstün güç)" bilim ve teknolojidir. Şihab-ı sakıp, mübin /delici parlak alev (roket alevi) de sultanın (üstün bir gücün) göstergesi, işaretidir. Bu ayet, istisnalı bir cümledir ve devamı olan ayette "Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?" diye sorulmak suretiyle insanlara "Gidin görün bakalım o gördükleriniz karşısında Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabileceksiniz" denilmektedir. Yani, ayetin bu ifadesi insanlara acziyetlerini hatırlatan bir meydan okuma olmayıp, "Bu üstün güce sahip olursanız semavat ve arzın çaplarından çıkabilirsiniz, ama bu üstün güce sahip olmazsanız bunu başaramazsınız." diyen bir yol göstermedir.

"illa" istisna edatı

Konumuz olan pasajlardaki ayetler (Hicr; 18 ve Saffat; 10. ayetler), "illa" istisna edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisna edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmış olmaktadır. Ayetleri birlikte değerlendirirsek ayetlerin anlamı; "semayı... şeytandan koruduk ama, vahye kulak veren (mele-i a’lâdan bir parça alan) ve kendisini şihabın takip ettiği kişilerden korumadık." demek olur.

Dikkat ederseniz piyasadaki meal ve tefsirlerde olması lâzım gelen bu meal maalesef yoktur. Ayetlerdeki "illâ" edatı yokmuş gibi davranılmış ve "من men" ism-i mevsulü, şart edatı gibi değerlendirilmek suretiyle, cümle, şart cümlesi anlamıyla "kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir" diye çevrilmiştir. Kısacası istisna cümlesinin anlamını eski tefsirciler hafsalalarına sığdıramamışlardır. Aslında o dönemlerde bir insanın Kur’an’dan duyacağı bir ayetten, gökyüzüne çıkabileceğini ama bunu başarmak için arkasında parlak ve delici alevi olan bir makineye ihtiyaç olduğunu öğrenmesi de mümkün değildir. Çünkü o günkü bilgi ve teknoloji buna imkân vermemektedir.

Sonuç olarak bizim düşüncemiz şudur: Ham fikir, uzay ile ilgili bir şey üretemez. Ama insan, Kur’an’dan bir şeyler kaparak ham fikri tefekkür boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu yani ROKET yapabilir ve onunla semaya gidebilir. Ona artık gökyüzü açıktır.

Konu ile ilgili görüşümüzü Cin Suresi’nin 8-10. ayetlerinin tahlilini yaparken detaylı olarak arz ettiğimiz için burada sadece bu kısa hatırlatmayla yetiniyor, konunun detayının ilgili bölümden okunmasını öneriyoruz.


19Yeryüzünü de yaydık ve oraya sabit kazıklar/dağlar yerleştirdik. Ve yeryüzünde ölçülmüş her şeyden bitkiler bitirdik.

20Ve yeryüzünde sizin için ve sizin rızıklandırmadığınız kimseler için geçim yollarını yaptık/ Ve yeryüzünde sizin için birtakım geçim yolları ve sizin rızıklandırmadığınız kimseler yaptık.

21Ve her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır. Ve Biz, onu ancak belli bir ölçü ile indiririz.



Sema ile ilgili açıklamalardan sonra bu ayetlerde de yeryüzüne ve insanlar için önemine dikkat çekilmiştir.

19. ayetteki "yeryüzünü de yaydık" ifadesi, Naziat/30’da "Bundan sonra da yeryüzünü serip döşedi"; Zariyat/48’de ise "Yeryüzünü de Biz döşedik. İşte, ne güzel döşeyenleriz!" şeklinde geçmektedir. Bu ifadelerden yeryüzünün tepsi gibi düz olduğu anlamını çıkaranlar ve böyle olduğuna inanmakta direnenler vardır. Hâlbuki ayette konu edilen husus yeryüzünün düzlüğü değil, yaşamaya elverişli bir yaygınlıkta oluşudur. Yeryüzü, üzerinde yaşayan canlılara nispetle o kadar büyük bir küredir ki, üzerinde bulunan her şey için yaygın, düz bir görünüm arz etmektedir.

Yine aynı ayette bahsi geçen yeryüzüne yerleştirilmiş sabit kazıklar ise dağlardır. Nitekim Nebe’/7’de Rabbimiz "Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı!" buyurarak dağları direk [kazık] olarak nitelemiştir. Dağların yeryüzüne kazık gibi yerleştirilmesi, yeryüzünün sarsılmaması içindir:

10Allah, gökleri dayanak olmadan oluşturmuştur, bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, size sofra hazırlasın diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda irili-ufaklı her canlıdan türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her değerli çiftten bitki bitirdik. [Lokman/10]

15,16Ve Allah size sofra olması için yeryüzünün içinde sabit-sağlam dağlar, ırmaklar ve siz kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye yollar ve daha nice âlametler bıraktı. Ve Onlar yıldızlarla/Kur’ân âyetleri öbekleriyle yollarını bulurlar. [Nahl/15]

31Ve Biz, yeryüzünün içinde, size sofra olsun diye sağlam kazıklar yaptık. Ve orada kılavuzlandıkları yollarını bulsunlar diye bol bol yollar oluşturduk. [Enbiya/31]

Dağların kazıklara benzetilmesi konusu, bilim ve teknik kitaplarında ayrıntılı olarak mevcuttur. Konu ile ilgili detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

ÖLÇÜLMÜŞ HER ŞEYDEN BİTKİLER BİTİRİLMESİ

19. ayetteki " فيهاfîha [orada]" zamirini, teknik olarak hem "yeryüzü"ne hem de "sabit dağlar"a göndermek mümkün ise de, biz "yeryüzü"ne raci olmasını daha doğru bulmaktayız. Çünkü yeryüzü, yararlanılan her türlü bitki çeşidinin bitmesi bakımından, ayette geçen " انبتناenbetna [bitkiler bitirdik]" ifadesine, "dağlar"a göre daha uygun düşmektedir.

Ayetteki "ölçülmüş" sıfatı, yeryüzündeki tüm bitkilerin bir "ölçü", "denge" esasına göre yaratıldığını ve bu "ölçü", "denge" esasının yaratılışta bir temel yasa olarak konduğunu ifade etmektedir.

8Allah, "Her dişinin neyi taşıdığını ve rahimler neyi eksiltir ve neyi artırır" bilir. Ve her şey, O'nun katında bir ölçü iledir. [Ra’d/8]

49Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet her şeyi bir ölçü, ayar ile oluşturduk. [Kamer/49]

27Ve eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı/döşeseydi [bol bol verseydi], kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velâkin Allah dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından en çok haberi olandır, en iyi görendir. [Şûra/27]

Burada konu edilen "ölçü", "denge" esasından, her bitkinin yeryüzünün tamamını kaplamadan, uygun yerlerde bitirilmesi ve belli bir dereceye kadar büyümesi anlaşılmaktadır. Çünkü eğer her bitkinin serbestçe büyümesine izin verilse, büyüme gücünün büyüklüğü sebebiyle tek bir çeşit bitkinin bile yeryüzünün tamamını kaplaması mümkündür. Fakat hikmet sahibi ve her şeye gücü yeten Yaratıcı, büyümeye ve çoğalmaya bir ölçü, bir denge koyarak her tür bitkinin dengeli çoğalmasını düzenlemiştir. Ayrıca bitkilerin belirli boy ve kalınlıkta büyüyor olması da yine her bitkinin yapı, yükseklik, genişlik ve şekil bakımından bizzat yaratıcı tarafından belirlendiğinin bir ispatıdır.

19. ayetteki " فيهاfîha [orada]" zamirin "sabit dağlara" gönderilmesi durumunda, "ölçülmüş" şeylerin bitkiler değil de madenler olması söz konusu olur; ki, altın, gümüş, bakır, kurşun, kalay gibi madenler hep bir ölçü ile kullanılan şeylerdir. Canlı veya cansız, tüm varlıklar kimyasal, fiziksel, biyolojik olarak belirli ölçülere sahiptir. Her biri belirli bir formülle meydana getirilmiş ve her birinin evrendeki fonksiyonu yine belirli ölçülerle ayarlanmıştır. Bu da, evrendeki hiçbir şeyin tesadüfî olmadığı, hepsinin akıllı bir tasarım sonucu oluşturulduğu anlamına gelir. ["Ölçü" konusu ile ilgili olarak "Seyyid Kutub’un Kamer Suresi’nin sonunda verdiğimiz Kamer/49 ile ilgili açıklamalarının tekrar okunmasını öneriyoruz.]

20. ayette Rabbimiz, yeryüzünü insan için bizzat istifade ettiği veya ticaretini yapmak suretiyle yararlandığı tükenmez bir nimet sofrası kıldığını vurgulamaktadır. Bu husus daha önce Abese suresinde de belirtilmişti:

24Hadi, bakıversin insan kendi yiyeceğine!
25Biz suyu döktükçe döktük. 26Sonra toprağı yardıkça yardık.
27-32Böylece yeryüzünde, size ve hayvanlarınıza geçimlik olarak daneler/hububat, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, gür çimenli, sık ağaçlı bahçeler, meyve ve otlak bitirdik. [Abese/24-32]

20. ayetin sonundaki "sizin rızklandırmadığınız kimseler" ifadesi ile bitki ya da hayvan türünden, insanların bakıp beslemediği ama yine de varlıklarını sürdüren bütün canlılar kastedilmektedir. Söz konusu ifade, en geniş anlamıyla "insan dâhil, yaşayan tüm varlıkların yalnız ve yalnız Allah tarafından rızklandırıldığı" anlamına gelmektedir. Nitekim Yüce Allah, bütün canlıların rızkının kendisine âit olduğunu çok açık bir ifade ile bildirmiştir:

6Ve yeryüzünde hiçbir küçük-büyük canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Allah, onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. [Hud/6]


22Ve Biz, rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık. Suyu hazinelerde tutanlar/ biriktirenler de siz değilsiniz.

23Ve yalnızca Biz, elbette diriltiriz ve Biz öldürürüz! Ve Biz, son sahip olacaklarız.

24Ve andolsun ki Biz, sizlerden öne geçmek isteyenleri bilmişizdir ve andolsun ki Biz, geri kalmak isteyenleri de bilmişizdir.

25Ve şüphesiz senin Rabbin, onları toplayacak olanın ta kendisidir. Şüphesiz O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, en iyi bilendir.



Yüce Allah’ın sonsuz kudretinin gözler önüne serilmeye devam edildiği bu ayetlerde, rüzgârların aşılayıcı olduğuna ve yağmurun yağmasını O’nun sağladığına dikkat çekildikten sonra, sadece Allah’ın öldürüp dirilttiği, O’nun herkesin içindekileri bildiği, sonunda da herkesi haşrederek sorgulayacak olanın O olduğu bildirilmiştir.

22. ayette geçen "rüzgârların aşılayıcılar olması" ifadesi, rüzgârların hem kendi işlevini yerine getirerek yağmur yağması için bulutları aşıladığı, hem de çiçek tozlarını taşıyarak bitkileri döllediği anlamına gelmektedir. Bilim ve teknik kitaplarında bu konuyla ilgili de ayrıntılı, doyurucu bilgiler bulunmaktadır.

23. ayette Rabbimiz, diriltmek [hayat vermek, var etmek, varlık alanına getirmek] işinin, ortağı olmaksızın sadece kendisine ait olduğunu bildirmiştir. Bu iş sadece bir "can verme" işi olmayıp Rabbimizin insanlara olan başka lütuflarını da içermektedir:

78-82O, beni oluşturandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. [Şuara/78-82]

... 44Hiç kuşkusuz, öldüren de O'dur, dirilten de... [Necm/44]
23. ayette geçen "vâris" sözcüğü, "mala, mülke son sahip olan" demektir. Dolayısıyla ayetteki "Ve Biz vâris olanlarız" ifadesi, "Bizden başka hiçbir kimse kalmayacaktır. Kişilerin bugün sahip oldukları mal-mülk, asıl sahibinin, yani Bizim olacaktır. Çünkü kulların herhangi bir şey üzerindeki sahiplik iddiaları ölüm ile sona erecektir" anlamına gelmektedir. Bu konu değişik ifadelerle birçok ayette (Meryem/40, Mümin/16, Âl-i Imran/180, Hadid/10, Rahman/26, 27, Hadid/3) vurgulanmıştır.

24. ayette geçen "öne geçmek isteyenler" ifadesi ile "Yüce Allah’a kulluk etmekte ileri gitmek isteyenler"e, bu konuda "yarış yapanlar"a; "geri kalmak isteyenler" ifadesi ile de "kulluktan kaçanlar"a işaret edilmektedir.

"Öne geçmek" ifadesi bir yarışı çağrıştırmaktadır. Zaten Rabbimiz de Kur’an’da bizleri birçok işte ortak hareket etmeye, güzel davranışlarda birbirimizle yarış etmeye davet etmiştir. Dünya hayatında salihatı işlemekte birbirleriyle yarışıp öne geçenler, ahiret hayatında da cennete girişte ve nimetlere erişmede yine önde yer alacaklardır.

"Yarış yapanlar" ile ilgili geniş açıklama Vakıa suresinde yapıldığından, konu hakkında bu kadarla yetiniyor ve detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

Sonuç olarak; 16. ayetten itibaren varlığını, tekliğini, gücünü anlatan Rabbimiz, bunu dile getirirken insanlara göklerin yaratılışı, yeryüzünün teşekkülü, dağların işlevi, her çeşit bitki ile donatılan dünyada insanların ve bütün varlıkların beslenmesi, rüzgârların bitkileri ve bulutları aşılayarak bitkilerin üremesine ve yağmurun yağmasına vesile oluşu gibi tabiat olaylarının yönetilmesi konularında ispatlı dersler vermiş ve en sona sadece kendisinin kalacağını ihtar etmiştir.*




216 Âyetteki ifadelerin lafzî anlamı, Ve göğü taşlanan bütün şeytanlardan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden şeytan hariç, onu apaçık bir alev sütunu takip eder şeklindedir. Biz Mealde âyetlerin te’vîlli anlamlarını gösterdik. Ayrıntılı açıklama için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân.




*İşte Kuran, Hicr Suresi





Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim