• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

23Necm 1-18 + 7Tekvir 15-25




Mushafta Bozuntu Yapılan Ayetler


23Necm 1-18 + 7Tekvir 15-25


Hatalı Çeviri:
1, 2, 3. Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.

4. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.

5, 6, 7. Çünkü onu güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken asıl şekliyle doğruldu.

8, 9. Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.

10, 11. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.

12. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız?

13, 14. Andolsun onu, Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında önceden bir defa daha görmüştü.

15. Cennetü'l-Me'vâ da onun yanındadır.

16. Sidre'yi kaplayan kaplamıştı.

17. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.

18. Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.



Doğru Çeviri:

Necm: 37
1Grup grup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki 2arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet grupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. 5Arkadaşınıza o konuştuklarını müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi, egemenlik kurmuş50 olan öğretti.

6,7Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibidir. 8,9Sonra da O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan nitel olarak yaklaştı ve hemen art arda kova sarktı/ ÖBEK ÖBEK ÂYETLER İNDİ. Birinde iki yay uzunluğu51 kadar, diğerinde de nitel olarak daha yakın olmuştu. 10Hemen O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibi olan, kuluna, 14son kiraz ağacının yanında 15–ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır– vahyettiğini vahyetti.52 16O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu. 11Kulun gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/ Onun gördüğü şey hakkında o'nunla mücâdele mi ediyorsunuz?

13Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. 17Göz şaşmadı ve azmadı. 18Andolsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü.

Tekvir15-23Kur’ân'ı dinlememek için saklananların, kaçanların durumunu, gerçeği örtbas etmenin-cehaletin gidişini, aydınlığın- reşitliğin gelişini kanıt gösteririm ki kuşkusuz bu, şerefli, Arş'in/ en büyük tahtın sahibinim nezdinde güçlü, çok değer verilen, itaat edilen, bir de güvenilen elçi olan bir Söz’dür. 22Arkadaşınız da, gizli güçlerce desteklenen/ deli bir kişi değildir. 23Andolsun, gördüklerini kendisi apaçık ufukta iken; gönlü yalanlamadan, gözü şaşmadan ve azmadan gördü.

Tekvir24O kimsenin görmediği, duymadığı, sezmediği, kendisine verilen vahiyler hakkında cimri de değildir. 25Bu, kendi düşünce yetisinin ürünü olan söz de değildir.



1Grup grup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki 2arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet grupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. 5Arkadaşınıza o konuştuklarını müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi, egemenlik kurmuş olan öğretti.


1. Ayet:

1Gurup gurup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki

Sure kasemle [yeminle] başlamıştır. Fecr suresinin 5. ayetinden öğrendiğimize göre Yüce Allah akıllı, bilgili kimselerin dikkatini çekmek, onlara kanıt göstermek için yemin etmektedir. Allah'ın yemin etmesi "Dikkat edin, dikkat çektiğim bu olay ya da nesneyi iyi araştırın. Bunlar şunların kanıtıdır" anlamına gelmektedir:

5İşte bunlarda, akıl sahibi için güçlü-ikna edici, inandırıcı bir anlatım vardır. [Fecr/5]

Kasem cümlesi ile ilgili detay 2. surede [Kalem Suresinde] verilmiştir.

Birinci ayette Muhammed'in sapmadığına, azmadığına, keyfine göre konuşmadığına, tebliğ ettiği mesajların kendisine vahyedildiğine kanıt olarak gösterilen olgu, bu sureye kadar olan parça parça inmiş ayet kümeleridir. Çünkü bu ayetler yapı ve anlam itibariyle Muhammed'in veya herhangi bir insanın ortaya koyamayacağı, hatta tüm insanların birleşseler dahi bir benzerini getiremeyecekleri ilahî nitelikli sözlerdir.

Kur’ân ayetlerinin insanlara kanıt olarak gösterilmesinin başka örnekleri de vardır. Mesela Ya Sin suresinin 2 ve 3. ayetlerinde, Muhammed'in peygamberlerden bir peygamber olduğunun kanıtı olarak yine "Hikmet sahibi Kur’ân" gösterilmektedir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, Kur’ân’dan hareketle Anakentli; Mekkeli Muhammed’in elçiliği kabullendirilecektir. Rasülüllah’tan hareketle Kur’ân’ın vahy olduğu değil.

"Parça parça inen" diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali "النّجم necm" sözcüğüdür. "Necm" sesteş bir sözcük olup ilk olarak "ilkbaharda topraktan yeni çıkan filiz" veya "hayvanlarda yeni çıkan boynuz" anlamlarında kullanılmıştır. Sonraları zaman içinde otlara, çayır-çimen gibi gövdesiz bitkilere, yıldızların doğuşuna, yıldızların tümüne, özel isim olarak Süreyya yıldızına ve toplum içinde sivrilmiş önderlere de "necm" denmiştir. [Lisanü’l Arab, "n cm" mad.]

Kur’ân'da ve arap dilinde birkaç farklı anlamda kullanılan "necm" sözcüğü, Rahman suresinin " والنّجم والشّجر يسجدان Otlar ve ağaç ikisi de secde eder" anlamındaki 6. ayetinde "otlar"ı; Tarık suresinin 3. ayeti [ النّجم الثّاقب en-Necmü’s-Sâkıb], Nahl suresinin 16. ayeti [وبالنّجم هم يهتدون Ve bi’n-necmi hüm yehtedûn] ve Saffat suresinin 88. ayetinde de [فنظر نظرة فى النّجوم Fe nazara nazraten fi’n-nücum] "yıldızlar"ı ifade etmektedir.

Karanlığı yarıp kendini gösteren ve başkalarının yol bulmasını sağlayan yıldıza Kur’ân'da "necm" dendiği gibi, her biri bir yıldız gibi ışık saçan, insanları aydınlatan ve onların yollarını bulmalarını sağlayan Kur’ân ayetlerine de "necm" denmiştir. Bunun örneği, konumuz olan Necm suresinin 1. ayetinden başka, Vakıa suresinin 75. ayetidir:

75Artık hayır. Necmleri/her indirilmede gelen âyetlerin yerlerini/zamanlarını; inişini kanıt gösteririm ki –76ve eğer bilirseniz bu büyük bir kanıt gösterimidir–, 77hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’ân'dır. 78Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası temas edemez. 80O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. [Vakıa/75- 80]

Meselâ bu surenin 1-18. ayetleri bir necmdir. İleride göreceğiniz gibi, Abese suresinin 1-10. ayetleri de bir necmdir.

Surenin birinci ayetindeki "النّجم necm" sözcüğü "parça parça inmiş Kur’ân ayetleri" olarak çevrilirse, "heva" sözcüğünün de "nüzul [iniş]" olarak çevrilmesi gerekir. "Heva" da necm gibi sesteş bir sözcük olup birden çok anlamı vardır. Buna bağlı olarak Kur’ân'da da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Meselâ bu surenin 1. ve 53. ayetlerinde "yukarıdan aşağıya düşmek, inmek" anlamında, 3. ve 23. ayetlerinde ise "tutku" anlamında kullanılmıştır. Keza Naziat suresinin 40. ve Ta Ha suresinin 16. ayetlerinde yine "tutku" anlamında kullanılmış olan "heva" sözcüğü, İbrahim suresinin 43. ayetinde "bir şeyin havada kalması", Hacc suresinin 31. ayetinde ise "rüzgârın savurması" anlamında kullanılmıştır.

Yukarıdaki bilgiler ışığında "necm" sözcüğünün değişik anlamları kullanılarak 1. ayete şu anlamlar verilebilir:

- Kayan yıldız kanıttır ki,

- Kayan çayır çimen kanıttır ki,

- Kayan Süreyya yıldızı kanıttır ki,

- Şimdiye kadar parça parça inmiş olan ayetler kanıttır ki,

Ne var ki, ayetin çevirisi olacak cümlenin aynı zamanda Muhammed (as)'in şaşmadığına, azmadığına, hevasından konuşmayıp sadece vahiyleri aktardığına kanıt teşkil etmesi gerekmektedir. Bu gereklilik göz önünde tutulduğunda, "Şimdiye kadar parça parça inmiş olan ayetler kanıttır ki," cümlesinin en uygun te’vil olduğu görülmektedir.

Ancak "Kayan yıldız kanıttır ki" cümlesinin 2. ayete kanıt teşkil edecek bir ayet olduğu da ileri sürülebilir. Çünkü gerçekten o dönemde Mekke'de yıldız kayması veya gök taşı düşmesi gibi bir olay vuku bulmuş ve bu olay da Mekkelilere kanıt olarak gösterilmiş olabilir. Bu görüşe göre; Musa (as)’ın dağda bir ateş görüp yanına gitmesi ve oradaki ağaçtan kendisine vahyedilmesi olayına benzer bir şekilde, Muhammed (as) de yıldız kaymasını veya gök taşı düşmesini merak edip ışığa doğru gitmiş ve son sidre ağacının yanında kendisine sidre ağacından vahyedilmiştir. Bu yıldız kayması veya gök taşı düşmesi olayı ile Musa peygamberin serüvenini önceden bilen Mekkelilere Musa (as)’ya vahyedildiği gibi Muhammed (as)’e de vahyedildiği açıklanmakta ve peygamberimizin söylemlerinin vahiy kaynaklı olduğuna kanıt olarak gösterilmektedir. Bu görüş, İsra suresinin 1, Tekvir suresinin 23 ve bu surenin 7-18. ayetleri tarafından da desteklenmektedir.

2 - 4. Ayetler:

2arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.

Mekkeliler arasında yıllarca onlardan birisi olarak saygın bir hayat süren Muhammed (as), Allah tarafından peygamberlikle görevlendirildikten sonra farklı davranmaya başlamıştır. Bir müddet içine kapanan [Müzzemmil] Muhammed (as), o dönemde gelen vahiylerle eğitilip yetiştirilmiş, daha sonra da hazır olduğu bildirilerek toplumun karşısına geçip onları açıkça uyarmakla emrolunmuştur [Müddessir]. Fatiha suresiyle toplumu uyarmaya, onları hakka yönlendirmeye başlayan Muhammed (as), aynı zamanda toplumsal faaliyetlere de girişmiştir. Muhammed'in bu davranışlarına tanık olan Mekke ileri gelenleri ise bir taraftan onun bu sosyal girişimlerine engel olmaya çalışmışlar, diğer taraftan da onun hakkında "Muhammed sapıttı, azdı, delirdi" şeklinde, hatta daha da ileri giderek "Muhammed kendi hevasına uyuyor, bizden çıkar sağlamak için peygamberlik rollerine bürünüyor, söylediklerini aslında kendisi uyduruyor" şeklinde çirkin ve asılsız söylentiler çıkarmışlardır.

Yukarıdaki ayetlerde Muhammed (as) hakkında çıkarılan bu iddialar reddedilmekte ve onun deli olmadığı, sapıtmadığı, çıkarı için konuşmadığı, o ana kadar inen ayetlerde onun çıkarına, kuruntularına yönelik hiçbir ayet bulunmadığı, söylediklerinin Allah tarafından vahyedilmiş olduğu vurgulanmaktadır.

YASİN/

NİSA/166

Kâfirler bu tür iddialarına ondan sonraki dönemlerde de devam etmişler, Rabbimiz de Kur’ân boyunca meydan okuyarak onlara bütün ediplerini bir araya getirmelerini ve Muhammed (as)’in uydurduğunu iddia ettiklerinin bir benzerini meydana getirmelerini teklif etmiştir.

33,34Yahut vahyedilenleri, "Kendi uydurup söyledi" mi diyorlar? Aslında onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğru kimseler iseler. [Tur/33, 34]

13Aslında onlar, "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın." [Hud/13]

38Yahut "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse siz benzeri bir sûre meydana getirin, Allah'ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz." [Yunus/38]

88De ki: "Andolsun ki bugünün, yarının tüm insanları, bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini kesinlikle getiremezler." [İsra/88]

23Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz. [Bakara/23]

Rabbimizin bu konudaki meydan okuyuşu elbette Kur’ân'ın indiği dönem ile sınırlı değildir. Müddessir suresinin tahlilinde verdiğimiz açıklamalar muvacehesinde, bugüne kadar Kur’ân'ın bir benzerini oluşturamayan insanlığın bundan sonra da buna muvaffak olamayacağı ortadadır.

Peygamberimizin tebliğ ettiği ayetlerin kendi hevasının ürünü olmayıp vahiy olduğunun bir diğer kanıtı da, kâfirlerin en gizli plânlarının, hatta kalplerinden, akıllarından geçenlerin bile inen ayetlerde deşifre edilmesidir. Böylesine gizli plânların ve sinsi düşüncelerin peygamberimiz tarafından bilinmesi mümkün değildir. Keza, Cinn suresinde konu edilen olaylar da gayb haberleri olup ancak Allah'ın bildirmesi ile öğrenilebilecek olaylardır.

5. Ayetler:

5Arkadaşınıza o konuştuklarını müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi, egemenlik kurmuş olan öğretti.

Peygamberimizi göğe, Allah'ın yanına çıkarmayı marifet bilen zihniyet bu ayetleri de çarpıtmış ve Allah'a ait olan nitelikleri maalesef Cebrail'e yakıştırmıştır. Görüldüğü gibi, surenin 5 ve 6. ayetlerinde Kur’ân'ı kimin öğrettiği herhangi bir isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Ne var ki, rivayetçiler bu sıfatları Cebrail'e vermişler fakat böyle yapınca da 10. ayette Muhammed'in Cebrail'e kul olması anlamı ortaya çıkmıştır. Bu kez de sırf bunu izale etmek için yığınlarca safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken işin içinden çıkamayarak daha da batmışlardır.

Peygamberimize Kur’ân'ı öğretenin kim olduğu konusunda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Kur’ân'ı ona öğreten Cebrail değil, kesin olarak Rahman [Allah]'dır:

1-4Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], Kur’ân'ı/öğrenip öğretmeyi öğretti, insanı oluşturdu, ona hayır ve şerri, iyiyi, kötüyü ayırmayı öğretti. [Rahman/1, 2]

Bu ayet de açıklıkla ifade etmektedir ki, Kur’ân'ı öğreten Allah’tır. Dolayısıyla onu öğretenin Cebrail olduğu anlayışı Kur’ân'a tamamen terstir.

Yukarıdaki ayetlerde geçen sıfatları açıklamakta yarar vardır:

- Ayette geçen " شديد القوى şedidü’l-quvâ [kuvvetleri çok güçlü olan]" ifadesi, "قدير qadir" sözcüğünün başka türlü ifadesidir; yani "çok güçlü olan" anlamındadır. Bu anlamı "Kuvvet" kökünden gelen bir sözcükle ifade etmek gerekirse, mübalağa ism-i fail kalıbıyla "قوىّ Kaviyyün" sözcüğünü kullanmak gerekir. Zaten "Kaviyyün" sözcüğü de Allah'ın sıfatlarından birisidir. Kur’ân'da dokuz kez yer alır:

52Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini/alâmetlerini/göstergelerini tanımadılar da Allah, kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Şüphesiz ki Allah, çok güçlüdür, cezası/sonuçlandırması çok şiddetli olandır. [Enfal/52]

Diğer ayetler ise şunlardır: Hud 66, Hacc 40, 74, Mümin 22, Şûra 19, Hadid 25, Mücadele 21, Ahzab 25.


6,7Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibidir. 8,9Sonra da O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan nitel olarak yaklaştı ve hemen art arda kova sarktı/ ÖBEK ÖBEK ÂYETLER İNDİ. Birinde iki yay uzunluğu kadar, diğerinde de nitel olarak daha yakın olmuştu. 10Hemen O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibi olan, kuluna, 14son kiraz ağacının yanında 15–ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır– vahyettiğini vahyetti. 16O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu. 11Kulun gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/ Onun gördüğü şey hakkında o'nunla mücâdele mi ediyorsunuz?

13Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. 17Göz şaşmadı ve azmadı. 18Andolsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü.


Kur’ân'da müteşabih âyetlerin varlığını bildiren Âl-i Imran suresinin 7. ve Zümer suresinin 23. âyetleri göz ardı edilip müteşabih âyetlerdeki her ifade, mecaz ve kinaye anlamlar dikkate alınmadan, zahirî, lâfzî ve hakikat anlamlarıyla dikkate alınırsa, bu, Kur’ân'ın ruhuna aykırı bir davranış olur. Meselâ Allah'ın gelmesi, inmesi, yaklaşması, Arş üzerine istiva etmesi, gökte olması, eli olması, yüksek-açık ufuk sahibi olması, Âdem ve İblis ile bire bir diyalog kurması, görmesi, işitmesi müteşabih ifadeler olup bunlar ehil kişilerce tevil edilirler.

7-10. âyetlerde Allah'ın Muhammed'e ilk kez nasıl vahyettiği [Alak suresinin inişi] tasvir edilerek heyecanlı bir sahne sergilenmiştir. Müteşabih âyetleri ve mecazları anlamayan zihniyet, bu âyetlerdeki müteşabih ifadeleri çarpıtarak fiillerin öznelerini Cebrail olarak yorumlamıştır. Bu zihniyet sahiplerine göre, peygamberimiz orada Cebrail ile karşılaşmış, Cebrail, gökten helikopter inişi ile inmiş, birbirlerine yaklaşmışlar, peygamberimiz Cebrail'e [hâşâ] kul olmuş, Cebrail de ona vahyedeceğini vahyetmiştir.

Müteşabih ifadelerin anlaşılmasını ehline bırakmak daha doğru bir davranıştır. Zaman içinde mutlaka her ilimde uzman olanlar çıkar ve bu donanımlı uzmanlar o âyetleri gereği gibi tevil ederler. Biz bu pasajdaki bazı kelimeler ile ilgili az da olsa açıklama yapılmasını uygun buluyoruz.

- 6. âyetteki "ذو مرّة zû mirra [üstün akıl sahibi]" ifadesi de Allah'ın Rabb ve Mukaddir [her şeyin en inceden inceye hesabını yapan] olduğunu beyan eder. Bu sözcük başka hiç bir âyette yer almaz.

- Yine 6. âyetteki " استوى istiva eden" ifadesi ile kastedilen de Allah'tır. Çünkü "İstiva" Allah'ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir. "İstiva" mecazen "egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı" demektir. Müteşabih olan bu kavram âyette mecaz olarak kullanılmıştır. "İstiva" sözcüğü, aşağıdaki âyetlerden başka, Yunus suresinin 3., Ra'd suresinin 2., Furkan suresinin 59. ve Secde suresinin de 4. âyetinde bu şekilde geçmektedir.

5Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], en büyük taht üzerine egemenlik kurmuştur. [Ta Ha/5]

54Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O'na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne cömerttir! [A'râf/54]

29O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için oluşturandır. Sonra da O, semaya egemenlik kurdu; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir. [Bakara/29]

Görüldüğü gibi, âyetlerdeki " استوى istiva" sözcüğü, müteşâbih bir anlatımla Allah'ın gücünü ve kuvvetini ifade etmektedir. "İstiva etti" ifadesinden başka, "Gökte olan", "Tahtta oturan", gibi ifadeler mecazi anlamlı olup Kur’ân'da Allah'ın gücünü ve kuvvetini anlatmak için kullanılmıştır. Bu müteşabih ifadelerin çoğu o günkü Araplar arasında dolanımda olan ifade kalıplarıdır. Bu nedenle Yüce Allah da kendi muradını Arapların o günkü konuşma ve anlamalarına uygun olan bu deyim ve kalıplarla ifade etmiştir.

الْاُفُقِ

7. âyette geçen " افقUfuk" sözcüğü, "yeryüzünün etrafından ve felekin çevresinde açıkta olan, görülebilen yerler; görüş alanı" demektir. Çoğulu "âfâk" gelir. Sözcüğün ismi fail kalıbı " آفقâfik", "cömertlikte, bilgide, güzel konuşmada ve tüm iyi şeylerde ve tüm erdemlerde zirveye ulaşmış kişi" demektir. (Tac, Lisan)

TDK ise ufku şöyle özetler: "Çevren, göz erimi. "ufkunu genişletmek görüş alanını genişletmek, daha geniş, daha fazla bilgi ve görüş edinmek."

Türkçemizde de "ufku dar", ufku geniş" deyimleri vardır. Ve bu deyim kişilerde kullanıldığında "derin bilgi, ileri görüş sahibi kişi" demektir.

الْاَعْلٰىۜ

" افقUfuk" sözcüğü, " الأعلىA’la" sıfatıyla geldiğinden "en yüce ufuk" anlamındadır. Dünyadaki ufuklar bu nitelikte değildir. Cümle içinde de " O, en yüce ufka sahiptir" denilmiştir. Bu, sözcüğün " آفقâfik" kalıbının anlamı olup cümlenin anlamı "O, cömertlikte, bilgide, güzel konuşmada ve tüm iyi şeylerde ve tüm erdemlerde en zirveye ulaşmış Zat’tır" demek olur. Bu nitelikler de sadece Allah’a ait olan niteliklerdir. Burada da Tekvir/23’te olduğu gibi Mecaz-i Mürsel olarak bir mahalden (yerden) bahsedilmeyip halden (nitelikten bahsedilmektedir.) Aksi halde Allah’a mekan isnadı yapılmış olur.

دَنَا

8. âyette yer alan " دناDenâ" sözcüğü, tüm lügatlerde " قربgarube (yakın oldu)" anlamındadır. Tabii ki bu yakınlık, nitel yakınlık olup nicel değildir. Bunu şu âyetlerde de görebiliriz: Bakara/186, 52, Tevbe/99, A’raf /56, Hud/61, Sebe/56, Kehf/24, 81, Kâf/16, Vâkıa/85.

ALLAH'IN YAKINLIĞI: Kur’ân'ın buraya kadarki bölümünde, kendisini tanıttığı ifadelerden öğrendiğimize göre Allah'ın zatının kullarına mesafe itibariyle yakınlığı söz konusu değildir. Âyette geçen Allah'ın yakınlığı, mecâzî bir ifadedir. Bu ifade ile kasdedilen mana, "insan üzerinde kudret yürütüp bir etki meydana getirme, ona değer, makam verme, onu bilgilendirme, onu koruma, ona huzur, güven ve güvence vermesidir. Ki bu da Duha ve İnşirah surelerinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

تَدَلّٰىۙ

Yine 8. âyette yer alan " تدلّىtedellâ" fiili, "Delv" kökünden gelmedir. " دلوDelv", "kovanın sarkması" demektir. Sözcüğün " تدلىtedellâ" kalıbı (aslı " تدلوtedelleve’dir) " تقعلtefeu’ul" babıdan olup, "sürekli olarak kova sarktı" anlamı kazanmıştır. Sözcüğün إفعالİf’âl babından fiili Yusuf suresi 19. Âyette " فادلى دلوهfe EDLÂ DELVEHÜ (o da, kovasını sarkıttı)" şeklinde yer alır.

Sürekli kova sarkması, aynı Kadir suresindeki " تنزلtenezzelü (sürekli, arka arkaya iner)" ifadesiyle eş anlamdadır. Ve sürekli kovanın inişi, vahyin necm necm; parti parti, grup grup inişinden kinayedir. Yani, "Elçiye kova kova; kovalar dolusu âyetler indirdi durdu/vahyetti" anlamındadır.

Bu durumda sözcüğe "sarktı" anlamı vermek ve fiilin öznesini Allah yapmak Kur’an’a ve tevhid inancına uygun değildir.

Meselenin iyi kavranabilmesi için vahiy ile ilgili kısa bir açıklama yapmakta yarar vardır:

Vahiy

Sözlük anlamı olarak " وحى vahy" sözcüğünün "vaz'ı [ilk konuş, türetiliş]" anlamı "gizlice bilgilendirmek" demektir. [Lisanü’l Arab, "v h y" mad.] Zamanla bu anlam çerçevesine uygun olarak "Gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme" anlamlarında da kullanılır olmuştur.

Vahyin terim anlamı ise "Yüce Allah'ın vasıtasız olarak veya değişik vasıtalarla emirlerini, hükümlerini gizlice ve süratlice peygamberlerine bildirmesi" demektir. Vahiy sözcüğü "القاء ilka" sözcüğü ile anlamdaş olarak kullanılır. (Bakara 37, Neml 6 ve Mümin 15'e bakılabilir.)

"Vahiy" kelimesinin Kur’ân'da sözcük anlamıyla kullanıldığı âyetler "Allah ile ilgili olan" ve "Allah ile ilgili olmayan" olmak üzere iki grupta toplanabilir.

1- Allah ile ilgili olarak kullanıldığı âyetlerde "vahy" sözcüğü, öz anlamı ekseninde şu anlamları ifade etmiştir:

a- "Emir ve bir iş yaptırma"; Fusılet 12, Zilzal 4 – 5, Nahl 68, Enfal 12.

b- "İma etme, ilham"; Maide 111.

c- "İlham ve rüya"; Kasas/7.

2- Allah ile ilgili olmadan kullanıldığı âyetlerde de "vahy" sözcüğü yine öz anlamı ekseninde şu anlamları ifade eder:

a- "İma etmek, işaret etmek"; Meryem 11.

b- "Fısıldama, gizli konuşma"; En'âm 112.

c- "Teşvik etme, telkin etme, söyleme"; En'âm 121.

"Vahy" sözcüğü terim anlamıyla Kur’ân'da 68 yerde geçmekte olup bu âyetlerin hepsinde de sadece Allah'a özgülenmiştir. Bunun anlamı, terim anlamındaki vahyin sadece Allah'ın işi olduğu; bir meleğin,peygamberin ve ne de herhangi bir insanın bu anlamda vahyetmesinin mümkün olmadığıdır.

Sonuç olarak 10. âyette geçen "vahiy" sözcüğü de terim anlamında kullanıldığına göre, burada kuluna vahyeden Allah'tır, Cebrail'in vahyi getirmesi söz konusu olamaz.

9. Âyette geçen "yay boyu", o zamanlarda kullanılan ve o günkü insanların bildiği bir uzunluk ölçüsüdür. O dönemlerde "metre" gibi kabul görmüş uluslararası ölçüler henüz icat edilmediği için yöresel ölçüler kullanılmaktaydı. "Yay boyu" da, o zamanlarda kullanılan rumh [mızrak], sevt [deynek], arşın, kulaç, boy, isbi' [parmak], hatve [adım], şibr [karış], zira’ [kol], ok atımı gibi bir ölçü birimiydi. Bu ölçü anlayışı o günkü Batı ülkelerinde de geçerliydi. Mesela insan ayağının uzunluğunu temel alan "feet", insan elinin başparmağının tırnak dibindeki genişliğini temel alan "inch" gibi ölçüler Batı’nın o eski dönemlerdeki ölçü birimleriydi. Dolayısıyla Yüce Allah mesajında muhatap aldığı toplumun anlayabileceği bir ölçü kullanmıştır.

Bu ölçü miktarı yardım- destek için kişilerin birbirine yaklaşacakları en uç noktanın Arap örfündeki bir deyimidir. Türkçedeki sırt sırta verme, yedikleri ayrı gitmeme, koltuk çıkma deyimleri gibi.

Âyetteki "birinde iki yay uzunluğu kadar, diğerinde de daha yakın olmuştu" ifadesindeki " أوْev (ya da)" edatı, olayı çeşitlendirmektedir; onüçüncü âyette "Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü" buyrulmaktadır. Bu demektir ki ilk vahyde olay iki kerre yaşanmış, birinde iki yay boyu, diğerinde daha da fazla yaklaşılmıştır. Bunun örneklerini Bakara/74, 135, Yunus/24 ve Saffat/147’de de görebiliriz.

Allah'ın peygamberimize nasıl vahyettiğinin anlatıldığı sahneye geri dönecek olursak, bu kompozisyonun çizildiği 7-10. âyetlerle beraber Tekvir suresinin 19-25. âyetlerindeki açıklamaları da hatırlamak ve yapılacak değerlendirmelerde gerek Musa (as)’ya ve gerekse Muhammed (as)’e gelen ilk vahiyleri anlatan âyetlerdeki "ağaç" ögesini dikkate almak gerektiğini düşünüyoruz.

15-21Kur’ân'ı dinlememek için saklananların, kaçanların durumunu, gerçeği örtbas etmenin-cehaletin gidişini, aydınlığın- reşitliğin gelişini kanıt gösteririm ki kuşkusuz bu, güçlü, Arş'in/en büyük tahtın sahibi'nin yanında çok değer verilen, itaat edilen, güvenilen değerli bir elçi sözüdür. 22 Arkadaşınız, gizli güçlerce desteklenen/deli bir kişi değildir. 23Andolsun o, gördüklerini kendisi apaçık ufukta iken; gönlü yalanlamadan, gözü şaşmadan ve azmadan gördü. 24O kimsenin görmediği, duymadığı, sezmediği, kendisine verilen vahiyler hakkında cimri de değildir. 25Bu, kendi düşünce yetisinin ürünü olan söz de değildir. [Tekvir/15-25]

7-10. âyetlerde, vahiy anında neler olduğu hakkında bize açık bir bilgi verilmemiştir.

Bu ayetler, ilk vahiy anında olanların bir zann [sanı], bir rüya, bir hayal, bir halüsinasyon olmadığını, sağduyunun kesinlikle yanılmadığını vurgulamakta ve bu sahnenin iki kere yaşandığını açıklamaktadır. İlk vahiy olan Alak suresinin akışından anladığımıza göre bu inişlerin birincisi " اقرأ ikra" ile başlayan 1. ve 2. ayetlerin gelişinde, ikincisi de yine "ikra" ile başlayan 3. ve 5. ayetlerin gelişinde olmuştur.

Bu ayetlerde vahiy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. Bu ayetlere göre, 7-10. ayetlerde anlatılan Allah'ın kuluna vahyetmesi, yanında oturmaya değer bir bahçe olan son sidre ağacının yanında vuku bulmuştur.

Eski tefsirciler Kur’ân’a kendi anlayışlarına göre noktalama işaretleri [keyfiyyeti secavent] koyarak pasajın anlamını bozmuşlardır. Bilindiği gibi, Kur’ân'daki duraklara konulmuş olan " ج cim, م mim, ط tı ve lâmelif" gibi işaretler Kur’ân'dan değildir. Bu gibi işaretleri sonradan Kur’ân'a koyan kurralar [uzman okuyucular] ve tefsirciler, 13. ayetin sonuna "lâmelif" koymak suretiyle ayetin anlamının burada bitmediğini, ayetin 14. ayette tamamlandığını kabul etmişler ve 14. ayetin başındaki " عند ınde" mekân zarfını da 13. ayetteki "başka bir inişte daha gördü" ifadesine bağlamışlardır. Hâlbuki " عند ınde" mekân zarfının pasajdaki tüm olaylara bağlanması, en doğru olanıdır. Buna gramer açısından hiçbir sakınca yoktur.

Sidretü’l-münteha, cennetü’l-me'va [Vadide bir mesire]:

Ayette bahsedilen sidre ağacı o vadide yetişen bir ağaç türü olup "sedr ağacı" veya "Arabistan kirazı" olarak da bilinir. Genellikle sınır aralarında sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayan çobanlar, çiftçiler, dağcılar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi noktası olarak kabul edilirdi.

Bir de kiraz ağacının insan sağlığı için birçok açıdan önemli olduğu kabul ediliyor. Kirazın bu özellikleri dikkate alındığında Rasülüllah’ın Mekke’de salatı engellenip hırpalandığı zaman düştüğü sıkıntıları nedeniyle kirazdan yararlanmak için Mekke’den Cirane vadisine; Mescid-i Aksa’ya yürüdüğü/gittiği düşünülebilir.

Ayette geçen "cennet"in nerede olduğuna gelince; bununla ilgili olarak da birçok rivayet ileri sürülmüştür. Öyle ki, bu rivayetleri esas alan tefsirciler, sözü edilen "me’va cenneti"nin yedi kat gökten birinde olduğuna kail olmuşlar, duruma göre onu farklı farklı katlara yerleştirmişlerdir. Bu olay nedeniyle peygamberimizin Allah'ın katına çıktığını ileri süren bazıları ise Kur’ân'ın bütününü dikkate almadan onun ahiretteki cennet olduğunu söylemişlerdir.

"Cennet" sözcüğü, "cinn" sözcüğü gibi "cenn" kökünden türemiş bir isim olup esas anlamı "gizlenmek, karanlıkta kaybolmak" demektir. Bitkilerin dal ve yapraklarıyla örttükleri toprak parçalarına cennet/bostan denir ve çoğul hâli olan "cennât" ve "cinân" şekilleriyle kullanılır.

Dinî terim olarak cennet ise peygamberlerin davetine uyarak Allah'tan gelen Hakk Din'e inanan, salih ameller işleyen, Allah'tan sakınan kullar için ahirette hazırlanmış olan mutluluk ve mükâfat yurdunu ifade eder. Bu anlamdaki cennet, içinden nehirlerin aktığı, bal ve sütten ırmakların bulunduğu, içinde gönlün hoşlandığı hoş kokulu pek çok yiyeceğin olduğu, kişiye özel hizmetçilerin emre amade beklediği, atlas ipekten giysilerin giyileceği, altın ve gümüşten kapların kullanılacağı, tam bir huzur ve mutluluk ortamı olarak Kur’ân’da uzun uzadıya tasvir edilir. Bu nitelikleriyle böyle muhteşem bir mükâfatı kimlerin hak ettiği Kur’ân'ın en çok üzerinde durduğu temalardan biridir. Ancak yukarıda sayılan niteliklerin birer sembol, örnek olduğu vurgulanır ve asıllarının daha muhteşem olduğu ima edilir [Ra'd/35, Muhammed/15, İnsan/12-22]. Ahiretteki mutluluk yurduna "cennet" adı verilmesi, ağaçlarının ve gölgelerinin çokluğundan ötürü olsa gerektir.

"Cennet" kavramı Arapçanın dışındaki dillerde de mevcut olduğu gibi, "Cennet inancı" da İslâm’ın dışındaki diğer dinlerde de yeri olan bir inançtır. Ne var ki, biz konuyu Kur’ân'dan öğrenerek açıklığa kavuşturmak durumundayız.

"Cennet" sözcüğü Kur’ân'da sadece dinî terim olarak değil, sözcük anlamıyla da kullanılmıştır. Meselâ Âdem peygamberin kıssasındaki cennet, sözcük anlamındaki cennettir. Yani Âdem peygamber bu dünyadaki yeşili, bitkisi, ağacı bol bir yerde yaratılmış, orada iken Allah'ın emrine aykırı davranmış ve oradan çıkartılarak çöle indirilmiştir. Çünkü Kur’ân'dan öğrendiğimize göre ahiretteki cennet bir ikram ve lütuf yurdudur, orada yasak olan ve günaha sokacak bir şey yoktur, o cennet süreklidir, ebedîdir:

25Orada boş söz, saçmalama ve günaha sokan şeyleri işitmezler. [Vakıa/25]

27-34Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! Onlar, dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen; tükenmeyen ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.

35Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. 36-38Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık. [Vakıa/27, 38]

71-73 -Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.– Ve siz, orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle, kendisine son sahip edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz." [Zühruf/71- 73]

51-57Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, Rabbinden bir armağan olarak güvenli bir makamdadırlar; bahçelerde ve pınarlardadırlar. Onlar, karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. İşte böyle! Biz, onları iri siyah gözlülerle/en ideal tiplerle eşleştirdik. Onlar, orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. [Duhan/51- 57]

Hâlbuki Âdem peygamber ve eşinin yaşadığı cennette hem yasaklama, hem de kötülük eden ve vesvese veren şeytan [İblis] vardır. Üstelik bu cennet ebedî de değildir. Nitekim İblis, yasak ağaca yaklaşma konusundaki vesveseyi ölümsüzlük vaadiyle vermiştir.

Kur’ân'da cennet sözcük anlamıyla sadece Âdem peygamber ile ilgili ayetlerde değil, başka ayetlerde de kullanılmıştır.

265Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti... Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. [Bakara/265]

17-24Şüphesiz Biz, o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara belâ vereceğiz: Hani onlar, sabah olunca kesinlikle çiftliğin ürünlerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir tayfun çiftliğin üzerinden dolaşıverdi. Sabaha, çiftlik, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi. Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler: "Haydi, devşirecekseniz sabahleyin erkence gidin!" dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın! [Kalem/17]

Konumuz olan "Me’vâ Cenneti"ne dönecek olursak: Ayetin siyak ve sibakından "bahçe konak" anlamındaki " جنّة المأوى cennetü’l-me'vâ"nın ahirette vaat edilen cennet olmadığı, yeryüzündeki belli bir coğrafî nokta olduğu anlaşılmaktadır. Cennet sözcüğü burada dinî terim anlamıyla değil, sözcük anlamıyla kullanılmıştır. Rivayetçilerin etkisinde kalmış olan eski bilginler cesaret gösterip de işin gerçeğini haykıramamışlar, bu ayetteki cenneti ahirete, göğün katlarına, hatta Allah'ın yanına yerleştiren bu rivayetlerin karanlık gölgesinde kalmışlardır. Meselenin şöyle özetlenmesi mümkündür: Necm 7 ila 10. ayetlerde anlatılan olaylar, yanında bahçe konağın [cennetü’l-me'vanın] bulunduğu son sidre ağacının yanında gerçekleşmiştir. 14 ve 15. ayetlerde bu ilk vahyin vuku bulduğu mahallin adresi verilmektedir.

O günün Mekkelileri gerek oradaki sidre ağaçlarını, gerekse en sondaki sidre ağacını ve onun yanındaki bahçe konağı biliyor olmalılar ki, içlerinden hiçbiri bu yerin neresi olduğuna dair herhangi bir soru sormamış ve bu olayın peygamberimizin göğe çıkıp Allah veya Cebrail ile sohbet ettiğini anlatan bir olay olduğuna dair hiçbir iddia ileri sürmemişlerdir. Peygamberimizin göğe çıktığı yolundaki çarpık anlayış, peygamberimizden 90-100 yıl sonra yaşayan rivayetçilerin o günkü iktidara yaranmak için gösterdikleri art niyetli yaklaşımlardan kaynaklanmıştır.

O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.

Mevcut meal ve tefsirlerin büyük çoğunluğunda, ayetin başındaki "iz" zaman edatı ihmal edilmiş, ekleme ve parantezlerle yazarların kendi inanç ve kabulleri doğrultusunda çeviriler yapılmıştır. Oysa bu edat, ayette çok önemli bir işlev görerek vahiy anını belirtmektedir: "O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu." Yani, 14 ve 15. ayetlerde ilk vahyin indiği yeri belirten Yüce Allah, 16. ayette de, vahyin "sidreyi kaplayanın kapladığı zaman" indirildiğini bildirmektedir.

Sidre ağacında nelerin olduğu bize ayrıntılı olarak aktarılmamıştır. Belki de havsalamızın almayacağı, dilimizle ifade edemeyeceğimiz tecelliler gerçekleşmiştir. Bu gibi durumlarda bizlere düşen, hakkında bilgi verilmeyen şeylerin arkasına düşmemek ve "Allah'ım, senin verdiğin bilginin dışında bir bilgimiz yoktur" demektir. Rivayet kitaplarında yer alan ve sidreyi [kiraz ağacını] ateş, nur, altın-gümüş-mücevher, kelebek, arı, melek gibi şeylerin kapladığı ve ağacın yapraklarının fil kulağı, meyvelerinin küp gibi olduğu, ağacın da Arş-ı A'lâ'da, cennette bulunduğu yolundaki iddialar, Kur’ân dışı, hayalî, ciddiyetten uzak ve art niyetli söylentilerdir. Bu konuda bizim göz önünde bulunduracağımız tek husus, Allah'ın kulları ile nasıl konuşacağını bildiren Kur’ân ayetidir:

51Ve bir beşer için, bir vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle/bilgisiyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah'ın kendisine söz söylemesi olmaz. Şüphesiz O, çok yüce ve yücelticidir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Şûra/51]

Bu ayetin ışığında, "sidre ağacını kaplayan kaplıyordu" ifadesinden, bir perde oluştuğunu ve Allah'ın o perdenin arkasından konuştuğunu/vahyettiğini anlamak mümkündür. Ancak Musa peygamberin ilk vahyinde "ağaç" ve "ateş" olarak belirtilen bu perdenin mahiyeti Muhammed peygamberin vahyinde açıkça belirtilmemiş, "şey" anlamını veren ism-i mevsul "ma"sı ile yetinilmiştir.

Peygamberimize ilk vahyin gelişini anlatan Necm suresindeki ayetler ile Musa peygambere ilk vahyin nasıl geldiğini anlatan ayetler birlikte incelendiğinde, iki peygambere gelen ilk vahiylerin geliş şekillerinin de birbirine benzediği görülür:

30-32Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: "Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah'ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır." [Kasas/30 -32]

9Mûsâ ile ilgili bilgiler kesinlikle sana ulaştı.

10Hani o bir ateş görmüştü de ehline [ailesine, yakınlarına]: "Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!" demişti.

11Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: "Mûsâ! 12Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vadidesin. 13Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye; "14Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut]. 15Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. 16O nedenle kıyâmete inanmayan ve kendi boş iğreti arzusuna uyan kimse seni, kıyâmete iman etmekten alıkoymasın; sonra değişime/yıkıma uğrarsın" 14uyarısına kulak ver. [Ta Ha/9-15]

Bu sahneler Kitab-ı Mukaddes'te şöyle yer alır:

"Ve Musa, kaynatası Midyan kâhini Yetro'nun sürüsünü güdüyordu ve Allah'ın dağına, Horeb’e geldi. Ve Rabbin meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü ve gördü ve işte çalı ateşle yanıyor ve çalı tükenmiyordu. Ve Musa dedi: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. Ve görmek için döndüğünü Rab görünce, Allah ona çalının ortasından çağırıp dedi: Musa, Musa! Ve O: İşte ben, dedi. Ve dedi: Buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. Ve dedi: Ben babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshak'ın Allah'ı ve Yakup'un Allah'ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah'a bakmaya korkuyordu." [Çıkış, 3. Bab, 1-6. cümleler:]


Göz şaşmadı ve azmadı.

"Göz şaşmadı ve azmadı" ifadesiyle, fiziksel ve psikolojik olarak bir yanılgı olmadığı, peygamberimizin her şeyi sağlıklı bir biçimde algıladığı anlatılmaktadır.

ayetlerinin en büyüğü

Ayetin ifadesine göre, İsra suresinin 1. ayetinde "gece yürüyüşü" olarak adlandırılan yolculuk, peygamberimize ayet gösterilmek için yaptırılmış ve amaçlanan gerçekleştirilmiştir.

Bu ayet, pek çok meal ve tefsirde, " الكبرى el-Kübrâ" ismi tafdilinin anlamını doğru bir şekilde vermeyen bir çeviri ile "Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü" veya "Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden gördü" şeklinde yer almaktadır. Oysa bizim yaptığımız çeviri, Allah'ın izniyle ayetin cümle yapısını tamı tamına ifade etmektedir.

Ancak ayetlerin en büyüğünün ne olduğu hakkında burada bize bilgi verilmemiştir. Ancak Kur’an’a baktığımızda Rasülüllah’ın vizyonlarını görebiliyoruz. Bunlar Fil suresinde konu edilen AHMAKLAR GURUBUNUN kökünün kazılması görüntüsü ve Fetih suresinde (Fetih/27 ) zikredilen MEKKENN FETHİ görüntüleri olduğu kanaatindeyiz.

Ama rivayet kitapları, ne yazık ki bu konuda da itibar edilmemesi gereken ve tamamen uydurulmuş hikâyelerle doldurulmuştur.


Not:
Tekvir 15-25. ayetler Necm suresinin 18. âyetinin devamıdır. Orada okunmalıdır.




50 Ayetin orijinalinde geçen istiva ifadesi, mecâzen, “egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı” demektir. Âyetlerde görüleceği üzere “Arşa istva etti” ifadeleri, “en büyük, en yüce makamda egemenlik kurdu, kontrolü eline aldı” anlamındadır. Müteşâbih olan bu kavram, âyette mecâzî olarak kullanılmıştır. İstiva sözcüğü, Resmi Mushaf'ın Yûnus/3, Ra‘d/2, Furkân/59, Secde/4, Tâ-Hâ/5, A‘râf/54, Bakara/29. âyetlerinde de yer alır. Âyetteki istiva eden ifadesi ile kastedilen de, “Allah”tır. Çünkü “istiva”, Allah'ın sıfatlarından olup melek veya kulların sıfatı değildir.

51 Âyette geçen yay boyu, o zamanlarda kullanılan ve o günkü insanların bildiği bir uzunluk ölçüsüdür. O dönemlerde “metre” gibi kabul görmüş uluslararası ölçüler henüz icat edilmediği için yöresel ölçüler kullanılmaktaydı. “Yay boyu” da, o zamanlarda kullanılan rumh [mızrak], sevt [değnek], arşın, kulaç, boy, isbi [parmak], hatve [adım], şibr [karış], zira [kol], ok atımı gibi bir ölçü birimiydi. Bu ölçü anlayışı o günkü Batı ülkelerinde de geçerliydi. Mesela, insan ayağının uzunluğunu temel alan “feet”, insan elinin başparmağının tırnak dibindeki genişliğini temel alan “inch” gibi ölçüler Batı'nın eski dönemlerdeki ölçü birimleriydi. Dolayısıyla Yüce Allah mesajında muhatap aldığı toplumun anlayabileceği bir ölçü kullanmıştır.

52 Âyetteki, müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve arşta egemenlik kuran ifadeleriyle, “Allah” kastedilmektedir. Tabii sözcükler, hakikat anlamından mecâzî anlama çekilmeli ve burada kastolunanın, bizzat Allah değil O'nun tecellisi, kudretinin yansıması olduğu bilinmelidir. Nitekim Allâh'ın, Mûsâ peygamberin ilk vahiy alışı esnasında da “dağda, ağaçta bir ateş” olarak tecelli ettiği Kur’ân'da yer almaktadır.

Âyette geçen vahiy sözcüğünün vaz‘ ediliş [ilk konuş, türetiliş] anlamı, “gizlice bilgilendirmek”tir. Zamanla bu anlam çerçevesine uygun olarak, “gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme” anlamlarında da kullanılır olmuştur.

Vahy'in terim anlamı ise, “Allah'ın araçsız ve aracısız olarak emirlerini, hükümlerini gizlice ve süratlice peygamberlerine bildirmesi”dir. Vahiy sözcüğü ilka sözcüğü ile anlamdaş olarak kullanılır.

Vahyin nasıl gerçekleştiğini bilemiyoruz, bilemeyeceğiz de. Zira Allah, yoktan var etme işi gibi bu işi de, “Kendi işinden biri; kimsenin yapmadığı, yapamayacağı bir iş” olarak niteler.



*İşte Kuran, Necm ve Tekvir Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim