• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

87Bakara Suresi 124-132




Hatalı Çevrilen Ayetler


87Bakara Suresi 124-132


Hatalı Çeviri:
124. Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. «Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!) » dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu.

125. Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, diye emretmiştik.

126. İbrahim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle. Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!

127. Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.

128. Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.

129. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.

130. İbrahim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o ahirette de iyilerdendir.

131. Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine boyun eğdim, demişti.

132. Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da, "Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz" (dediler).



Doğru Çeviri:
124Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler/ yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, “Ben, seni insanlara önder yapanım” demişti. İbrâhîm, “Soyumdan da önderler yap!” dedi. Rabbi, “Benim ahdim/ tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!” dedi.

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. –Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.–

126Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır” demişti. Allah dedi ki: “Kâfiri; ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”

127-129Ve hani İbrahim ve İsmail açtıkları TEVHİD OKULUNDAN, DİNİN TEMEL KANUNLARINI; “Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin.” diyerek yükseltiyorlardı/ yüceltiyorlardı.

130Ve İbrâhîm'in dininden/yaşam tarzından, kendini akılsızlaştıran kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.

131Rabbi o'na, “Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran] biri ol!” dediği zaman İbrâhîm, “Ben âlemlerin Rabbi için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri oldum” dedi.

132İbrâhîm de müslim olmayı, kendi oğullarına ve Ya'kûb'a, “Ey oğullarım! Şüphesiz ki bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] kişiler olarak ölün!” diye vasiyet etti.


124Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler/ yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, “Ben, seni insanlara önder yapanım” demişti. İbrâhîm, “Soyumdan da önderler yap!” dedi. Rabbi, “Benim ahdim/ tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!” dedi.


122. âyette İsrâîloğulları'na, kendilerine verilen özel nimeti hatırlamaları ihtar edilmişti. Bu âyette ise, İsrâîloğulları'nın hatırlamaları gereken nimetlerin ilkini bizzat Allah hatırlatarak, verdiği görevleri hakkıyla yerine getiren İbrâhîm'i önder kıldığını bildirmektedir. Âyetin devamı ise, Yahûdilere bir uyarı niteliğindedir. Çünkü, Allah'ın kendisine lütfettiği nimetin tüm soyunu kapsamasını isteyen İbrâhîm'e, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz! cevabı verildiği bildirilmek sûretiyle, İbrâhîm soyundan olmaları sebebiyle üstünlük iddia eden Yahûdilere önemli bir ders verilmektedir. O günkü İsrâîloğulları'nın bir üstünlüklerinin bulunmadığına yönelik bu ders, başka bir âyette ima yoluyla şöyle hatırlatılmaktadır:

134Onlar, gelip geçen bir önderli toplumdur. Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız. [Bakara/134]

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber, Nûh peygamberden sonra, İslâm'ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen ilk peygamber olup, bu görevi yerine getirmek için üstün gayretler göstermiştir. Çocuklarından ve torunlarından Allah'ın ahdine uyanların elçi, önder yapıldığı İbrâhîm peygamber, bu görevi hakkıyla yapabilmek ve sürdürebilmek için oğullarından İshâk'ı Sûriye ve Filistin'e; İsmâîl'i Arabistan'a göndermiş, kendisi de Sûriye, Filistin, Mısır ve Arabistan'a gitmiştir. Kitab-ı Mukaddes, İbrâhîm'in, başka eşinden olan çocuklarını da doğuya gönderdiğinden bahsetmektedir:

İbrâhîm bir kadınla daha evlendi. Kadının adı Ketura'ydı. Ondan Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, İşbak, Şuah adlı çocukları oldu. Yokşan'dan da Şeva, Dedan oldu. Dedan soyundan Aşurlular, Letuşlular, Leumlular doğdu. Midyan'ın Efa, Efer, Hanok, Avida, Eldaa adlı oğulları oldu. Bunların hepsi Ketura'nın soyundandı. İbrâhîm, sahip olduğu her şeyi İshâk'a bıraktı. Câriyelerinin oğullarına da armağanlar verdi. Kendisi sağken bu çocukları oğlu İshâk'tan uzaklaştırıp doğuya gönderdi. [Tekvin, 25:1-6.]

İBRÂHÎM'İN SORUMLU TUTULDUĞU KELİMELER/ALDIĞI YARALAR; ÇEKTİĞİ SIKINTILAR

Âyetteki, Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler/yaralar, sıkıntılar ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti ifadesinden, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Belâ kelimesinin sözlük anlamı, "yıpratmak, bitkin düşürmek"tir. Sınanmak veya denenmek de insanı yıpratan bir süreç olduğu için, bu sözcük zamanla "belâ" sözcüğü yerine kullanılır olmuştur.

Yüce Allah fert ve toplumları bazan sıkıntılara, zorluk ve darlıklara maruz bırakabilir, ki bunlar, bir bakıma insana verilen belâ hükmündedir. Bu sınamanın/denemenin nedeni, insanların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların istikâmetlerini düzeltmelerini, isyan içerisinde olanların Allah'a itaate dönmelerini sağlamaktır. Dinin emir ve yasakları da bir anlamda belâdır. Çünkü bazı emirler insan bedenine zorluk verir, bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına alır. Böyle durumlarda insanların iyisi ile kötüsü, şükredeni ile nankörü belli olur. Belâ sözcüğü ile ilgili olarak şu âyetler incelenebilir: Bakara 49, 155-156, 249; Sâffât/106; Duhân/33; Mâide/48, 94; En‘âm/165; Âl-i İmrân/152, 154, 186; A‘râf/141, 163, 168; Enfâl/17; Yûnus/30; Hûd/7; Mülk/2; Muhammed/4, 31; Enbiyâ/35; Kehf/7; Neml/40; Fecr/15-16; Nahl/92; İnsan/2; Ahzâb 11; İbrâhîm 6.

Bu "belâlandırma", Kur’ân'da bazı yerlerde "fitnelendirme" olarak yer almaktadır.

Özetle ifade edilecek olursa, belâlandırma ya da fitnelendirme, "zorlu-sıkıntılı bir eğitim ve öğretimden geçirerek olgunlaştırıp arındırmak" demektir.

Demek oluyor ki İbrâhîm peygamber de, önder olabilmek için zorlu bir eğitim ve öğretimden, sıkıntılardan, zorluklardan geçtikten sonra önder kılınmıştır. Ayrıca, bu âyetten, gerekli donanıma sahip olmayan kimselere kamu görevi verilmemesi gerektiği mesajı da çıkarılabilir.

Birçok kaynakta, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı bu kelimelerin; sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, bıyıkları ve saçları kısaltmak, koltuk altı ve kasık kıllarını yolmak, saçları ortadan ayırmak, misvak kullanmak ve tuvalet sonrası su ile temizlenmek gibi şeyler olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüş, bunlar da Rasûlullah'a fatura edilmiştir.

Ayette geçen " كلمات Kelimat" sözcüğü, "söz, cümle, ifade" anlamındaki "kelime كلمة " sözcüğünün çoğuludur. Sözcüğün kökü olan " ك ل م klm" nin asıl manası, "yara, yaralamak" demektir. Sözcüğün, "söz, cümle, ifade" anlamında kullanılması müsteardır. Çünkü her söz, kişilerde, benliklerde bir yara açar; iz bırakır. Hatta "Diş/kılıç yarasına çare olur da dil yarasına çare olmaz" deyimi vardır. [Lisanü’l Arab ve Tacü’l Arus; " ك ل م klm" mad]

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre bu kelimeler/yaralar sıkıntılar, "İbrâhîm'in yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler"dir. Nitekim o, yeri gelmiş tevhid uğruna sıkıntılara maruz kalmış, çoluk-çocuğunu mağdur etmiş, yeri gelmiş tüm servetinden olmuş, ama daima Allah için hizmete koşmaya devam etmiş, görevinde kusur etmemiştir. Bu sebeple de Allah, Necm/36-37, Nahl/120-123, En‘âm/161, Âl-i İmrân/67-68, Sâffât/83-113, Enbiyâ/51-70, Ankebût/16-27’de İbrâhîm'i övmüştür.

Konumuz olan 124. âyetteki, Benim ahdim zâlimlere ulaşmazifadesiyle, kamu görevi üstlenecek olanlarda, "güç"ün yanında İbrâhîm'e ait niteliklerin de aranması gerektiği mesajı verilmektedir. Yani, "İbrâhîmî sıfat" taşımayanlar, kamu görevi üstlenmeye ehil sayılmamalı, onlara kamu görevi verilmemelidir.



125Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. –Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.–

126Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır” demişti. Allah dedi ki: “Kâfiri; ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”

127-129Ve hani İbrahim ve İsmail açtıkları TEVHİD OKULUNDAN, DİNİN TEMEL KANUNLARINI; “Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin.” diyerek yükseltiyorlardı/ yüceltiyorlardı.



Bu âyet grubunda, İbrâhîm peygamberin Arabistan yöresindeki hayatından kesitler verilmiştir.

125. âyette ilk olarak Beyt'in [Ka‘be'nin] yapılışı hakkında bilgi verilmekte; Beyt'in İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler tarafından yapıldığı ve onlara; onu tavaf edenler, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve secde edenler için Beyt'in tertemiz tutulması görevinin verildiği bildirilmektedir.

125. âyette, Ka‘be'nin işlevi konu edilmekte, "Beyt'in insanlar için bir mesabe [sevap kazanma yeri/sık gidilip gelinen yer] ve güven yeri" kılındığı beyân edilmektedir.

Bu işlev, bir başka âyette daha bildirilmiştir:

* Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i İmrân/96-97]

İbrâhîm peygamberin Ka‘be ile ilgili görevini bildiren ve Ka‘be'nin işlevini açıklayan bir başka âyetten ise, hacc görevinin de ilk olarak İbrâhîm peygamber ile başladığı anlaşılmaktadır:

* Ve hani Biz bir zamanlar, "Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa baş kaldıranlar, Allah'ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde, belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Ka‘be'de dolaşsınlar" diye, o evin/Ka‘be'nin yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– [Hacc/26-29]

القواعد KAVÂİD

Bakara/127. ayeti, genellikle "İbrahim, İsmail’le birlikte o evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyordu: "Ey rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin." şeklinde çevrilmektedir. Bu çevirilerden de İbrahim’in duvar yapmaktaki ustalığı ile Kâbe’nin İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yapılışı anlaşılmaktadır.

Aslında teknik olarak ayetin bu şekilde çevrilmesi hiç de uygun değildir. Şöyle ki:

Ayette geçen "القواعد kavâid" sözcüğü "قاعد kâid / قاعدة kaide" sözcüğünün çoğulu olup kökü, oturmak anlamındaki ق k ع a د d’dir. "قواعد kavâid" kalıbıyla sözcük, Kur’an’da Nur/ 60, Nahl/ 26 ve Bakara/ 127’de geçer.

Sözcüğün tekili olan "kaide" öz anlam olarak "temel, oturak, oturaklaşan" anlamındadır. Binaların temeline de "kaide" denir. Mecaz olarak ise her bilginin, her ilim dalının, her kavramın temel kurallarına da "kaide" denir. Örneğin edebiyat kaideleri, roman, hikâye kaideleri, kimya kaideleri, fizik kaideleri vs. gibi. Türkçemize de bu sözcük, Arapçadaki gibi "temel kural" anlamıyla geçmiştir.

Ayette "قواعد kavâid" ve "بيت beyt" sözcükleri nekre (belirtisiz) olmayıp lam-ı ta’rif ile ma’rife (belirtili) olarak kullanılmıştır. Böylece sözcük, "o temeller" ve "o beyt" anlamını kazanmıştır. Kur’an’da geçen "بيت\بيوت beyt" sözcükleri hep okul anlamında kullanılmıştır. Nur/36, Kureyş/3 , Âl-i İmrân/96,97 ve Yunus/87.

Ayet metninde "قواعد البيت kavâid el beyt "Beytin Temellerini" denilmemekte; "min من" edatı nedeniyle "القواعد من البيت kavâide mine'l-beyt" denilmektedir. Ayette beytin temellerinden değil, Beyt’ten yükseltilecek/yüceltilecek kaidelerden, temel kurallardan, yani DİNİN TEMEL KANUNLARINDAN bahsedilir. Buna rağmen maalesef tefsirciler, " القواعد من البيت Kavâide min’el Beyt" isim tamlamasındaki "min من " edatını dikkate almadıklarından; tamlamaya hep Kâvaid el Beyt anlamı vermişlerdir.

Ayette yüklem olan يَرْفَعُ yerfeu fiili (رفع refea = yükseltmek) kökünden gelir. Bu sözcük fiziki yükselmeyi değil; manevi yükselmeyi, terfi etmeyi/ettirmeyi yani DERECENİN, KONUMUN, MERTEBENİN, ŞAN VE ŞEREFİN yükseltilmesini/yüceltilmesini ifade eder. Kur’an’daki tüm "رفع r f a" fiilleri bu anlamda kullanılmıştır. Özellikle de Mücadele/11, Fatır/10 ve Nur/36’da muzari يَرْفَعُ kalıbıyla gelenler ile İnşirah/4, Mü’min/5, Nisâ/158 Abese/13,14 ve Yusuf/76 incelenebilir.

Teknik olarak paragraftaki 127. ayetin içindeki ve 128, 129. ayetlerdeki "Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin" bölümleri, cümlede HAL makamında olup bu yakarışlarında "o temellerin, o kuralların/ o kanunların" neler olduğunu açıklamışlardır.
127-129Ve hani İbrahim ve İsmail açtıkları TEVHİD OKULUNDAN, DİNİN TEMEL KANUNLARINI; "Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri kıl. Soyumuzdan da Senin için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] bir önderli toplum getir. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen suçtan dönüşleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki onlara Senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyanın, bozulmayı iyi engelleyenin; sağlam yapanın ta kendisisin." diyerek yükseltiyorlardı/yüceltiyorlardı.

Nur/36-38’de de beytlerden (okullardan) yükseltilecek/yüceltilecek, TEMEL İLKELER/KANUNLAR bir bir açıklanmaktadır:

* Allah'ın, yükseltilmesine, içerisinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde/okullarda, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mali yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] zekâtı, Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.

Bakara/125 ve Hacc/26- 29’daki ayetler konumuzu daha da iyi aydınlatacaktır.

* Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrahim’in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mali yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrahim ile İsmail’e, "Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun" diye ahit almıştık. [Bakara/125]

* Ve hani Biz bir zamanlar, "Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa başkaldıranlar, Allah'ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların kusursuzları üzerinde, belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Kâbe’de dolaşsınlar" diye, o evin/Kâbe’nin yerini, İbrahim için hazırlamıştık. [Hacc/26-29]

Bu ayetlerde de İbrahim’in birkaç katlı bina hazırlaması değil, TEVHİD EĞİTİMİ için gölgelik mekanlar hazırlaması ve orada TEVHİD eğitimi vermesi istenmektedir. Zaten Mekke’deki mescitlerin hepsi zamanında hurma dallarıyla örtülmüş, kerpiç duvarlı basit yapılardan ibaret idi.

Bu durumda İbrahim ve İsmail’in, açtıkları okuldan yükselttikleri, yücelttikleri "el kavâid" (o temeller)", okulun temelleri, direkleri değil; "dinin temel direkleri olan; RABB KAVRAMI, İLAH KAVRAMI, DUA KAVRAMI, SALAT KAVRAMI, KIBLE KAVRAMI, HACC KAVRAMI, ALLAH’IN ZİKRİ VE ALLAH’IN TESBİHİ kavramlarıdır.

Bu ayetlerde Tevhit Okulu’nun önemine, fonksiyonuna değinilmektedir. Bir de okulların zararlıları söz konusudur. Kur’an’da ona da Tevbe/107-110’da مسجداً ضراراً MESCİD-İ DIRAR nitelemesiyle değinilmiştir.

نسك NÜSÜK - مناسك MENÂSİK

"نسْك nüsk", "نسُك nüsük", "İbadet, taat ve Allah’a yaklaştıran her şey" demektir. "نسك nüsük" dinin emrettiği ve yasakladığı" şeydir.

"منسَك mensek". "منسِك mensik", "nüsk yolu" demektir.

"منسك mensek" çoğulu "مناسك menâsik", nüskün, nüsüklerin icra edildiği yerler" demektir.

"مناسك menâsik", İsm-i zaman/mekân kalıbının çoğulu olduğu gibi İsm-i alet kalıbının da çoğuludur. Sözcüğün İsm-i alet kalıbı anlamı itibare alınınca "Nüsük aletleri; ibadet malzemeleri, tarzları, ritüelleri" demek olur.

"نسك nüsük" sözcüğü, "نسيكة nesike" sözcüğünden alınmadır. "نسيكة nesike"nin ilk vaz’ı (koyuluş) anlamı, "altın ve gümüşün eritilerek cüruftan temizlenmesi, saf hale getirilmesi" demektir. Bu durumda "Nüsk, Nüsük’ün de esas anlamı "Saf altın, gümüş parçası" demektir.

İbadet edene "ناسك nâsik" denir. Çünkü İbadetin her türlüsü, her şekli, insanı günah kirinden temizler ve Allah’a yaklaştırır.
Bu açıklamalardan açıkça anlaşılan şu olmalıdır: Nüsük, Allah’a yapılan ibadetlerin en temizi; riyasısı, kusursuzu, en samimisidir.

Bu sözcük zaman içerisinde anlamı daraltılarak "hayvan kesimi" ve "hacc rükunları" için kullanılır olmuştur. (TAC ve LİSAN) Kur’an’da (En’am/162, Bakara/128, 196, 200 ve Hac/34, 67 ) ise gerçek anlamıyla; "ibadetin her türlüsü, her şekli" anlamında kullanılmıştır.

İbrâhîm peygamberin bu niyazının bir benzeri de şu âyetlerde zikredilmiştir:

* Ve hani bir zaman İbrâhîm: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz putlar insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse... Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları-ayakta tutmaları] için, Senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Verdiğin nimetlerin karşılığını ödemeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– Tüm övgüler, ihtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'adır; başkası övülemez. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan] biri kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için bağışlamada bulun!" demişti. [İbrâhîm/35-41]

KA‘BE'NİN TÂRİHİ

KUREYŞLİLERİN KA‘BE'Yİ İNŞASI

İbn İshâk der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihâyet onlara Yahûdilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: "Ben Allah'ım. Bekke'nin [Mekke'nin] Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar var ettim. Buranın çevresini saran iki dağ [Ebû Kubeys ve el-Ahmer dağları] zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır."

ABDULLAH B. EZ-ZÜBEYR İLE HACCAC DÖNEMİ

Şamlılar [Emeviler], Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka‘be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka‘be'yi yıktı ve Hz. Âişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya 5 ziralık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka‘be'nin yüksekliği 18 zira idi. Ona Hicr'den bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da 10 zira daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka‘be'ye iki de kapı yaptırdı. Müslim'in Sahîh'inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.

Rivâyet edildiğine göre Hârûn er-Reşîd, Mâlik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka‘be'yi yıkmak ve Peygamber'den (s.a) gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Mâlik de ona şöyle demiştir: "Allah adına sana and veriyorum ey mü’minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı hâline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

KA‘BE'NİN ALLAH'IN EVİ OLMASI

Âyetlerde Allah, Ka‘be'yi "Evim" diye Zâtına izafe ederek, bu Ev'in şerefine, değerine ve önemine işaret eder. Bizzat Allah'a izafe edilen şeyler üzerinde kimse hakk sahibi değildir. Orası Allah'ındır. Orada hükümdarlık, hükümranlık sökmez. Tüm mescidler de aynen Ka‘be gibi Allah'ındır. Özellikle Ka‘be'nin söz konusu edilmesi ise o sırada başka bir mescid olmadığından veya saygınlığı daha büyük olduğundan dolayıdır.

* Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. [Cinn/18]

* Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. [Nûr/36-38]

Beytullâh'ın diğer bir ismi de, Mescid-i Harâm'dır [dokunulmaz mescid'dir].

* Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve insanları dinden çıkarmak; ortak koşmaya, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sürüklemek, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Harâm; dokunulmaz ilâhiyat eğitim merkezi yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlerin cezası işte böyledir. [Bakara/191]

Fonksiyonlarını açıkladığımızda da görüleceği gibi Ka‘be, insanlık için ilk açılan okuldur. Oranın ilk öğretmenleri olan İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler orada insanlığa tevhidi, şirke karşı direnmeyi ve onurlu yaşamayı öğretmişlerdir. Âyetten anlaşıldığına göre bu okul, özerk olup burada kimsenin sultası yoktur. Öyleyse tüm öğretim kurumları da bu nitelikte olmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu âyetlerde konu edilen temizlik; Ka‘be'nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması, bahçesinin bakımı demek olmayıp, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, orada Allah'tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü orada, başka birine ibâdet veya yardım için başka bir ismin anılması evi kirletir. Mescidin niteliği Tevbe sûresi'nde net olarak açıklanmıştır:

* Ve zarar vermek, küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmek, Müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisi'ne karşı savaş açmış; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olanlara gözcülük etmek için mescit yapan şu kimseler, "Biz, en güzelden başka bir şey istemedik" diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır. Sen, o mescidin içinde sonsuza dek dikilme/görev yapma! İlk gününde Allah'ın koruması altına girme üzerine kurulan mescit, elbette içinde görev yapmana daha layıktır. Onun içinde arınmayı seven er kişiler vardır. Allah da arınan kimseleri sever. Peki, temelini Allah'ın koruması altına girme ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuz olmaz. Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalıp kaybolmayacaktır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. [Tevbe/107-110]

BEYT'İN GÜVENLİK BÖLGESİ OLMASI

Ka‘be'nin güvenlik yeri olması ile ilgili olarak Kureyş sûresi'nde yapılan açıklamayı burada da sunuyoruz:

kureyşin açlıktan kurtarılması, beslenmesi ve her korkudan güvende olmaları

Bu ayette, Ev’in Rabbinin Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı bildirilmektedir. Yani Kureyşlilerin sırf emniyet içinde nimetlenmeleri sebebiyle bile olsa, yalnızca Allah’a kulluk etmeleri gerektiği anlatılmaktadır.
Kureyş’e verilen bu nimetlere, başka ayetlerde de dikkat çekilmiştir:

* Yoksa kıyılarında insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen Mekke'yi, güvenli, dokunulmaz yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetine iyilikbilmezlik mi ediyorlar? [Ankebut/67]

* Ve onlar; "Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke'ye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. [Kasas/57]

Kureyşliler bu Ev’e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları yoktu. Ne zaman ki Mekke’de bir araya gelip Kâbe hizmetini üstlendiler, o zaman bütün Arabistan’da saygın bir duruma geldiler. O dönemde insanlar Arabistan’ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamazlar, her an bir saldırıya uğrama tehlikesi altında yataklarında bile huzursuz ve tedirgin olarak uyurlardı. Çünkü saldırıların sonucu ya ölüm ya da kölelikti. Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ salim ilerleyebilirlerdi.

İşte, cahiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı bir ortamda, Mekke’deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü Mekke’ye bir düşman saldırısı olması söz konusu değildi. Kureyşliler "Kâbe’nin hizmetçileri" sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle karşılaşmazlardı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin "Ben Haremliyim" ya da "Ben Allah’ın haremindenim" demesi bile, saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence sağlardı.

Yukarıda çizilen bütün bu kompozisyondan Kureyş’in sadece maddî çıkarlarla nimetlendirildiği anlaşılmamalıdır. Surenin mesajından, onlara [hatta tüm insanlığa] maddî değerler yanında manevî değerlerin de sağlandığı anlaşılmaktadır. Çünkü Allah onları vahyin manevî yiyeceği ile cehalet açlığından doyurmuş, hidayetin açıklanması ile de sapıklıktan, küfürden [dolayısıyla da cehennemden] uzak tutmuştur.

Sonuç olarak, onların ve tüm insanlığın eline geçen bütün bu nimetler, bu Ev’in Rabbi olan Allah sayesindedir.

125. âyette, bir ara cümleyle mü’minlere de; Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin talimatı verilmekte; yani, "bir zamanlar olduğu gibi, şimdi siz de orada bir musallâ edinin" denilerek, orada tevhidin öğretileceği ve yaşatılacağı bir okulun açılması emredilmektedir, ki bu da, ayrıntıları ilerideki âyetlerde gelecek olan hacc görevidir.

MUSALLÂ

Âyette geçen مصلّى [musallâ] sözcüğü ص ل و [salv] kökünden صلّى [sallâ], يصلّى [yusallî] fillerinin mimli mastarı olup, "salât edilen yer, mekân" demektir. Salât sözcüğünün, "namaz" olarak algılanması sebebiyle bu sözcük de "namazgâh" [namaz kılınan yer] olarak anlaşılmıştır. Oysa salât, "zihnî-mâlî sosyal destek ve aktivitelerin uygulandığı yer" manasındadır. Sadece Bakara sûresi'nde geçen bu sözcüğün doğru manasına göre, İbrâhîm'in makamından bir musallâ edinin emrinden; İbrâhîm'in açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke'de uluslararası bir musallâ [eğitim ve sosyal destek merkezi] oluşturulmasının istendiği anlaşılmalıdır. Musallâ'nın önemi ve işlevi aşağıdaki âyetlerde de yer almaktadır:

* Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmadan; toplumu aydınlatman] sonra onları bekletirsiniz. Sonra da onları, "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz" diye Allah'a yemin ettirirsiniz. [Mâide/106]

* Ve Biz, her önderli toplum için, Allah'ın kendilerine hayvanların kusursuzlarından rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir kulluk gösteri yeri/kulluk biçimi yaptık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. O nedenle, yalnız O'nun için Müslüman olun. Allah anıldığı vakit kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcayan, Allah'a içtenlikle boyun eğen o kimselere müjdele. [Hacc/34,35]

Târih kayıtlarında, Mekke döneminde serbest bir musallâ edinilemediği, muhasara döneminde ev, bahçe ve ağıl gibi değişik yerlerin musallâ/mescid olarak kullanıldığı, mü’minlerin toplantılarını, buluşmalarını, eğitim ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri görülmektedir. Medîne'de ise, Mescid-i Nebevî'ye yaklaşık 650 m. uzaklıkta, onun batısındaki bugünkü "Mescid-i Ğamame"nin [Bulut Mescidi'nin] olduğu alan "musallâ" olarak tayin edilmiş ve salât [tüm sosyal destek faaliyetleri] burada icra edilmiştir.

Bakara/125 ve Hacc/26'da, Beytullâh'tan yararlanacakların; "dolaşanlar/tavaf edenler", "ibâdete kapananlar", "rükû edenler", "secde edenler" ve "kıyam edenler" [zulme baş kaldıranlar] oldukları beyân edilmiştir.

TAVAF EDENLER/DOLAŞANLAR

"Bir yerde dolaşmak" demek olan tavaf ile, "orayı ziyarete gelen ve orada dolaşıp duran kimseler" kasdedilmiştir. Bu kimseler, orada cereyan eden aktiviteleri izleyerek gittikleri yerlerde Beytullâh'ın tanınmasına vesile olacaklardır. Kur’ân'da, "Ka‘beyi tavaf" diye bir ifade yer almaz. Bu konu klasik kaynaklarda da şu şekilde açıklanmıştır:

Tavaf edenler ifadesinin zâhirinden anlaşılan, "Beytullâh'ı tavaf eden kimseler"dir. Atâ'nın görüşü budur. Sa‘îd b. Cübeyr ise, "Mekke'ye gelen yabancılar için temizleyin anlamına gelir" demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır. [Kurtubî.]

ÂKİF, İTİKAF

Âkif sözcüğünün kökü olan a-k-f, "bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek" anlamına gelir. [Lisân; c. 6, s. 385, "Akf" mad.] Buradan anlaşılan odur ki sözcük, "gâyet bilinçli olarak bir konu ve nesneye odaklanmak, taparcasına bağlanmak" anlamına gelmektedir. Nitekim birçok yerde [A‘râf/138; Tâ-Hâ/91, 97; Enbiyâ/52; Şu‘arâ/71] sözcük, "tapma" boyutuyla, Bakara/125, Hacc/25 ve Fetih/25'te ise "ısrarla bir şeye yönelme" anlamında geçmektedir.

Yine, Bakara/187'deki, Ve siz mescidlerde âkif [programlı ibâdet hâlinde] iken ifadesinden hareketle de sözcüğün, "mescidlerde tevhidi öğrenme ve öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla, planlı-programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme" anlamına geldiğini söylemek mümkündür.

İtikaf, fıkıh kitaplarında, "belli bir zamanda, belli şartlara riâyet ederek özel bir yerde, özel bir itaate devam etmek" şeklinde tarif edilmiştir. Fakat bu ifadeler, insanın kendini bir yere hapsetmesi olarak değil, Beytullâh'ta Kur’ân'a odaklanarak Allah'ın mesajını anlamaya çalışması olarak anlaşılmalıdır.

RÜKÛ EDENLER

Bugün rükû dendiğinde, "namazda ayakta iken eğilmek [belin bükülmesi]" anlaşılmaktadır. Çünkü sözcük, asırlar önce zihinlere bu anlamla kazınmıştır. Hatta klâsik eserlerde, Kur’ân'da ilk kez Mürselât/48'de geçen rükû'dan maksadın, "namazın tamamı" olduğu, "cüz’iyet mecâz-ı mürseli" sanatı ile, namazın parçasının anılıp bütününün kasdedildiği ifade edilmiş ve 48. âyetin manası da bu doğrultuda, "Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!" şeklinde anlaşılmıştır. Bizce âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz hakkında herhangi bir emir söz konusu değildi. Zaten henüz inanmamış kimselere, "namaz kılın" demenin de bir mantığı yoktu. Böyle olmasına rağmen, bütün meal ve tefsirlerde sözcük bu anlamda kullanılmış ve rükû edin ifadesi, "namaz kılın" olarak anlaşılmıştır.

Bir sözcüğün doğru anlaşılabilmesi için, önce onun anlamlarının bilinmesi, sonra da onlardan doğru olanının takdir edilmesi gerekir. Arap dilinin en önemli başvuru kaynağı olan Lisânu'l-Arab'da rükû sözcüğü için şu anlamlar yer almaktadır:

1) الرّكوع [rükû], "hudû" [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.

2) Rükû, "inhina" [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara, rakea'ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.

3) Rükû, "zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi" demektir ("beli kırılmak" deyimine eş bir anlam).

4) Rükû, "putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek" [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi. [Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 232-233; "Rakea" mad.]

Bizce 4. maddedeki mana, rükû sözcüğünün –ki Kur’ân'da ilk geçtiği yer Mürselât/48'dir– doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Buna göre, Ka‘be'de rükû edenler, "orada tevhidi öğreten öğretmenler"dir.

SECDE

"Teslim olma, boyun eğme" anlamında kullanılan secde sözcüğü, "devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi [eğmesi]" ve "meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi" anlamında vaz‘ edilmiştir. Daha sonra sözcük, "kralların bastırdıkları paradaki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi" anlamında kullanılmıştır. [Lisânu'l Arab; c. 4, s. 497.]

Demek oluyor ki سجدة [secde], "kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması" demektir. Kur’ân'da defalarca nakledilmiş olan, "meleklerin Âdem'e secde etmeleri" de, işte bu anlamdadır. Yani, melekler [tabiat güçleri], kendilerinden daha güçlü olduğu için Âdem'e [bilgili kimseye] boyun eğmişler/teslim olmuşlardır.

Görüldüğü gibi, secde sözcüğünde, "yere kapanmak" anlamı yoktur. "Yere kapanmak" eylemi, خرور [harûr] sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı âyetlerde خرّوا سجّداً [harrû sücceden] diye geçer ki bunun anlamı, "secde ederek [teslim olarak] yere kapandılar" demektir.

"Secde ederek/teslim olarak yere kapanma" ifadesinin yer aldığı âyetler şunlardır: Yûsuf/100, Meryem/58, Secde/15, İsrâ/107-109.

Bir de korkudan yere kapanmak vardır, ki bu, secde ederek/boyun eğerek yere kapanmak değildir:

* Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi. Mûsâ, "Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!" dedi. Rabbi o'na dedi ki: "Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, dağı incele, eğer bakışın, incelemen dağın mekanına erişirse; dağın bulunduğu yerin önüne arkasına, altına üstüne, sağına soluna, içine dışına yerleşirse işte o zaman sen beni görürsün." Daha sonra Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlatıp Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi. [A‘râf/143]

Mü’minlerin namazda yere kapanmaları ise; geçmişte, bağlılık ve teslimiyetin dışa vurulmasının yere kapanmak sûretiyle yapılması sebebiyledir. Yani, mü’minler geçmişten gelen örfe göre Allah'ın, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) emrini yerine getirmek ve Allah'a teslimiyetlerini göstermek için yere kapanmaktadırlar.
Secde sözcüğü bu şekilde açığa kavuştuktan sonra Kur’ân'daki "secde" sözcüklerinin doğru anlaşılması kolaylaşmaktadır.

Meselâ, aşağıdaki âyetlerdeki secde sözcükleri hep "bilinçli olarak bir başkasına –güçlü olması sebebiyle– teslim olmak/boyun eğmek" anlamındadır:

* Hani bir zaman Yûsuf, babasına: "Babacığım! Şüphesiz ben onbir yıldız, güneş ve ay'ı gördüm; onları bana boyun eğip teslimiyet gösterirlerken gördüm" demişti. [Yûsuf/4]

* Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi boyun eğip teslimiyet göstererek o'nun için yere kapandılar. Ve Yûsuf: "Babacığım! İşte bu durum, o gördüğümün te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye armağan vericidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyanın ta kendisidir." [Yûsuf/100]

Burada Yûsuf'un kardeşlerinin ve babasının o'na secde etmeleri/teslim olmaları, "yaşam düzenlerini o'nun kontrolüne verip o'nun otoritesi dışına çıkmamaları" anlamına gelir.

* Ve bir zaman onlara, "Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve "Hitta" [günahlarımızı bağışla]! deyin ve teslim olmuş olarak kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız" denilmişti. [A‘râf/161]

Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, "o şehrin otoritesine teslim olmak" anlamındadır. Aynı durum Bakara/58 ve Nisâ/154'de de konu edilmiştir.

Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’ân'da bir de teshirî [ister istemez yapılan] secde vardır ki bu, insan dışındaki varlıkların yaratılışları gereği ister istemez teslim olmaları/boyun eğmeleridir:

* Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri, ister istemez her zaman yalnızca Allah'a boyun eğip teslimiyet gösterirler. [Ra‘d/15]

* Ve göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve doğal güçler, kibirlenmeden Allah'a boyun eğerler. Kendilerinin üstündeki Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar. [Nahl/49,50]

* Göklerde ve yeryüzünde olan kimselerin, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, kıpırdayan canlılar ve insanların çoğunun Allah'a boyun eğip teslimiyet gösterdiklerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Birçoğu da üzerlerine azap hak olmuş olanlardır. Ve Allah, kimi hor kılarsa artık onun için bir yücelten yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini işler. [Hacc/18]

MESCİD

مسجد [mescid] sözcüğü, سجد يسجد [secede, yescüdü] fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup "secde edilen/ettirilen yer" demektir. Ama bunun, günümüzde kılınan namazlardaki secde yeri ile alakası yoktur. Çünkü bu mescid, "aykırı düşünen ve hareket eden kimselerin ikna ile gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer" veya kısaca "eğitim-öğretim ve ikna alanı" demektir.

Bu anlamı itibariyle mescid, "salâtın [sosyal desteğin] zihnî yönünün", musallâ ise "salâtın [sosyal desteğin] hem zihnî hem de mâlî yönlerinin geniş katılımla icra edildiği alan" demektir. Nitekim Peygamberimiz salâtı, dar çerçevede mescidde icra etmiş, bayram günleri, haftalık toplantı günleri, cenaze ve savaş hazırlıkları gibi geniş katılımın olduğu günlerde ise musallâda icra etmiştir. Dolayısıyla, 125. âyetteki secde edenler ifadesi, "Beytullâh'ta tevhidî eğitim gören, ikna olan, teslim olan öğrenci grubu"dur. Öyleyse beytler; orada bulunanlar, dinî bilgisini geliştirmek için kalanlar, tevhidi öğreten ve öğrenenler için daima uygun bir vaziyette tutulmalı ve orada tevhid öğretilmelidir.

Paragrafın sonunda yer alan İbrâhîm peygamberin duası kabul edilmiş olmalı ki Allah, –son peygamber de dahil– o'nun soyundan birçok peygamber göndermiştir.


130Ve İbrâhîm'in dininden/yaşam tarzından, kendini akılsızlaştıran kimseden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçmiştik. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.

131Rabbi o'na, “Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran] biri ol!” dediği zaman İbrâhîm, “Ben âlemlerin Rabbi için sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] biri oldum” dedi.

132İbrâhîm de müslim olmayı, kendi oğullarına ve Ya'kûb'a, “Ey oğullarım! Şüphesiz ki bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca Sağlamlaştıran [esenlik, mutluluk kazandıran, insanların İslâm dinine girmesini sağlayan] kişiler olarak ölün!” diye vasiyet etti.



Bu âyetlerde, İbrâhîm peygamber tanıtılmakta ve başta İsrâîloğulları olmak üzere tevhide yanaşmayan, aklı olmasına rağmen kendini sefihleştiren/akılsızlaştıran kimseler kınanmaktadır.

Allah'ın bildirdiğine göre dünyada arıtılmış, seçilmiş bir kişi olan İbrâhîm, âhirette de iyilerden olacaktır. Allah İbrâhîm peygambere "müslimlik" [başkalarını müslüman etme] görevi vermiş, o da bu görevi hakkıyla ifa etmiştir. Ayrıca İbrâhîm, bu görevi, Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti. Onun için yalnızca müslimler olarak ölün diyerek oğullarına ve torunu Ya‘kûb'a da vasiyet etmiştir.

İbrâhîm hakkında bilgi verilen bu paragrafta, Yahûdi ve Hristiyanlara bir azar ve serzeniş de vardır. Çünkü İbrâhîm'in dininden ve soyundan olduğunu iddia edip de şirke bulaşmak, ancak kendini sefihleştiren [akılsızlaştıran, aptallaştıran] ahmaklara mahsustur. Akıllı insanın böyle bir duruma düşmesi mümkün değildir.

Âyette İbrâhîm'in torunlarından sadece Ya‘kûb'un adının anılması, İsrâîloğulları'nın Ya‘kûb'un torunları olması sebebiyledir. Zira "İsrâîl", Ya‘kûb'un ikinci adıdır.

Kur’ân'da İbrâhîm'in müslümanlaşması ve müslimleşmesi birçok yerde konu edilmiştir:

* Sonra ay'ı doğarken görünce de, "Bu, benim rabbimdir" dedi. O da batınca, "Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar toplumundan olurum" dedi. Sonra güneşi doğarken görünce de, "Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!" dedi. Sonra o da batınca, "Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim" dedi. [En‘âm/77-79]

* Bunun üzerine Biz de onları yakaladık, cezalandırmak sûretiyle adaleti sağladık. Hadi, yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak! –Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve toplumuna: "Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. –Beni yoktan yaratan ayrı.– Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir" dedi. İbrâhîm bu sözü, onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.– [Zuhruf/25-28]

* Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. İbrâhîm'in babası için bağışlanma dilemesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun, Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halim birisi idi. [Tevbe/113-114]

* Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, ortak koşma inancından dönmüş, Allah'ın nimetlerine karşılık ödeyen başlı başına bir ümmet idi. Ve o, ortak koşanlardan olmadı. Ve Allah, o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz İbrâhîm'e dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz O, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. [Nahl/120-122]

İşte bu nedenledir ki, İbrâhîm peygamber insanlığa, herkesin yararlanacağı bir örnek olarak takdim edilmiştir:

* İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm'in babası için, "Senin için kesinlikle bağışlanma dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez" demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani İbrâhîm ve İbrâhîm ile beraber olanlar, toplumlarına, "Biz, sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz, sizi silip attık. Ve siz, bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sonsuza dek bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi, kâfirler; Senin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için bir ateşe atılma/imtihan aracı yapma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa yapanın, en sağlam yapanın ta kendisisin!" demişlerdi. [Mümtehine/4-5]*


 


*İşte Kuran, Bakara Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim