• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

87Bakara Suresi 142-152




Hatalı Çevrilen Ayetler


87Bakara Suresi 142-152


Hatalı Çeviri:
142. İnsanlardan bir kısım beyinsizler: Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.

143. İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.

144. (Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.

145. Yemin olsun ki (habibim!) sen ehl-i kitaba her türlü âyeti (mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.

146. Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler.

147. Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma!

148. Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

149. Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana gelen gerçektir. (Biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

150. (Evet Resûlüm!) Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, aralarından haksızlık edenler (kuru inatçılar) müstesna, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delili bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız.

151. Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.

152. Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!



Doğru Çeviri:
142İnsanlardan aklı ermeyenler, “Bunları, mevcut hedeften/stratejiden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu ve batı [tüm yönler] yalnız Allah'ındır. O, dilediği/ dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.”

143Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Elçi; Kur’ân da sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir önderli toplum yaptık. Üzerinde olduğun bu hedefi/stratejiyi belirlememiz de yalnızca, Elçi’ye uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım; işaretleyip gösterelim/ bildirelim diyedir. Tesbit ettiğimiz bu hedef/strateji, elbette, Allah'ın kılavuzluk ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah, imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

144Biz, senin Bizden ne beklemekte olduğunu kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir hedefe/stratejiye çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm/dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu yönüne çevir; aklın fikrin hep eğitim-öğretimde olsun. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine Kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz bu görevin, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından habersiz, bilgisiz değildir.

145Ve andolsun ki sen, o Kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin hedefine/stratejine uymazlar. Sen de onların hedefine/stratejisine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin hedeflerine/stratejilerine tâbi değiller. Yine andolsun ki sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların boş-iğreti arzularına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, kendi benliğine haksızlık eden kimselerden olursun.

-146Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber'i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar.-

147Hak, Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın!

148Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın/ hayırları öne getirin. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

149Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir haktır. Ve Allah, yaptıklarınıza ilgisiz, bilgisiz değildir.

150,151Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın, Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun.

152Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana, verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin, Bana iyilikbilmezlik etmeyin/ verdiğim nimetleri görmemezlikten gelmeyin.


142İnsanlardan aklı ermeyenler, “Bunları, mevcut hedeften/stratejiden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu ve batı [tüm yönler] yalnız Allah'ındır. O, dilediği/ dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.”


Bu âyette öncelikle, sefihlerin mü’minleri, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? diye itham edecekleri bildirilerek gaybtan haber verilmek sûretiyle bir mucize gösterilmektedir. Diğer taraftan da Rasûlullah ve mü’minler, Allah'ın ileride yapılacak ithamları ve onlara verilmesi gereken cevapları haber vermesi sayesinde; kendilerine yeni hedefler verileceğini, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara uğrayacaklarını öğrenmekte ve bu saldırılara karşı koymaya hazırlanmaktadırlar.

Âyetteki sefihler kelimesi, "aklı kıt ve hafif olanlar" demektir, ki bununla "Medîne'deki Yahûdiler ve münâfıklar" kasdedilmiştir:

13Ve onlara, "İnsanların inandığı gibi inanın" denilince, "Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!" derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar. [Bakara/13]

KIBLE

Kıble sözcüğünün aslı k-b-l köküdür. Bu sözcüğün kabl kalıbı, "önce" anlamında, kubl kalıbı ise, dübür [arka] sözcüğünün karşıtı olarak "ön" anlamındadır. Kıble sözcüğü de "ön" anlamı ekseninde, "cihet" [yüzün gösterdiği yön; ön yön] demektir. [Lisân; c. 7, s. 227-234, "Kbl" mad.]

Kıble sözcüğün türevlerinden olan kabile [sık yüzyüze gelen halk], mukâbil, mukâbele [karşılık, karşılık verme] sözcükleri Arapça'daki anlamıyla Türkçe'ye de geçmiştir.

Kıble kelimesinin geçtiği âyetlere dikkat edilirse bu sözcüğün, fiziksel konuma göre "ön yön" anlamında değil; "görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan, gidilen yön" [sosyal hedef/strateji] anlamında kullanıldığı anlaşılır.

Bu âyetin iniş sebebi ve ortamı hakkında klasik kaynaklarda şu nakiller ve görüşler yer almaktadır:

Hadis imamlarının İbn Ömer'den rivâyetlerine göre –lafız Mâlik'indir– o şöyle demiştir: Müslümanların Kuba'da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi: "Bu gece Rasûlullah'a (s.a) Kur’ân-ı Kerîm nâzil oldu ve Ka‘be'ye yönelmesi emredildi." Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına [Beytu'l-Makdis'e doğru] yönelmiş idi, Ka‘be'ye doğru döndüler.

