• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

87Bakara Suresi 243-253



Hatalı Çevrilen Ayetler


87Bakara Suresi 243-253


Hatalı Çeviri:
243. Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara «Ölün!» dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez.

244. Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.

245. Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Sadece O'na döndürüleceksiniz.

246. Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.

247. Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi, dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? dediler. «Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir» dedi.

248. Peygamberleri onlara: Onun hükümdarlığının alâmeti, Tabut'un size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o Tabut'un içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet, Musa ve Harun hanedanlarının bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için bunda şüphesiz bir alâmet vardır, dedi.

249. Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.

250. Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: Ey Rabbimiz! Yüreğimizi sabırla doldur; bize direnme gücü ver; kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.

251. Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.

252. İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.

253. O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.


Doğru Çeviri:
243Kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan, sonra da Allah'ın kendilerine “Ölün/canınız çıksın!” deyip, sonra da kendilerine bir hayat verdiği kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şüphesiz Allah, insanlara karşı bir armağan sahibidir. Velâkin insanların pek çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar.

244Ve Allah yolunda savaşın. Şüphesiz Allah'ın en iyi işiten ve en iyi bilen olduğunu da bilin.

245Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz.

246İsrâîloğulları'nın Mûsâ'dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. Peygamber, “Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?” dedi. İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri, “Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?” dediler. Sonra da savaş kendilerine görev olarak verilince de onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o kendi benliklerine haksızlık edenleri en iyi bilendir.

247Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi” demişti. İsrâîloğulları, “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hak sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. Peygamberleri, “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından fazlalıklı kılmıştır” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.

248Peygamberleri de, “Şüphesiz onun hükümdarlığının alâmeti/göstergesi, size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusu/moral, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir kalıntı bulunan o tabutun gelmesi olacaktır. Eğer iman etmiş kimseler iseniz, şüphesiz bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır” dedi.

249 Sonra Tâlût, ordu ile ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah sizi kesinlikle bir bollukla imtihan edecek. Artık kim ondan içerse; onunla özdeşleşirse, onu yağmalarsa, benden değildir. –Ancak emeğiyle alın teriyle bir şeylere sahip olursa başka– kim de onu yağmalamazsa/ yiyeceğini, içeceğini ondan elde etmezse işte o bendendir.” Sonra da içlerinden pek azı hariç, o bolluğa çöktüler, onu yağmaladılar.

Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler bolluktan ayrılınca İsrail oğulları, “Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok” dediler. Allah'a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabredenlerle beraberdir” dediler.

250Ve onlar, Câlût ve ordusu için ortaya çıktıkları zaman, “Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim, ayaklarımızı sâbit tut ve kâfirler toplumuna; senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna karşı bize yardım et!” dediler.

251Sonra da, Allah'ın izniyle/ bilgisiyle Câlût ve ordusunu bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri verdi. Ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü kesinlikle bozulur giderdi. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir armağan sahibidir.

252İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Biz, onları sana hak ile okuyoruz. Şüphesiz sen de kesinlikle gönderilenlerdensin.

253İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah'ın tek taraflı olarak söz söylediği/ yaraladığı, sıkıntılar çektirdiği ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu Îsâ'ya açık kanıtlar verdik ve o'nu Allah'ın vahyi ile güçlendirdik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı küfretti; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin, Allah dilediğini yapar.


243Kendileri binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkan, sonra da Allah’ın kendilerine “Ölün/canınız çıksın!” deyip, sonra da kendilerine bir hayat verdiği kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şüphesiz Allah, insanlara karşı bir armağan sahibidir. Velâkin insanların pek çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar.

244Ve Allah yolunda savaşın. Şüphesiz Allah’ın en iyi işiten ve en iyi bilen olduğunu da bilin.

245Kimdir o kişi ki Allah’a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O’na döndürüleceksiniz.

Bakara/190-194, 216-218. âyetlerde, hoşlarına gitmese de mü’minlere savaşın farz kılındığı bildirilmişti. Burada ise, ölüm korkusuyla savaştan kaçanların kaçınılmaz olarak zillete düşecekleri, savaşın neden gerektiği ve savaşta akıllı bir yol izlendiğinde savaştan zarar görülmeyeceği ifade edilmekte ve bu İsrâîloğulları târihinden bir kesitle örneklendirilerek mü’minler uyarılmaktadır. Savaştan kaçmanın âkıbeti, Ahzâb sûresi’nde şöyle beyân edilmiştir:

16De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiçbir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok az bir şey kazandırılırsınız.” (Ahzâb/16)

Burada bahsi geçen toplum ile ilgili görüşlere bir göz atalım:

Âyet-i kerîmede sözü geçenlerin kıssasına gelince, bunlar aralarında vebanın başgösterdiği İsrâîloğulları’ndan bir kavim idiler. “Dâverdân” denilen bir kasabada yaşıyorlardı. Vebadan kaçmak kastıyla kasabalarından çıktılar, bir vadide konakladılar. Yüce Allah da onların canını aldı. İbn Abbâs der ki: Bunlar 4.000 kişi idiler. Taundan kaçmak kastıyla çıkıp şöyle dediler:” Ölümün bulunmadığı bir yere gidelim.” Yüce Allah da onların canını aldı. Bir peygamber onların bulunduğu yerden geçti, Yüce Allah’a dua etti, Allah da onları diriltti.[223]

el-Hasen der ki: “Onlara ceza olmak üzere ecellerinden önce Allah onları öldürdü. Daha sonra ecellerinin geri kalan kısmını yaşamak üzere onları diriltti. Denildiğine göre Allah onları peygamberlerinden birisine mucize olmak üzere diriltmiştir. Bu peygamberin adının Şem’ûn olduğu söylenmektedir.” en-Nekkâş’ın naklettiğine göre bunlar hummadan kaçmak istemişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise bunlar cihaddan kaçmışlardı. Allah, peygamber Hazkiel aracılığıyla onlara cihadı emredince cihadda öldürülmekten korktukları için ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah ise, kendilerini ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını onlara göstermek üzere onları öldürdü, daha sonra tekrar diriltti ve Yüce Allah’ın, Allah yolunda savaşınız buyruğu ile cihadı emretti. Bu açıklama da ed-Dalıhâk’a aittir.[224]

Bu âyet-i kerîme hakkında Amr b. Dinar da der ki: “Bulundukları kasabada taun başgösterdi. Bir kısmı kasabadan dışarı çıktı, bir kısmı da orda kaldı. Çıkanlar geriye kalanlardan fazla idiler. Oradan çıkanlar kurtuldular, kalanlar ise öldüler. İkinci bir veba daha başgösterince pek azı müstesnâ toptan çıktılar. Allah da hayvanlarıyla birlikte canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Kasabalarına geri döndüklerinde, zürriyetlerinin üreyip çoğaldığını gördüler.” el-Hasen der ki: “Taundan korunmak kastıyla çıktılar, aynı anda Allah onların da hayvanlarının da canlarını aldı, sayıları 40.000 kişi idi.[225]

1) Süddî şöyle demiştir: Bir beldede veba salgını başladı. Belde halkı kaçtı. Kaçmayıp kalanların çoğu öldü. Geri kalanların çoğu da hastalık ve musibetlere dûçâr oldular. Veba salgını ve hastalıklar sona erince, kaçanlar sağ-selâmet geri döndüler. Bunun üzerine hastalıklardan kıvranmış olanlar, “Bu kimseler, bu memlekette kalmayı bizden daha çok istiyorlardı. Eğer biz de onlar gibi yapsaydık, hastalık ve belâlardan kurtulmuş olurduk. Eğer bu memlekete bir daha veba gelirse, biz de çıkıp gideriz” dediler. Yine veba salgını oldu ve böyle söyleyenler de beldeyi bırakıp kaçtılar. Sayıları 30.000 civarında idi. Vâdilerinden çıkınca, vâdinin üstünden ve altından birer melek onlara, “Ölünüz” diye seslendi. Bunun üzerine hepsi öldü ve cesedleri çürüdü. Adı Hazkil olan bir peygamber onların cesedlerine rastladı. Onları görünce durup, onlar hakkında tefekkür etti ve Cenâb-ı Allah ona, “Onları nasıl dirilteceğimi sana göstermemi mi istiyorsun?” diye vahyetti. O da, “Evet” dedi. Ona, “Ey kemikler! Cenâb-ı Allah toplanmanızı emrediyor” diye seslenmesi söylendi. O seslenince kemikler birbirine doğru uçuşmaya başladılar ve (herkesin kemiği) tamamlandı. Daha sonra Allah Teâlâ ona, “Ey kemikler! Allah Teâlâ, et ve kan giymenizi emrediyor” diye seslen” diye vahyetti. O böyle seslenince, kemikler et ve kana büründü. Sonra ona, “Allah Teâlâ canlanıp kalkmanızı emrediyor” diye seslenmesi söylendi. O seslenince, cesetler canlanıp kalktılar ve şöyle diyorlardı: “Ey Rabbimiz! Seni tesbih eder ve Sana hamdederiz. Senden başka ilâh yoktur.” Onlar böyle dirildikten sonra beldelerine geri döndüler. Ölmüş olduklarının işareti yüzlerinde belli idi. Bundan sonra onlar, ecellerine göre geri kalan ömürlerini yaşadılar.

2) İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “İsrâîloğulları krallarından biri, askerlerine savaşmalarını emretti. Onlar savaşmaya yanaşmadılar ve krallarına, “Savaşacağımız yerde veba var. Veba ortadan kalkıncaya kadar oraya gitmeyiz” dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onların hepsinin canını aldı. Onlar cansız olarak sekiz gün kalıp şiştiler. İsrâîloğulları’na bu askerlerin ölüm haberi ulaşınca, onları gömmek için oraya gittiler. Ölenlerin sayısı çok olduğu için, bunu da tam yapamadılar. Hepsini bir araya toplayıp etraflarını duvarla çevirdiler. Allah Teâlâ, sekiz gün geçtikten sonra onları diriltti. Bu koku hem onlar üzerinde kaldı, hem de evlâdları üzerinde bugüne kadar devam etti.” Bu görüşte olanlar, bu âyetin peşi sıra gelen Allah yolunda savaşınız… âyetini delil getirmişlerdir.

3) Hazkil (a.s), kavmini cihada teşvik etti. Fakat onlar, bunu hoş görmeyerek korktular. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara ölümü gönderdi. İçlerinde ölüm çoğalınca, ölümden kurtulmak için memleketlerinden kaçtılar. Hazkil (a.s) bunu görünce, “Ey Ya’kûb’un ve Mûsâ’nın ilâhı Allahım! Kullarının şu isyanını görüyorsun. Onlara, kendileri üzerinde kudretinin nelere yeteceğini ve Senin kudret elinden kurtulamayacaklarını gösteren bir mucize gönder” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ kaçanlara da ölümü gönderdi. Sonra Peygamber onların ölümlerine dayanamayarak, onlar için dua edince, Allah onları diriltti.[226]

Seleften bazılarının anlattığına göre; bu kavim İsrâîloğulları’ndan bir peygamberin zamamnda bir belde halkı olup yerlerini tehlikeli görmüşlerdi. Orada kendilerine şiddetli bir veba gelmişti. Onlar da ölümden kaçarak memleketlerinden ayrıldılar ve boş çöle kaçtılar. Açık bir vâdiye inip iki tarafını doldurdular. Allah Teâlâ onların üzerine biri vâdinin altından, diğeri yukarısından olmak üzere iki melek gönderdi. Melekler onlara bir bağırış bağırdılar ki son ferdine varıncaya kadar öldüler ve çukurlara sürüklendiler, üzerlerine duvarlar örüldü. Yok oldular, parçalanıp dağıldılar. Aradan bir asır geçtikten sonra İsrâîloğulları’ndan Hazkıyel adındaki bir peygamber onların bulunduğu yere uğradı ve Allah’tan onların diriltmelerini diledi. Allah Teâlâ onun duasını kabul buyurarak, “Ey çürümüş kemikler! Allah toplanmanızı emrediyor” demesini emretti. Her bir cesedin kemikleri bir araya toplandı. Sonra Allah Teâlâ, “Ey kemikler! Allah sizin et, sinir ve deri ile örtülmenizi emrediyor” diye nida etmesini emretti ve öylece oldu. Bunu peygamber görüyordu. Sonra Allah Teâlâ, “Ey ruhlar! Allah Teâlâ daha önce bulunduğunuz cesedlere dönmenizi emrediyor” diye nida etmesini emretti. Onlar etraflarına bakar oldukları hâlde dirilerek kalktılar. Allah Teâlâ onları uzun uykularından sonra diriltmişti ve onlar şöyle diyorlardı: “Seni tesbih ederiz ey Allahımız, Senden başka ilâh yoktur.”[227]

Âyette, “onları öldürdük” denmeyip, Allah’ın kendilerine “Ölün” [canınız çıksın] dediği bildirilmektedir. Yani, Kur’ân’a göre onlar bir anda ölmemişler; sürünmüş, sıkıntı ve zillete düşüp perişan olmuşlardır. Bunun bir benzeri de 65. âyette geçmişti:

65Ve siz içinizden sebtte/düşünme gününde sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, “Sefil maymunlar olun!” dedik. (Bakara/65)

Âyetteki, Kendileri binlerce kişi iken ifadesi, çokluktan kinayedir. Bunların, 600.000, 80.000, 70.000, 40.000, 37.000, 30.000, 8.000, 4.000 kişi olduklarına dair rivâyetler asılsızdır.

Medîne’deki Yahudiler, İsrâîloğulları târihlerine ait bu olayı bildiklerinden, Allah ölüm korkusuyla savaşmayanların nasıl bir zillete düşeceklerine bunlardan örnek getirmiştir. Burada bahsi geçen hâdise, Kitab-ı Mukeddes’tekiyle (Sayılar/13, 14. Bablar) aynıdır. Bu olay, Tesniye, I. bölümde Mûsâ’nın ağzından anlatılır.

Oradan okunmasını öneriyoruz.

Konu edilen bu olaylar, Mâide sûresi’nde çok veciz bir şekilde verilmiştir:

20,21Ve hani Mûsâ, toplumuna: “Ey toplumum! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah’ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz” dedi.

22Onlar, “Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz” dediler.

23Korkanlardan ve Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, galip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah’a işin sonucunu havale edin.”

24Mûsâ’nın toplumu: “Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz, burada oturanlarız” dediler.

25Mûsâ: “Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu hak yoldan çıkmışlar toplumunun arasını ayır” dedi.

26Allah dedi ki: “Artık temizlenmiş topraklar onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen, hak yoldan çıkmış o toplum için tasalanma!” (Mâide/20-26)

Savaştan kaçmanın kötü sonuçları örneklendikten sonra, Ve Allah yolunda savaşın. Şüphesiz Allah’ın en iyi işiten ve en iyi bilen olduğunu da bilin. Kimdir o kişi ki Allah’a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O’na döndürüleceksiniz buyurularak mü’minler, savaşa teşvik edilmekte, Allah’ın birçok kazanç lutfedeceği müjdelenmekte; fakirlere, ihtiyaç sahiplerine sadaka vermeye, infakta bulunmaya ve Allah yolunda savaş hazırlığına destek vermeye davet edilmektedir.

Bu âyetle ilgili şöyle bir anekdot mevcuttur:

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ebu’d-Dahdâh Rabbinden sevap umarak hemen malını tasadduk etme yoluna gitti. (…) Abdullah b. Mes‘ûd’dan rivâyet edildiğine göre: Allah’a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? buyruğu nâzil olunca Ebu’d-Dahdah dedi ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Yüce Allah bizden ödünç mü istiyor?” Hz. Peygamber, “Evet ey Ebu’d-Dahdah” deyince Ebu’d-Dahdah, “Bana elini göster” dedi. Hz. Peygamber ona elini uzattı. Ebu’d-Dahdah dedi ki: “İçinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçemi şüphesiz ben Allah’a ödünç verdim.” Daha sonra yürüyerek yola koyuldu, nihâyet bahçeye vardı. (Hanımı) Umm ed-Dahdah çocuklarıyla birlikte bahçenin içerisindeydi. Ona, “Ey Umm ed-Dahdah” diye seslendi. Hanımı, “Buyur efendim” deyince; “Oradan çık” dedi, “Ben azîz ve celîl olan Rabbime içinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçeyi borç verdim.”[228]

Kimdir o kişi ki Allah’a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin ifadesiyle infak, “Allah’a ödünç verme” olarak nitelendirilerek infak edenler onurlandırılmıştır. Allah mü’minleri birçok âyette (Mâide/12, Hadîd/11, Hadîd/18, Teğâbün/17-18, Müzzemmil/20) “Kendisine ödünç vermeye” davet ederek, kamu hizmetine ve Allah için yapılan işlere destek vermeye teşvik etmiştir:

Âyetteki, Allah da ona birçok katlarını katlayıversin ifadesindeki kat kat ihsana nail olmayı şu âyetlerde de görmekteyiz:

261Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.

262Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen şu kimselerin mükâfâtları Rablerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

263Örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekildeki söz ve bağışlamak, kendisini incitme, başa kakma izleyen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir/hiçbir şeye muhtaç değildir, yumuşak davranandır.

264Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağnak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler toplumuna; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna kılavuzluk etmez.

265Allah’ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. (Bakara/261-265)

160Kim iyilik getirirse, artık ona getirdiğinin on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (En‘âm/160)

84Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha hayırlısı/ ona ondan dolayı bir hayır vardır. Ve kim bir kötülük getirirse; işte o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları şeyler ile karşılıklandırılırlar. (Kasas/84)


246İsrâîloğulları’nın Mûsâ’dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. Peygamber, “Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?” dedi. İsrâîloğulları’nın ileri gelenleri, “Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?” dediler. Sonra da savaş kendilerine görev olarak verilince de onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o kendi benliklerine haksızlık edenleri en iyi bilendir.

247Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût’u gönderdi” demişti. İsrâîloğulları, “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hak sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. Peygamberleri, “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından fazlalıklı kılmıştır” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.

248Peygamberleri de, “Şüphesiz onun hükümdarlığının alâmeti/göstergesi, size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusu/moral, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir kalıntı bulunan o tabutun gelmesi olacaktır. Eğer iman etmiş kimseler iseniz, şüphesiz bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır” dedi.

249 Sonra Tâlût, ordu ile ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah sizi kesinlikle bir bollukla imtihan edecek. Artık kim ondan içerse; onunla özdeşleşirse, onu yağmalarsa, benden değildir. –Ancak emeğiyle alın teriyle bir şeylere sahip olursa başka– kim de onu yağmalamazsa/ yiyeceğini, içeceğini ondan elde etmezse işte o bendendir.” Sonra da içlerinden pek azı hariç, o bolluğa çöktüler, onu yağmaladılar.

Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler bolluktan ayrılınca İsrail oğulları, “Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok” dediler. Allah’a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabredenlerle beraberdir” dediler.

250Ve onlar, Câlût ve ordusu için ortaya çıktıkları zaman, “Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim, ayaklarımızı sâbit tut ve kâfirler toplumuna; senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna karşı bize yardım et!” dediler.

251Sonra da, Allah’ın izniyle/ bilgisiyle Câlût ve ordusunu bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri verdi. Ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü kesinlikle bozulur giderdi. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir armağan sahibidir.

252İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Biz, onları sana hak ile okuyoruz. Şüphesiz sen de kesinlikle gönderilenlerdensin.


Bu âyetlerde de, târihten bilinen bir örnekle, gerektiğinde savaşılması, savaştan kaçılmaması, savaştan kaçanların düşeceği zillet ve Allah yolunda savaşanların kazanacağı zafer ve nimetler bildirilmekte; iyi askerler ve iyi taktik ile yapılacak savaşın mal ve can kaybına neden olmayacağı açıklanmaktadır.

Burada kısaca, önce savaş isteyip sonra yan çizen bir grup ile sayıları çok az olmasına rağmen Allah’a güvenerek inançla savaşan ve başarya ulaşan bir grup anlatılıyor.

Kanaatimizce konumuz olan âyetlerde anlatılan hâdise, Kitab-ı Mukaddes’te yer alan (l. Samuel/8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15 ve 16. Bablar) hâdise ile aynıdır. Bu âyet grubunun anlaşılması için zikri geçen olayın iyi bilinmesi gerekir. Oradan okunmasını öneririz.

Kitab-ı mukaddes’teki anlatımlardan, Kur’ân’da bahsedilen peygamberin Samuel, Tâlût olarak zikredilen hükümdarın Saul, Câlût’un da Golyat olduğu anlaşılıyor.

Âyetteki, O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir ifadesinden anlaşılıyor ki, İsrâîloğulları Tâlût’un hükümdarlığına itiraz edip Allah’ın emirleri hususunda yan çizmek istiyorlar.

Onların itirazlarına verilen, Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir cevabı da, Tâlût’un hükümdar seçilmesinin nedenini bildiriyor ki buna göre, hükümdar seçilecek kişide bulunması gereken nitelik, soy-sop değil, bilgi ve bedensel güçtür.


TABUT

Âyetteki, Şüphesiz onun hükümdarlığının âyeti [kanıtı], size, güçlü varlıkların taşıdığı, içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] bulunan o tabutun gelmesi olacaktır ifadesinde geçen tabut ile ilgili kaynaklardaki nakiller şöyledir:

Nakledildiğine göre tabutu Yüce Allah, Âdem’e (a.s) indirmişti. Bu tabut, Hz. Âdem’in yanında idi. Nihâyet Hz. Ya‘kûb’a ulaşmıştı. Ordan da İsrâîloğulları’na geçmişti. Kendileriyle savaşan kimselere karşı onunla gâlip geliyorlardı. Bu durum isyana başladıkları vakte kadar böylece sürüp gitti. Sonunda yenilgiye uğratılıp tabut ellerinden alındı. Onu ellerinden alanlar es-Süddî’nin dediğine göre Amalikalılardan olan Câlût ve beraberindekiler idiler.

Denildiğine göre; bu tabutu putlarının bulunduğu bir mabede koydular. Sabah olunca putlarının yüz üstü yıkılmış olduklarını görüyorlardı. Bir diğer görüşe göre; onu putlarının bulunduğu yerde büyük putun altına koydular. Sabah olduğunda tabutun putun üzerinde olduğunu gördüler. Tabutu alıp putun ayaklarına bağladılar. Sabah olduğunda putun el ve ayaklarının kesilmiş olduğunu ve tabutun altına atılmış olduğunu gördüler. Bu sefer tabutu alıp bir kavmin yaşadığı kasabaya bıraktılar. O kavmin boyunlarına birtakım ağrılar isâbet etti. Kimisine göre de tabutu basur hastalığına yakalanan bir kavmin büyük abdest bozdukları bir yere bıraktılar. Her nasıl ise bu konudaki musibet ve belaları büyüyünce musibetlerinin tek sebebinin bu tabut olduğunu söylediler. “Haydi bunu İsrâîloğulları’na geri verelim” dediler. Tabutu iki öküz tarafından sürüklenen bir araba üzerine bıraktılar ve öküzleri İsrâîloğulları’nın yaşadıkları bölgeye doğru bir yerde serbest bıraktılar. Allah’ın gönderdiği iki melek bu inekleri (asıl nüshada da böyle, Taberî’de, öküzleri şeklindedir) sürüyorlardı. Sonunda İsrâîloğulları’nın topraklarına girdiler. O sırada da Tâlût meselesi üzerinde duruyorlardı. Bunu da görünce zafer kazanacaklarından emin oldular. İşte bu rivâyete göre meleklerin tabutu taşımaları böyledir.[229]

Kitab-ı Mukaddes’te de tabut şöyle tanıtılır:

Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu 2.5, eni ve yüksekliği 1.5 arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın koşullarını belirten taş levhaları sana vereceğim. Onları sandığın içine koy. “Saf altından bir Bağışlanma Kapağı yap. Boyu 2.5, eni 1.5 arşın olacak. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yap. Keruvlar’dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara, kapakla tek parça hâlinde yap. Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtecek. Yüzleri birbirine dönük olacak ve kapağa bakacak. Kapağı sandığın üzerine, sana vereceğim taş levhaları ise sandığın içine koy. Seninle orada, Levha Sandığı’nın üstündeki Keruvlar arasında, kapağın üzerinde görüşeceğim ve İsrâîlliler için sana buyruklar vereceğim.[230]

Besalel, Antlaşma Sandığı’nı akasya ağacından yaptı. Boyu 2.5, eni ve yüksekliği 1.5 arşındı. İçini de dışını de saf altınla kapladı. Çevresine altın pervaz yaptı. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olmak üzere sandığın dört köşesindeki ayaklara takmak için birer altın halka döktü. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapladı. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçirdi. Bağışlanma Kapağı’nı saf altından yaptı. Boyu 2.5, eni 1.5 arşındı. Kapağın iki kenarına dövme altından birer Keruv yaptı. Keruvlar’dan birini bir kenara, öbürünü öteki kenara koyarak kapağı tek parça hâlinde yaptı. Keruvlar yukarı doğru açık kanatlarıyla kapağı örtüyor, yüzleri birbirine dönük kapağa bakıyorlardı.[231]

Âyetteki, içinde Rabbinizden bir sekine, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye [kalıntı] ifadesinden de, bu sandukanın içinde Tevrât metinleri –ki bunlar, taşlara, tabletlere, yassı kemiklere yazılıyor ve büyük hacim tutuyordu– ile Mûsâ-Hârûn ailesine ait birtakım özel eşyaların bulunduğu anlaşılıyor. Allah’tan gelen sekine ise, “vahiyler”dir.


TABUTU MELEKLERİN TAŞIMASI

Melek sözcüğünün, “haberci” veya “güç, güçlü varlık” manasına geldiğini daha önce ifade etmiştik. İçinde, yassı taş levhalara yazılmış bir hayli hacim ve ağırlıkta olan Tevrât metinlerinin bulunduğu tabut da, ancak öküz, manda gibi güçlü hayvanların taşıyabileceği bir arabada taşınabilirdi.


NİCELİK DEĞİL NİTELİK ÖNEMLİ

Âyetteki, Allah’a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir” dediler ifadesinden anlaşılıyor ki, samimi bir avuç mü’min, düşmanın çokluğundan korkup yılmamış, Allah’a tevekkül ederek gerekeni yapmışlardır. Bizden istenen de böyle olmaktır. Zira Allah, birçok âyette (Hacc/39-40, Mücâdele/21, Sâffât/171-173, Muhammed/7, Fetih/4, Âl-i İmrân/139, Enfâl/45, Âl-i İmrân/26, Âl-i İmrân/146-147) yardımıyla inananları muzaffer kılacağını bildirmiştir.

Bakara/ 249

Tâlût, Câlût ve Davud konusunun işlendiği; Bakara 242’den 254’e kadar olan ayetlerden oluşan necimdeki 249 ayet; özenle üzerinde durulması gereken bir ayettir. Görünen odur ki geçmişten günümüze bu ayet üzerinde yeterli özen gösterilmemiştir. Bu ihmallerin sonucunda gerekçesi ve amacı belirlenemeyen bir imtihan olayı ortaya çıkmıştır.

Şimdiye kadar Neher sözcüğünün nehir olarak tefsir edilmesi; Temiz ve helal olan bir içeceğin komutanları tarafından askerlerine haram edilmesi Kur’ân’ın genel mesajına ters olması nedeniyle kabul edilemezdi.

Şöyle ki:

249Sonra Tâlût, ordu ile ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah sizi kesinlikle bir nehirle imtihan edecek. Artık kim ondan içerse, benden değildir. Kim de, –ancak eliyle bir avuç alan başka– onu tatmaz ise, işte o bendendir.” Sonra da içlerinden pek azı hariç, ondan içtiler. Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler nehri geçtiklerinde İsrail oğulları, “Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok” dediler. Allah’a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabredenlerle beraberdir” dediler.

Ayetin gerçek anlamını tespit edebilmek için ayette yer alan bazı sözcükleri incelememiz gerekiyor.

Bu ayette analizi yapılan sözcükler:


طَالُوتُ TÂLÛT

Tâlût, Ahd-i Atîk’te Şaul (Saul) ismiyle anılır. Tefsirlerde Tâlût isminin İbrânîce kökenli olduğu, “uzun” mânasındaki “tûl”den geldiği, Süryânîce’de Şâ’ul şeklinde telaffuz edildiği, çok bilgili ve iri yapılı olmasından dolayı kendisine bu ismin verildiği biçiminde yorumlar vardır (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, II, 602; Zemahşerî, I, 288). İbrânîce’de Şaul “istenen, talep edilen” manasındadır. Ahd-i Atîk’te Şaul’ün Bünyamin kabilesinden gelen şeceresi zikredilmekte ve Kîs’in (Kiş) oğlu olduğu bildirilmektedir (I. Samuel, 9/1-2). (D.İ.B. İSLAM ANSİKLOPEDİSİ)


نَهَرْ NEHER

Bu sözcüğü, Mücahid, Hamiyd, el A’raç, Ebussimal “ نَهْرnehr” diye okumuşlardır.

Bu sözcüğün öz anlamı “Bolluk, çokluk genişlik, bol nimet” demektir. Irmaklara nehir denmesi suyun bolluğumdan, gündüze “nehar” denmesi ışığın çokluğundandır. (Tüm lügatler)

Görüleceği üzere Kamer/ 54’te de نَهَرْ neher “Bolluk, çokluk, genişlik, bol nimet” anlamındadır.


Kamer/54:
54Hiç şüphesiz Allah’ın koruması altına girmiş kimseler cennetlerdedir, BOLLUKTADIRLAR/ aydınlıklardadır.

Pasajda konu edilen olaylar dikkate alındığında ve Kitab-ı Mukaddes’teki I. Samuel 14. Bab, 24-36. cümlelerinde anlatılanlar; tarihi bilgi olarak değerlen dirildiğinde; ayetteki bu sözcüğün (نَهَرْ neher), nehir/Irmak anlamında değil; öz anlam olan “bolluk, çokluk; BOL NİMET” anlamında kullanıldığı görülür.

SAMUEL 14. BAB 24- 52
24 O gün İsrailliler bitkindi. Çünkü Saul, “Ben düşmanlarımdan öç alıncaya kadar, akşama dek kim yemek yerse lanetli olsun!” diye halka ant içirmişti. Bu yüzden de kimse bir şey yememişti.

25-26 Derken, her yanı bal dolu bir ormana vardılar. Askerler ormana girince, toprakta akan balları gördüler. Ne var ki, içtikleri anttan korktukları için hiçbiri bala dokunmadı. 27 Yonatan babasının halka ant içirdiğini duymamıştı. Elindeki değneği uzatıp ucunu bal gümecine batırdı. Biraz bal tadar tatmaz gözleri parladı. 28 Bunun üzerine oradakilerden biri Yonatan’a, “Baban askerlere, ‘Bugün kim yemek yerse lanetli olsun’ diye ant içirdi” dedi, “Askerlerin bitkin düşmesi de bundan.”

29 Yonatan, “Babam halka sıkıntı verdi” diye yanıtladı, “Bakın, bu baldan biraz tadınca gözlerim nasıl da parladı! 30 Bugün halk düşmanlarından yağmaladığı yiyeceklerden özgürce yeseydi, çok daha iyi olurdu! O zaman Filistliler’in yenilgisi de daha ağır olmaz mıydı?”

31 O gün İsrailliler, Filistliler’i Mikmas’tan Ayalon’a kadar yenilgiye uğrattılar. Ama İsrail askerleri o kadar bitkindi ki, 32 yağmaladıkları mallara saldırdılar; davarları, sığırları, buzağıları yakaladıkları gibi hemen oracıkta kesip kanını akıtmadan yediler. 33 Durumu Saul’a bildirerek, “Bak, askerlerin kanlı eti yemekle RAB’be karşı günah işliyor!” dediler.

Bunun üzerine Saul, “Hainlik ettiniz!” dedi, “Hemen büyük bir taş yuvarlayın bana.” 34 Sonra ekledi: “Halkın arasına varıp herkesin öküzünü, koyununu bana getirmesini söyleyin. Onları burada kesip yesinler. Eti kanıyla birlikte yiyerek RAB’be karşı günah işlemeyin.” O gece herkes öküzünü getirip orada kesti. 35 O sırada Saul RAB’be bir sunak yaptı. RAB’be yaptığı ilk sunaktı bu.

36 Saul adamlarına, “Haydi, bu gece Filistliler’e saldıralım” dedi, “Tan ağarıncaya dek mallarını yağmalayalım, onlardan bir tekini bile sağ bırakmayalım.”

Allah, Müminleri iyilikler ve kötülükler ile imtihan eder:


A’râf/ 168
168Ve onları yeryüzünde birçok önderli toplumlara ayırdık. Onlardan bir kısmı düzgün kimselerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve Biz, onları dönsünler; Allah’ın ilkelerine göre hareket etsinler diye iyiliklerle ve kötülüklerle sınama yaptık.


Enbiyâ/ 35
35Her kimliği olan varlık ölümü tadıcıdır. Ve eritip saflaştırmak üzere, sizi Biz, şer ve hayır ile sınarız. Ve siz, yalnız Bize döndürüleceksiniz.

İsrail oğullarının نَهْر nehr/ Bolluk ile imtihanının aynısı hac süresinde müminlerin av ile imtihanına benzemektedir.


Mâide/ 94:
94Ey iman etmiş kimseler! Kesinlikle Allah, ıssız yerlerde kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için sizi bir şeyle; ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla sınar. Öyleyse kim bundan sonra sınırı aşarsa artık acıklı azap onun içindir.


شَرِبَ Şirb

Genellikle bu sözcüğün “ شُربşürb (içmek)” şekli ön planda tutulur. Ne var ki bu sözcüğün bir de “ شِربşirb” kalıbı vardır. Sözcüğün “ شِربşirb” kalıbının anlamı ise – “ الحظ من الماءel hazzu minel mâi, النصيب من الماءen nasibü minel mâi”- sudan alınması gereken ölçüde nasiplenmektir. (LİSAN ve TAC.) Sözcüğün bu kalıbını Şuara/ 155, Kamer/ 28’de görmekteyiz.


Şu’arâ/ 155
155,156Sâlih: “İşte bu Destek Kurumu’dur, onun yaşaması için desteklenmesi gerekir; kazancınızın bir bölümü onun için ayrılmalıdır. Onu ayakta tutun. Yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir” dedi.


Kamer/ 28
27,28Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz.

Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı da belirlenmiştir.

Sözcüğün bu şekli dikkate alındığında fiilin anlamı, “O BOL NİMETTEN alabildikleri kadar aldılar” anlamı çıkmaktadır.


Bakara/ 93
93Ve hani Biz sizden, “Size verdiğimiz Kitab’ı kuvvetlice alın ve dinleyin” diye sağlam söz almış ve sizin üstününüzü/ seçkininiz Mûsâ’yı en kutlu aşamaya (elçilik makamına) yükseltmiştik. Demişlerdi ki: “Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.” Ve gerçeği bilerek reddetmeleri yüzünden altının ilâhlığı kalplerine içirilmişti. De ki: “Eğer inananlar iseniz, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!”

Bakara/93. ayette buzağının/ altının, İsrail oğullarının kalplerine içirilmesi; akıllarının fikirlerinin tamamen altına, çıkara düğümlenmiş olmasını ifade etmektedir.

اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهٖۚ غرفة Ğurfe

Bakara/249’daki Ğrf sözcüğünün öz anlamı, “Bir şeyi yukarı kaldırmak. Ğurfe yukarı kaldırılan ve alınan şey demektir. (Tüm lügatler) Durum böyle iken sözcük, yaygın olarak su avuçlamak anlamında meşhur olmuştur. Böyle olunca da ayetteki bu ifade, “nehirden bir avuç su alıp içme” olarak tercüme edilmiştir. Hâlbuki ayette ifade edilen, “o Bol Nimet’ten malı götürmek, ganimet elde etmek, kazanç sağlamak” anlamındadır. Bu anlamı ifade eden Türkçemizde de “malı götürmek, mal kaldırmak” gibi deyimler vardır.


BİYEDİHİ بيده

Bakara/249. ayetteki “بيده biyedihi, kendi eliyle” ifadesi ise; karşılaştıkları bol nimetten, ganimetten mal kaldırmadan, talana, çapula bulaşmadan; emeğiyle, kendi kazanacağı veya bedelini ödeyip o bolluktan istifade edebileceğini bildirmektedir.

فَشَرِبُوا مِنْهُ Feşeribu minhü

ayetin bu ifadesinde Tâlût’un Seul’un) ordusunun az bir kısmı hariç diğerleri oradaki bol nimete çöktü, yiyip içtiler. Kitab-ı Mukaddese göre bu isyankâr askerlerin başını Tâlût’un (Seul’un) kendi oğlu YONATAN çekiyordu. Oradaki ganimet ise, bal kovanları, davarlar, sığırlar, buzağılar idi. Öyle ki yakaladıkları gibi hemen oracıkta kesip kanını bile akıtmadan yemişler.
Bu ayetteki “ شِرْبşirb” sözcüğü Bakara/ 93’te konu edilen İsrail oğullarının BUZAĞIYI/ ALTINI kalplerine içirmeleri ifadesine benzemektedir.

Bu analizlerden sonra ayetin meali:

249 Sonra Tâlût, ordu ile ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah sizi kesinlikle bir bollukla imtihan edecek. Artık kim ondan içerse; onunla özdeşleşirse, onu yağmalarsa, benden değildir. –Ancak emeğiyle alın teriyle bir şeylere sahip olursa başka– kim de onu yağmalamazsa/ yiyeceğini, içeceğini ondan elde etmezse işte o bendendir.” Sonra da içlerinden pek azı hariç, o bolluğa çöktüler, onu yağmaladılar.

Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler bolluktan ayrılınca İsrail oğulları, “Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok” dediler. Allah’a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabredenlerle beraberdir” dediler.

Bu pasajdaki, Sonra da, Allah’ın izniyle onları [Câlût ve ordusunu] bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü ifadesi üzerinde dikkatlice durulması gerekir:


DÂVÛD’UN GOLYAT’I ÖLDÜRMESİ

Savaşmak üzere ordularını bir araya getiren Filistliler, Yahuda’nın Soko Kenti’nde toplandılar. Soko ile Azeka Kenti arasındaki Efes-Dammim’de ordugah kurdular. Saul ile İsrâîlliler de toplandılar. Ela Vâdisi’nde ordugah kurup Filistliler’e karşı savaş düzeni aldılar. Filistliler tepenin bir yanında, İsrâîlliler de karşı tepede yerlerini aldı. Aralarında vâdi vardı. Filist ordugahından Gatlı Golyat adında usta bir dövüşçü ortaya çıktı. Boyu 6 arşın 1 karıştı. Başına tunç miğfer takmış, pullu bir zırh kuşanmıştı. Tunç zırhın ağırlığı 5.000 şekeldi. Baldırları zırhlarla korunmuştu. Omuzları arasında tunç bir pala asılıydı. Mızrağının sapı dokumacı tezgahının sırığı gibiydi. Mızrağın demir başının ağırlığı 600 şekeldi. Golyat’ın önüsıra kocaman kalkanını taşıyan bir adam yürüyordu. Golyat durup İsrâîl ordusuna, “Neden savaş düzeni aldınız?” diye haykırdı, “Ben Filistli’yim, sizse Saul’ün kölelerisiniz. Aranızdan karşıma çıkacak birini seçin. Dövüşte beni yenip öldürebilirse, biz sizin köleniz oluruz. Ama ben üstün gelip onu yok edebilirsem, siz bizim kölemiz olur, bize kulluk edersiniz.” Filistli Golyat konuşmasını şöyle sürdürdü: “Bugün İsrâîl ordusuna meydan okuyorum! Benimle dövüşecek birini çıkarın karşıma!” Filistli’nin bu sözlerini duyunca, Saul de İsrâîlliler de çok korkup dehşet içinde kaldılar. Dâvûd Yahuda’nın Beytlehem Kenti’nden Efratlı Yişay adında bir adamın oğluydu. Yişay’ın sekiz oğlu vardı. Saul’ün krallığı döneminde Yişay’ın yaşı oldukça ilerlemişti. Yişay’ın üç büyük oğlu Saul’le birlikte savaşa katılmıştı. Savaşa giden en büyük oğlunun adı Eliav, ikincisinin adı Avinadav, üçüncüsünün adıysa Şamma’ydı. Dâvûd en küçükleriydi. Üç büyük oğul Saul’ün yanındaydı. Dâvûd ise babasının sürüsüne bakmak için Saul’ün yanından ayrılıp Beytlehem’e gider gelirdi. Filistli Golyat kırk gün boyunca sabah-akşam ortaya çıkıp meydan okudu. Bir gün Yişay, oğlu Dâvûd’a şöyle dedi: “Kardeşlerin için şu kavrulmuş bir efa buğdayla on somun ekmeği al, çabucak ordugaha, kardeşlerinin yanına git. Şu on parça peyniri de birlik komutanına götür. Kardeşlerinin ne durumda olduğunu öğren ve iyi olduklarına ilişkin bir belirti getir. Kardeşlerin Saul ve öbür İsrâîlliler’le birlikte Ela Vâdisi’nde Filistliler’e karşı savaşıyorlar.” Ertesi sabah Dâvûd erkenden kalktı. Sürüyü bir çobana bıraktı. Yişay’ın buyurduğu gibi erzağı alıp yola koyuldu. Ordugaha vardığı sırada askerler savaş naraları atarak savaş düzenine giriyorlardı. İsrâîlliler’le Filistliler karşı karşıya savaş düzeni almışlardı. Dâvûd getirdiklerini levazım görevlisine bırakıp cepheye koştu; kardeşlerinin yanına varıp onları selâmladı. Dâvûd onlarla konuşurken, Gatlı Filistli, Golyat adındaki dövüşçü Filist cephesinden ileri çıkarak daha önce yaptığı gibi meydan okudu. Dâvûd bunu duydu. İsrâîlliler Golyat’ı görünce büyük korkuyla önünden kaçıştılar. Birbirlerine, “İsrâîl’e meydan okumak için ortaya çıkan şu adamı görüyorsunuz ya!” diyorlardı, “Kral onu öldürene büyük bir armağanın yanısıra kızını da verecek. Babasının ailesini de İsrâîl’e vergi ödemekten muaf tutacak.” Dâvûd, yanındakilere, “Bu Filistli’yi öldürüp İsrâîl’den bu utancı kaldıracak kişiye ne verilecek?” diye sordu, “Bu sünnetsiz Filistli kim oluyor da yaşayan Tanrı’nın ordusuna meydan okuyor?” Adamlar daha önce verilmiş olan söze göre Golyat’ı öldürecek kişiye neler verileceğini anlattılar. Ağabeyi Eliav Dâvûd’un adamlarla konuştuğunu duyunca öfkelendi, “Ne işin var burada?” dedi, “Çöldeki üç-beş koyunu kime bıraktın? Ne kadar kendini beğenmiş ve ne kadar kötü yürekli olduğunu biliyorum. Sadece savaşı görmeye geldin.” Dâvûd, “Ne yaptım ki?” dedi, “Bir soru sordum, o kadar.” Sonra başka birine dönüp aynı soruyu sordu. Adamlar öncekine benzer bir yanıt verdiler. Dâvûd’un söylediklerini duyanlar Saul’e ilettiler. Saul onu çağırttı. Dâvûd, Saul’e, “Bu Filistli yüzünden kimse yılmasın! Ben kulun gidip onunla dövüşeceğim!” dedi. Saul, “Sen bu Filistli’yle dövüşemezsin” dedi, “çünkü daha gençsin, o ise gençliğinden beri savaşçıdır.” Ama Dâvûd, “Kulun babasının sürüsünü güder” diye karşılık verdi, “bir aslan ya da ayı gelip sürüden bir kuzu kaçırınca, peşinden gidip ona saldırır, kuzuyu ağzından kurtarırım. Eğer aslan ya da ayı üzerime gelirse, boğazından tuttuğum gibi vurur öldürürüm. Kulun aslan da, ayı da öldürmüştür. Bu sünnetsiz Filistli de onlar gibi olacak. Çünkü yaşayan Tanrı’nın ordusuna meydan okudu. Beni aslanın, ayının pençesinden kurtaran Rabb, bu Filistli’nin elinden de kurtaracaktır.” Saul, “Öyleyse git, Rabb seninle birlikte olsun” dedi. Sonra kendi giysilerini Dâvûd’a verdi; başına tunç miğfer taktı, ona bir zırh giydirdi. Dâvûd giysilerinin üzerine kılıcını kuşanıp yürümeye çalıştı. Çünkü bu giysilere alışık değildi. Saul’e, “Bunlarla yürüyemiyorum” dedi, “çünkü alışık değilim.” Sonra giysileri üzerinden çıkardı. Değneğini alıp dereden beş çakıl taşı seçti. Bunları çoban dağarcığının cebine koyduktan sonra sapanını alıp Filistli Golyat’a doğru ilerledi. Filistli de, önünde kalkan taşıyıcısı, Dâvûd’a doğru ilerliyordu. Dâvûd’u tepeden tırnağa süzdü. Kızıl saçlı, yakışıklı bir genç olduğu için onu küçümsedi. “Ben köpek miyim ki, üzerime değnekle geliyorsun?” diyerek kendi ilâhlarının adıyla Dâvûd’u lânetledi. “Bana gelsene! Bedenini gökteki kuşlara ve kırdaki hayvanlara yem edeceğim!” dedi. Dâvûd, “Sen kılıçla, mızrakla, palayla üzerime geliyorsun” diye karşılık verdi, “bense meydan okuduğun İsrâîl ordusunun Tanrısı, Her Şeye Egemen Rabbin adıyla senin üzerine geliyorum. Bugün Rabb seni elime teslim edecek. Seni vurup başını gövdenden ayıracağım. Bugün Filistli askerlerin leşlerini gökteki kuşlarla yerdeki hayvanlara yem edeceğim. Böylece bütün dünya İsrâîl’de Tanrı’nın var olduğunu anlayacak. Bütün bu topluluk Rabbin kılıçla, mızrakla kurtarmadığını anlayacak. Çünkü savaş zaten Rabbindir! O sizi elimize teslim edecek.” Golyat saldırmak amacıyla Dâvûd’a doğru ilerledi. Dâvûd da onunla dövüşmek üzere hemen Filist cephesine doğru koştu. Elini dağarcığına sokup bir taş çıkardı, sapanla fırlattı. Taş Filistli’nin alnına çarpıp saplandı. Filistli yüzükoyun yere düştü. Böylece Dâvûd Filistli Golyat’ı sapan ve taşla yendi. Elinde kılıç olmaksızın onu yere serdi. Sonra koşup üzerine çıktı. Golyat’ın kılıcını tutup kınından çektiği gibi onu öldürdü ve başını kesti. Kahraman Golyat’ın öldüğünü gören Filistliler kaçtılar. İsrâîlliler’le Yahudalılar kalkıp Gat’ın girişine ve Ekron kapılarına kadar nara atarak onları kovaladılar. Filistliler’in ölüleri Gat’a, Ekron’a kadar Şaarayim yolunda yerlere serildi. Filistliler’i kovaladıktan sonra geri dönen İsrâîlliler Filist ordugahını yağmaladılar. Dâvûd Filistli Golyat’ın başını alıp Yeruşalim’e götürdü, silâhlarını da kendi çadırına koydu. Saul, Dâvûd’un Golyat’la dövüşmeye çıktığını görünce, ordu komutanı Avner’e, “Ey Avner, kimin oğlu bu genç?” diye sormuştu. Avner de, “Yaşamın hakkı için, ey kral, bilmiyorum” diye yanıtlamıştı. Kral Saul, “Bu gencin kimin oğlu olduğunu öğren” diye buyurmuştu. Dâvûd Golyat’ı öldürüp ordugaha döner dönmez, Avner onu alıp Saul’e götürdü. Golyat’ın kesik başı Dâvûd’un elindeydi. Saul, “Kimin oğlusun, delikanlı?” diye sordu. Dâvûd, “Kulun Beytlehemli Yişay’ın oğluyum” diye karşılık verdi.[232]

Buradan da anlaşılacağı üzere savaş, akıl ve eğitim ile kazanılıyor. Akıllı ve eğitimli tek kişi savaşın kaderini değiştirebiliyor. Allah’ın bu pasajda mü’minlere vermek istediği mesaj da budur. Kalabalık ve kaba güce güvenmeyip harp taktikleri geliştirilmeli ve Dâvûd örnek alınmalıdır. Bugün savaşı binlerce kilometreden kontrol eden ve bir tuşa basarak can ve mal zayiatı vermeden zafer elde edenler, kâfirler değil Müslümanlar olmalıydı! Bir başka uyarı:

60Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki onlarla, Allah’a düşman olanları, kendi düşmanlarınızı ve Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfâl/60)


SAVAŞIN GEREKLİLİĞİ

Âyetteki, Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı [bozulur giderdi]. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir ifadesiyle, savaşın yararları ve mü’minlere savaş emrinin Allah’ın lütfu olduğu bildirilmektedir. Bu ifade Hacc sûresi’nde de geçmektedir:

39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere –kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah’a âittir. (Hacc/39-41)



253İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah’ın tek taraflı olarak söz söylediği/ yaraladıkça yaraladığı, çok sıkıntı çektirdiği ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu Îsâ’ya açık kanıtlar verdik ve o’nu Allah’ın vahyi ile güçlendirdik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı küfretti; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin, Allah dilediğini yapar.

Bu âyette, inananların elçilere nasıl bakması gerektiği bildirilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre her elçinin kendine has bir özelliği olup birbirlerinden farklılıkları söz konusudur. Bu gerçeği ifade eden başka âyetler de vardır:

55Ve Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Ve andolsun ki Biz, peygamberlerin kimini kiminin üzerine fazlalıklı kıldık. Biz, Dâvûd’a da Zebûr’u verdik. (İsrâ/55)

Âyette geçen ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken faddalnâ sözcüğü, manevî üstünlüğü değil, nesnel çokluğu ifade eder. Sözkonusu fazlalıklı kılınma; bilgi, bedensel güç, cesaret, hitap yeteneği, meslekî maharet, sanatkârlık, mâli durum, evlat ve eş durumları, İbrahim ve Lut’a uğrayan elçilerdeki gibi elçilere de elçilik, hem peygamber hem hükümdar olmak gibi şeylerdir.

Elbette elçiler Allah katında eşit değildir. Ama Allah kimin kimden daha mükerrem olduğunu bildirmemiştir. Bu nedenle mü’minler, peygamberleri üstünlük yarışına sokmamalı, tutumları şu âyetlerdeki gibi olmalıdır:

285,286Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah’a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: “Biz Allah’ın elçileri arasında ayırım yapmayız.” Ve “Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize” dediler.

Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. (Bakara/285)

84De ki: “Biz, Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a, İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Ya‘kûb’a ve torunlara indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O’nun için İslâmlaşanlarız.” (Âl-i İmrân/84)

Kimisi, bazı âyetleri yanlış te’vîl ederek ve uydurma mucizelere dayanarak, Muhammed’in; kimisi, meleklerin secde etmesi ve ilk peygamber olması hasebiyle Âdem’in; kimisi, Kur’ân’da en çok Mûsâ’dan bahsedilmesi ve Allah’ın o’nunla aracısız konuşması nedeniyle Mûsâ’nın; kimisi beşikte iken peygamber olması ve ölüleri diriltmesi sebebiyle Îsâ’nın; kimisi, yüce bir mekana ref edildiği için İdris’in; kimisi de Allah’ın dost edinmesi ve Rasûlullah’a da o’nun dinine uymayı emretmesi dolayısıyla İbrâhîm’in; kimisi, demiri ezmiş olmasından hareketle Dâvûd’un; kimisi de rüzgâra, cinlere, kuşlara, şeytânlara hükmetmiş olması nedeniyle Süleymân’ın en üstün olduğunu iddia etmiştir ki bütün bunlar, gaybı taşlamaktan başka bir şey değildir. Mü’mine düşen, haddini bilmek ve peygamberler arasında ayırım yapmamaktır.*


*İşte Kuran, Bakara Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Linkler
Takvim