Buhârî'nin el-Berâ'dan rivâyetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu'l-Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullâh'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullâh'a doğru) kıldığı ilk namaz İkindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (s.a) ile birlikte namaz kılanlardan birisi çıkıp rükûa varmış oldukları bir hâlde bir mescid halkının yanından geçti ve şöyle dedi: "Allah adına şâhitlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım." Onlar da oldukları gibi Beytullâh'a doğru yöneldiler. Kıble Beytullâh'a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş [şehid düşmüş] birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine Yüce Allah, Allah imanınızı zâyi edecek değildir (Bakara/2/143) âyetini inzâl buyurdu.

Görüldüğü gibi bu rivâyette İkindi namazından, Mâlik'in rivâyetinde ise Sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber'e (s.a) Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rekatini kıldıktan sonra nâzil olmuş ve o da namazda iken yüzünü Ka‘be'ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mescidu'l-Kıbleteyn, [iki kıbleli mescid] adı verilmiştir. Ebu'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyor idi. Ebû Ömer et-Temhid adlı eserinde Akabe'de beyatte bulunan kadınlardan biri olan Eşlem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini zikretmektedir: Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a) kıbleye –veya Beytu'l-Harâm'a doğru– yöneldi." Erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti.

Bu âyet-i kerîmenin namaz vakti dışında nâzil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka‘be'ye doğru kılınan ilk namaz ise İkindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Başkası ise şöyle demektedir: "Peygamber (s.a) Medîne'ye geldiğinde Yahûdilerin kalplerini ısındırmak istedi. Onların imana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp onlardan ümidini kesince Ka‘be'ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz. İbrâhîm'in kıblesi olduğundan dolayı Ka‘be'yi seviyordu." Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Yukarıda da değinildiği gibi, Kur’ân'da zikri geçen kıble'nin, bu nakillerde bahsedilen "namazda yönelinen yön" anlamıyla; kıble değiştirme'nin de, Mescid-i Aksa'dan (Beyt’ül makdis) Mescid-i Harâm'a dönmekle bir alâkası yoktur. Bunlar, Müslümanlığı yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde yerleştirilmiş anlayışlardır. Çünkü kulluk için bir yön belirlenmesi her şeyden önce Kur’ân'a aykırıdır:

115Ve doğu-batı [her yön] yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz, artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir. [Bakara/115]

Tazarru‘an dua hâlindeki [namazdaki] yönelme'nin ise, yüzün fizikî olarak herhangi bir yöne çevrilmesi ile hiç alâkası yoktur, bu yönelme manevî yönelmedir ve böyle olduğu, aşağıdaki âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır:

31,32Kalben O'na yönelenler olarak, Allah'ın koruması altına girin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun-ayakta tutun], ortak koşanlardan; dinlerini parça parça bölmüş, ayrılıkçı gruplara ayrılmış kimselerden de olmayın. –Her ayrılıkçı grup kendi yanlarındaki şeylerle böbürlenmektedir.– [Rûm/31-32]

4,5İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda –İbrâhîm'in babası için, "Senin içinkesinlikle bağışlanma dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez" demesi hariç– kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani İbrâhîm ve İbrâhîm ile beraber olanlar, toplumlarına, "Biz, sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz, sizi silip attık. Ve siz, bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sonsuza dek bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi, kâfirler; Senin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için bir ateşe atılma/imtihan aracı yapma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa yapanın, en sağlam yapanın ta kendisisin!" demişlerdi. [Mümtehine/4-5]

Allah'a kulluk için mutlaka bir yön belirlenmesinin Kur’ân'a aykırılığı ortaya konulduktan sonra, bu âyetin tahlili çerçevesinde halledilmesi gereken bir diğer mesele de bu âyetteki, Bunları, üzerinde bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? sözleri ile ne kasdedildiğinin [Müslümanların kıblesinin ne olduğunun ve onların neye yöneldiklerinin] iyi tesbit edilmesidir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: "Kıbleden çevrilme", eski hedef ve stratejilerin bir tarafa bırakıldığı anlamına değil, ilk hedef ve stratejilere ilâveten yeni hedef ve stratejilerin belirlendiği anlamına gelir!

İLK KIBLE [SOSYAL HEDEF, STRATEJİ]

Dikkat edildiğinde, bu âyetlerin indiği vakte kadarki âyetlerde hedef ve stratejinin; "tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’ân ile cihad, müjdeleme, sabır, af ve hoşgörü ile muamele" olduğu anlaşılır.

YENİ KIBLE

Müslümanların yeni hedef ve stratejilerini ise; salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının oluşturulması ve ayakta tutulması], zekâtın alınması, ma‘rûfun emredilip münkerden nehyedilmesi, hikmetle [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkelerle] hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması, kısacası İbrâhîm'in Mescid-i Harâm'daki uygulamalarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktadır.


143Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Elçi; Kur’ân da sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir önderli toplum yaptık. Üzerinde olduğun bu hedefi/stratejiyi belirlememiz de yalnızca, Elçi’ye uyan kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım; işaretleyip gösterelim/ bildirelim diyedir. Tesbit ettiğimiz bu hedef/strateji, elbette, Allah'ın kılavuzluk ettiği kimselerin dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah, imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.


Bu âyette; kıble değiştirme [yeni hedef ve stratejilerin tayini] sebebiyle, son ümmetin diğer ümmetlere şâhit olan hayırlı bir ümmet olacağı ve bu sayede inananla inanmış gözükenlerin ayrışacağı, yeni hedefin inanmamış kimselere çok ağır ve zor geleceği bildirilmiştir.

45,46Bir de sabretmekle, salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ile] yardım isteyin. –Şüphesiz salât vesabırlayardım isteme, saygılı olanlardan; gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.– [Bakara/45-46]

142,143Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya] kalktıkları/toplum içine çıktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel tembel kalkarlar, mü’minlerle ve kâfirlerle olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak anarlar. Ve Allah, kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın. [Nisâ/142]

Ayrıca bu inanmamış kimseler, Âl-i Imran, Tevbe ve Enfâl sûrelerinde açıklandığı gibi, savaşa gitmemek veya Müslümanları savaştan caydırmak için ellerinden geleni arkalarına koymamışlar, her vesilede gerisin geri kaçmışlardır:
144Ve Muhammed, ancak bir elçidir. Kesinlikle o'ndan önce elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, bilsin ki Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Ve Allah, sahip olduğu nimetlerin karşılığını ödeyenleri karşılıklandıracaktır. [Âl-i İmrân/144]

149Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselere uyarsanız, onlar sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz. [Âl-i İmrân/149]

Yeni kıbleye yönelen ümmetin hayırlı bir ümmet olması, gösterilen hedef ve stratejileri gerçekleştirmek üzere emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münker yapmalarına, ila-yı kelimetullah için dışa açılmalarına dayanmaktadır:

110Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emreder, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeyleri engeller ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. [Âl-i İmrân/110]

VASAT ÜMMET

وسط [v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat şeklinde okunduğunda isim, vest şeklinde okunduğunda zarf olarak kullanılır. Bu sözcük, "bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı" manasında olup, "bir şeyin kendi ortası" olarak anlaşılır ve sözcük "ipi ortasından kavradım", "oku ortasından kırdım" cümlelerindeki gibi kullanılır.

Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümüdür. Meselâ, at veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri, boynu ve kıçı değil belinin ortasıdır. Yine, bedevinin devesine kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri, gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik, cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.

İşte bu nedenle وسط [vest] sözcüğü; "hayırlı, yararlı, üstün" anlamına genelleşmiştir. Araplar, "O, kavminin evsatındadır" sözüyle, "o, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır" demek isterler. Veya, "Şu vesît kişiye bir bakın" sözüyle, "şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın" demek isterler.

Dolayısıyla bu âyetteki, Ve işte böyle Biz, siz insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık ifadesi, "ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık" demektir.

BU ÜMMETİN İNSANLARA ŞÂHİTLİĞİ

Bu ümmetin diğer insanlara tanık yapılacağı, konumuz olan âyetten başka Hacc sûresi'nde de geçmektedir:

77,78Ey iman etmiş kimseler! Zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız için, Allah'ı birleyin, boyun eğip teslimiyet gösterin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi gayret gösterin. O, sizi seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in dininde/yaşam tarzında sizin için bir zorluk oluşturmadı. O, daha önce ve işte Kur’ân'da, Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi "Müslümanlar" olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânız; yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! [Hacc/77,78]

İslâm'daki ilk strateji, "yakınların uyarılması" idi. Yeni kıblenin belirlenmesi, tabiri caizse hedef ve strateji çıtasının yükseltilmesi sonucunda ise, yakınların uyarılması yetmeyecek, çevredeki halkların da İslâm'a davet edilmesi gerekecektir. Yani, vahiy: emir ve nehiyler onlara da ulaştırılacak, onlar da ikna edilmeye çalışılacak, onların da yapılan davete karşı tavırları izlenecek ve böylece bu ümmet, hakka uyup uymadıkları hususunda diğer ümmetlere tanık olacaktır.

15Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. [İsrâ/15]

Yukarıdaki âyet uyarınca tebliğ ulaşmadan ceza verilmeyeceğinden, bu ümmet, diğer ümmetlere tebliğin ulaşıp ulaştırılmadığının da tanığı olacaktır.

İşte Rasûlullah, bu yeni kıble [hedef, strateji] nedeniyle sınır ötesi tebliğlere, emir ve nehiylere başlamış, çevredeki toplumların yöneticilerine, bir örneği aşağıda olan mektuplar göndermiştir:

MUKAVKIS'A GÖNDERİLEN MEKTUP

Rahmân, Rahim Allah Adına
Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs'a.
Selam, hidâyet yoluna tâbi olan kimseler üzerine olsun.
Buna göre ben, seni tam bir İslâm daveti ile çağırıyorum. İslâm'a gir. Sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere verecektir. Şâyet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtîlerin günahı senin üzerinde toplanacaktır.
De ki: "Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ın astlarından bazımız bazımızı rabbler edinmeyelim." Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık "Şüphesiz bizim Müslümanlar olduğumuza şâhit olun" deyin. [Âl-i İmrân/64]

Netice olarak bu ümmet, Allah'ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve onların iman edip etmediklerini izleyecek, aynen Îsâ peygamberin tanıklığı gibi tanıklık edecektir:

116-118Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?" Îsâ: "Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin" dedi. [Mâide/116-118]

69Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez. [Zümer/69]

13Bu iddiayı ortaya atanların, buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar, Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. [Nûr/13]

Ayetteki "lina’leme" ifadesinin tahlili ile ilgili ayrıntılı bilgi Sebe/21. ayetin tahlilinde verilmiştir. [Tebyinulkuran]

Âyetin son bölümündeki, Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir ifadesiyle, mü’minler her zaman olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.

195Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır." [Âl-i İmrân/195]

89Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. [Neml/89]

272Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan harcamada bulunduğunuz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında harcamada bulunmazsınız. Ve hayırdan ne harcamada bulunursanız, o, size tastamam ödenecektir. Ve siz, haksızlığa uğratılmayacaksınız. [Bakara/272]


144Biz, senin Bizden ne beklemekte olduğunu kesinlikle görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir hedefe/stratejiye çevireceğiz. Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm/dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu yönüne çevir; aklın fikrin hep eğitim-öğretimde olsun. Siz de, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine Kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz bu görevin, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından habersiz, bilgisiz değildir.


Bu âyette, Rasûlullah'ın bazı sıkıntılarının giderileceği, o'nun da hoşnut olacağı müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize sonra da tüm Müslümanlara yüzlerini "Mescid-i Harâm yönü"ne çevirmeleri emredilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, yüzlerin "Mescid-i Harâm"a değil, "Mescid-i Harâm yönüne" çevrileceğidir.

Âyetteki yüz ifadesi, sadece "sima" anlamındaki yüz değil, "tüm benlik ve varlık"tır. Çünkü yüz, Arapça'da "cüz’iyyet mecaz-ı mürseli" sanatı gereğince, –vesikalık bir fotoğrafın insanın kimliğini temsil etmesi gibi– canlı varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya evirilip çevrilmesi ise, "dua etmek, beklenti içinde olmak" demektir. Bu ifadedeki semâ ile evrenin; yaratıkların ötesi; "en üst nokta" kasdedilmiştir. [Semâ sözcüğü hakkında detaylı bilgi için Tebyînu'l-Kur’ân'a bakılabilir.] Zira insan dua ederken, fıtraten ellerini havaya doğru kaldırır, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirir. Örfte de, olağan dışı olaylar için "gökten düştü" tabiri kullanılır. Allah'tan gelen din ve kitaplara da, "semavî dinler, semavî kitaplar" denir. Dolayısıyla, Peygamberimizin yüzünü semaya çevirmesi, tüm benlik ve varlığıyla Allah'a yönelerek dua etmesini ifade eder.

Konumuz olan âyetle ilgili klâsik anlayışlara bir göz atalım:

Hoşnut olacağın, "seveceğin" anlamındadır. es-Süddî der ki: "Hz. Peygamber Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka‘be'ye doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi." Ebû İshâk da el-Berâ'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Rasûlullah (s.a) Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka‘be'ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Makdis'e dönmekten hoşlanmıyor, Ka‘be'ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. İbn Abbâs'tan Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ey Cebrâîl! Allah'ın beni Yahûdilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum.. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum." Bunun üzerine Cebraîl o'na, "Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!" dedi. Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrâîl'in, istediği şeyi getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirdi. [Râzî.]

İbn Merdûyeh Kâsım el-Ömerî'nin İbn Abbâs'tan naklettiği hadîsi rivâyet ederek der ki: "Rasûlullah (s.a) Kudüs'e doğru namazı kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semaya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ'nın, Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti nâzil oldu. Cebrâîl (a.s) o'na rehberlik ederek, yüzünü Ka‘be'nin oluk tarafına döndürdü." Hâkim, Müstedrek'inde Ya‘lâ ibn Atâ kanalıyla Şu‘be'nin naklettiği hadîste Yahyâ ibn Kumta der ki: "Ben Abdullah ibn Amr'ı Mescid-i Harâm'da oluk hizasında otururken gördüm ve o, Şimdi seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz âyetini okudu. Sonra bunun Ka‘be'nin oluğu olduğunu söyledi."

Hâkim der ki: "Bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebî Hatim Hasan kanalıyla Huşeym ve Ya‘lâ ibn Atâ'dan nakleder." Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şâfiî merhumun iki görüşünden birisi böyledir. Buna göre maksad, kıble'nin kendisini tutturmaktır. Şâfiî'nin diğer görüşüne göre –ki ekseriyet bu kanâattedir– maksad yönelmedir.

Hâkim, Muhammed ibn İshâk kanalıyla Hz. Ali'den (r.a) nakleder ki: Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti konusunda "o yöne" demiştir. Ve ardından da, "Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir" der. Bu kanâat Ebu'l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Sa‘îd ibn Cübeyr, Katâde, Rebî ibn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste vârid olduğuna göre; kıble doğu ile batı arasıdır.

Ebû Nuaym der ki: Bize Züheyr, Berrâ'dan nakletti ki: "Rasûlullah (s.a) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'ü kıble edindi. Ancak içinden Ka‘be'nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazını kıldı. Beraberinde bir de topluluk vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı. Ve bir mescid halkına rastladı ki onlar rükû'da idiler. Adam, ‘Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım’ dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler."

Abdurezzâk der ki: Bize İsrâîl... Berrâ'dan nakletti ki: "Rasûlullah (s.a) Medîne'ye geldiğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a) Ka‘be'ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihâyet, Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyeti nâzil oldu ve böylece Ka‘be'ye çevrildi."

Nesâî de, Sa‘îd ibn el-Muallâ'dan nakleder ki, o şöyle demiştir: Biz Rasûlullah (s.a) devrinde erkence mescide giderdik ve mescidde namazımızı kılardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah (s.a) minberde oturuyordu. Ben dedim ki: "Yeni bir şey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor." O sırada Rasûlullah (s.a), Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma, "Rasûlullah (s.a) minberden inmeden önce gel iki rekat namaz kılalım da ilk namaz kılanlar biz olalım" dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rekat namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan Öğle namazı idi. İbn Merdûyeh Abdullah ibn Ömer'den nakleder ki: Rasûlullah'ın (s.a) Ka‘be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz Öğle namazıdır ve o orta namazdır. Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah'ın Ka‘be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namazının İkindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber Kuba halkına gecikmeli olarak ancak Sabah namazında ulaşmıştır. [İbn Kesîr.]

Ne konumuz olan âyette, ne de pasajdaki diğer âyetlerde, salât veya namaz [tazarrulu dua] ifadesi olmadığı hâlde, yüzün Mescid-i Harâm yönüne çevrilmesi, "Müslümanların, namazda Mescid-i Harâm yönüne dönmeleri" olarak anlaşılmış ve asırlardır bu şekilde uygulanmıştır. Bizce, ihânet olan bu anlayış ve uygulama, dini bozma girişiminden başka bir şey değildir.



145Ve andolsun ki sen, o Kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de getirsen, yine de senin hedefine/stratejine uymazlar. Sen de onların hedefine/stratejisine uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin hedeflerine/stratejilerine tâbi değiller. Yine andolsun ki sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların boş-iğreti arzularına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, kendi benliğine haksızlık eden kimselerden olursun.


Bu âyette, bir önceki âyetteki, Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından gâfil değildir ifadeleri açılmakta ve Yahûdilerle ilgili bilgi verilmektedir. Daha sonra da Rasûlullah'ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmış ve bu stratejiden taviz vermemesi ihtar edilmiş; Ehl-i Kitabın kendilerine göre kıblelerinin [hedeflerinin, stratejilerinin] olduğu, ne kadar kanıt gösterirse göstersin onların bundan vazgeçmeyecekleri ve Rasûlullah'ın kıblesine uymayacakları bildirilmiştir.

Yahûdilerin kıblesi, "sarı sığır, buzağı"dır [altındır[. Mü’minlerin kıblesi ise özetle "tevhid ve adalet"tir. Bunları gerçekleştirmek için ise; salâtı ikâme etmek, zekât vermek, emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münkerde bulunmak, cihad etmek, lüzumu hâlinde de savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, Yahûdilerin ve inanmayanların, mal ve can verme gibi bir stratejiyi benimsemeleri söz konusu bile değildir.

Burada "sen" ifadesiyle, Rasûlullah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap, tüm mü’minlerdir. Âyetteki, Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun ifadesiyle de, Kur’ân dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.

23Peki sen, kendi boş-iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah'ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?" [Câsiye/23]

5Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek istiyor: 6Soruyor: "Kıyâmet günü ne zamanmış?" [Kıyâmet/5]

Bu âyetle ilgili olarak klasik kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:

Rivâyet edildiğine göre Medîne Yahûdileri ile Necrân Hristiyanları Hz. Peygamber'e (s.a), "Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir mucize getir!" demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirmiştir. Doğruya en yakın olan, bu âyetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nâzil olmadığı, aksine bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olan hükümlerin geriye kalanlarından olduğudur. [İbn Kesîr.]


-146Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber'i kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar.-

147Hak, Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın!


Bu âyette, beşerî olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah'tan gelen şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk'tan, hakk [gerçek] dışında bir şey sadır olmaz.

Yüz kırk altıncı âyette de bir parantez cümle ile, Yahûdilerin kendini beğenmişliğine dikkat çekilmekte; Rasûlullah'ın peygamber olduğunu, oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına rağmen içlerinden bir grubun bu gerçeği gizledikleri ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının gerekçesi de başka sûrelerde zikredilmiştir:

* Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– [Neml/14]

* Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı doğrulayan bir kitap; Kur’an gelince de –ki bunlar daha önceleri kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı zafer kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu kendileri örttüler. Artık Allah'ın dışlaması/rahmetinden mahrum bırakması, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler üzerinedir. [Bakara/89]

Klasik kaynaklarda bu âyetle ilgili şunlar nakledilmiştir:

Rivâyete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm'a şöyle demiş: "Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed'i (s.a) tanıyor musun?" O şu cevabı verir: "Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki eminini yeryüzündeki eminine niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de o'nu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin neler yaptığını bilemiyorum." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Hz. Ömer'den (r.a) rivâyet edildiğine göre o, Abdullah ibn Selâm'dan (r.a) Hz. Peygamber'i (s.a) sordu. Abdullah ibn Selâm cevaben şöyle dedi: "Ben o'nu, oğlumdan daha iyi tanırım." Hz. Ömer, "Niçin?" deyince, o, "Çünkü ben Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hâinlik etmiş olabilir." Bunun üzerine Hz. Ömer onun başını öptü. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]



148Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep hayırlara koşun, yarışın/ hayırları öne getirin. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

149Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir haktır. Ve Allah, yaptıklarınıza ilgisiz, bilgisiz değildir.

150,151Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram/ dokunulmaz eğitim-öğretim kurumu tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermem gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayın, Bana saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyun.


Bu âyet grubunda, her toplumun bir hedefi/stratejisi olduğu ve herkesin kendi hedefine yöneldiği beyân edildikten sonra mü’minlere, Hayırlara koşun, yarışın denilmekte, sonra da Her nereden çıkarsanız çıkın yüzünüzü Mescid-i Harâm yönüne çevirin talimatı tekrar tekrar vurgulanarak, "Mescid-i Harâm tarafı"nın kıble edinilmesi emredilmektedir.

Âyetteki viche kelimesi, "yüzün döndüğü yön" anlamında olup kıble sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de, sosyolojik yöndür [hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir].

Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta, Mescid-i Harâm tarafı'nın kıble [hedef, strateji] yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki âyetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:

1) İnsanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için, yani herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.

2) Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için, yani Allah'ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.

3) Doğru yolu bulabilmeniz için, yani, kurtuluşa erebilmeniz için.

İşte, Mescid-i Harâm tarafının kıble/hedef edinilmesi için bunlar gerekçe olarak gösterilmektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî olarak Mescid-i Harâm tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk etmesinin mümkün olmadığı, her akl-ı selimin kabul edeceği bir hakikattir.

O hâlde, "Mescid-i Harâm tarafı" ifadesinden ne anlaşılmalıdır? Bu sorunun cevabı da Kur’ân tarafından verilmiştir:

125Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, "Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun" diye ahit almıştık. [Bakara/125]

96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i İmrân/96-97]
 
97Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Haram'ı, haram ayı, hac yapanlara yiyecek olarak hayvan hediye etmeyi ve gerdanlıkları/hac yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri insanlar için bir ayağa kalkış; silkiniş, kendilerini kurtarış yaptı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir. [Mâide/97]

Yukarıdaki üç âyette yer alan vurgular dikkate alındığında, "Mescid-i Harâm"ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilir:
* Mescid-i Harâm veya Beytullâh veya Ka‘be (ki üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur].

* Orada İbrâhîm peygamberin, makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücadele ettiği yer] vardır.
* Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, baskı ve zulüm olmamalıdır.

* Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.

* Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır.

* Müslümanlar, İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir.

* Gidip gelmeye imkân bulanlar oraya gidip gelmelidir.

Mescid-i Harâm'ın Kur’ân'da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edildiğinde anlaşılır ki, yapılan vurgular Mescid-i Harâm, Beytullâh veya Ka‘be'nin fizikî yapısıyla ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir. Bu durumda, İbrâhîm peygamberin Ka‘be'yi yapması da, tevhid okulunu açması ve işletmesidir. Buna göre, "Mescid-i Harâm tarafı" ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve "Mescid-i Harâm tarafına yönelmek" için nelerin yapılması lâzım geldiği kendiliğinden ortaya çıkar:

* Özerk ilâhiyât okulları ("tabii bilimler" de doğal olarak ilâhiyât okulunun müfredatı kapsamındadır) açılmalı ve bunlarda tevhid ve ilâhiyâtı öğreten öğretmenler [rükû edenler] ile öğrenciler [ilâhiyât eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir.

* Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları açılmalıdır.

* Gerekli askerî güç ve organizasyonlar oluşturularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir.

İşte Kur’ân'daki kıble/strateji budur; insanların namazda fizikî olarak Mekke'ye dönmeleri değildir.

Bu strateji ile Rasûlullah topluma Allah'ın hikmetlerini öğretecek ve toplumda yönetici sıfatını kazanacaktır. Nitekim bu âyetlerden sonra, fiilen "Melik Elçi" olan Peygamberimiz, hem elçilik hem yöneticilik görevlerini yürütmüştür.

Şu âyetler o'nun bu görevlerine yöneliktir:

31De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir." [Âl-i İmrân/31]

80Kim, Elçi'ye itaat ederse, artık o, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, artık Biz, seni o yüz çevirenlere koruyucu/bekçi olarak göndermedik. [Nisâ/80]

7,8Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. [Haşr/7-8]

59Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahiplerine/anayöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir. [Nisâ/59]

Yüzelli birinci ayette geçen kitap ifadesi

* Kitap olması:

Rabbimiz Kur’an’ı "kitap" diye nitelemiştir. " الكتابel-Kitap", "içinde yazı olan şey" demektir. [Lisan’ül Arab; c.7 S.588, "ktb" mad.] Kitap sözcüğü, "toplanmak, bir araya gelmek" manasına gelen " كتب ketb" mastarından türemiştir. Bu durum, Kur’an’ın bir takım harfler ile meydana getirilmiş bir eser olmasını ifade ettiği gibi, bilgi, yasa, öğüt gibi insanlık yararına olan şeylerin toplandığı bir eser olmasını da ifade etmektedir. Ancak bu ayetteki "Kitap" ifadesi ile Kur’an’ın tümü kastedilmiş olamaz. Çünkü bu ayet indiğinde Kur’an’ın tamamı inmiş değildi.

Kur’an’ın tümü kitap olduğu gibi, bir ayetine, bir paragrafına ve bir pasajına da kitap denir.

"Kitap" sözcüğü; "yazılan-okunan" anlamına geldiği için, bir defa buradan hemen anlıyoruz ki, Kur'an ayetleri ilk vahyden itibaren yazıya geçirilmiştir. İkinci olarak; Kur'an'nın henüz tamamlanmadığı dönemlerde eldeki mevcut olan bölümler de Kur'an'da "kitap" olarak tanımlandığı için anlıyoruz ki, "kitap" sözcüğü Kur'an'ın tamamını temsil etmemektedir. Nitekim yukarıda sunduğumuz ayetlerin bazılarındaki "kitap ve hikmet" kalıbına karşılık, Ahzab suresinin 34. ayetinde; "...Allah'ın ayetlerini ve hikmeti anın" şeklinde "ayetler" sözcüğü kullanılarak bir kalıp oluşturulmuştur. Yani "kitap" ve "ayetler" sözcükleri, Kur'an'ın bölümleri için kullanılmıştır.

Bizim görüşümüze göre "kitap ve hikmet" kalıbıyla verilen ayetlerdeki "kitap"; Zümer suresinin 23. ayetinde bahsedilen "müteşabih kitap"tır. Yani mucize nitelikli, anlamları gayet açık olmasına rağmen birbiriyle benzeşen birçok anlamı ifade edebilen eşsiz sanat mucizeleri konumundaki müteşabih ayetlerin oluşturduğu metindir.

Bilindiği üzere Kur’an indiği dönemde Araplar arasında henüz kültür ve edebiyat, yazılı konumda değildi. Arap dil ve edebiyat bilginlerinin eserleri dilden dile dolaşmaktaydı. Arap dili gramer ve edebiyat açısından henüz kuramlaştırılmamıştı. Gramer ve edebiyat bilgileri ediplerin kasidelerinde, halk deyimlerinde kendini göstermekteydi.

Arapçaya ait bu günkü dilbilgisi kuralları Kur'ân'ın inişinden yaklaşık 150–200 sene sonra Sibeveyh, Ahfeş (ölümü H. 177 M. 793), Kisâî, Îsâ b. Ömer, Yûnus b. Habib ve Ebû Ubeyde Ma'mer b. Müsenna gibi bilginlerce Kur’an metinleri ve İmruü'l-Kays, Tarafe ibnü'l-Abd (539-564), Haris bin Hilliza (veya A'şa)., Amr bin Kulsum, Antere bin Şeddad (veya Nabiğa), Züheyr bin Ebu Sulme, Lebid ve diğer ediplerin eserleri dikkate alınarak oluşturuldu.

Kur’an’ın metni Arap dilinin gramer ve edebiyat ilkelerini kuramlaşmış haliyle insanlığa sunmuş ve derli toplu olarak göstermiştir. Hem de Arap dili gramer ve edebiyatını bilmeyen birisi tarafından. Kur’an’ın nüzulünden sonra Arap dil ve edebiyatının temel kaynağı artık Kur’an metni (Kitap) olmuştur. İşte Kur’an’da "Kitap" diye konu edilen, Kur’an’ın yazılı metnidir, içeriği de Hikmet olarak yer almaktadır. Bunu, A’raf/2, Yûnus/1, Hûd/1, Yûsuf/1, Ra’d/1, İbrahim/1, Hıcr/1, Kehf/1, Şûra/2, Neml/1, Kasas/2, Lokman/2, Secde/2, Sâd/29, Zümer/1, 2, 23, 41 Mü’min/2, Fussıllet/3, Zuhruf/2, Duhan/2, Câsiye/2, Ahkaf72 ve Bakara/151’de görmekteyiz.


152Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana, verdiğim nimetlerin karşılığını ödeyin, Bana iyilikbilmezlik etmeyin/ verdiğim nimetleri görmemezlikten gelmeyin.


Belirlenen yeni hedefle, hedef büyütülüp çıta yükseltilince mü’minlere de eskisinden daha fazla görev düşeceği; büyük hizmetlerin ve büyük stratejinin gerçekleşmesinin bilinç ve mâlî desteğe ihtiyaç duyacağı gayet tabiidir. Bu nedenle, Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin buyurulmuştur.

* Ve hani Mûsâ toplumuna demişti ki: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O, sizi işkencenin kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirien ve kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden kurtardı. Ve işte bunda Rabbinizden size çok büyük yıpranarak bir sınav vermek vardır. Ve hani Rabbiniz ilan etmişti: "Andolsun ki sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını öderseniz, elbette size artırırım ve eğer iyilikbilmezlik ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir." [İbrâhîm/6-7]

Allah'ın anılması ve şükredilmesi hususunda daha evvel yaptığımız açıklamayı hatırlatıyoruz:

ŞÜKÜR

Şükür, "insana verilen nimetlerin cinsinden verilerek yapılabilecek bir karşılık verme"dir.

ZİKİR

Zikrullah [Allah'ın anılması], elde tesbih, dil ile "Allah, Allah..." demek değildir. Zikrullah [Allah'ın anılması], "Allah'ın kulları üzerindeki hakklarını ve bahşettiği nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi her an kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yapmak, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmak"tır.*




*İşte Kuran, Bakara Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim