87Bakara Suresi 275-281
Hatalı Çevrilen Ayetler
87Bakara Suresi 275-281
Hatalı Çeviri:
275. Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların «Alım-satım tıpkı faiz gibidir» demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.
276. Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.
277. İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.
278. Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.
279. Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resûlü tarafından (faizcilere karşı) açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
280. Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için daha hayırlıdır.
281. Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının.
Doğru Çeviri:
275O ribayı [emeksiz, risksiz, çalışıp çabalamadan kolayca elde edilen kazançları]343 yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, “Alış-veriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysa ki Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.
276Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm aşırı nankör ve zaman kaybına neden olan/ hayırda ağırdan alan/ zarar veren/ kusur oluşturan kimseleri sevmez.
277Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan] ve zekat'ı; Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi veren kişilerin Rableri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.
278Ey iman etmiş kimseler! Eğer mü’minler iseniz, Allah'ın koruması altına girin ve ribadan kalanı bırakın.
279Artık böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Elçisi'nden/ kamu otoritesi tarafından size savaş olduğunu/ bozuma uğratılacağınızı; perişan edileceğinizi bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. Haksızlık etmezseniz, haksızlığa da uğramazsınız.
280Eğer borçlu, darlık içindeyse, kolaylığına kadar süre tanınmalıdır! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için daha hayırlıdır.
281Ve kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz güne karşı Allah'ın koruması altına girin. Sonra da herkes kazancını tastamam alır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
Kaynaklarda, bu âyetlerin iniş sebebi hakkında aşağıdaki rivâyetler mevcuttur: [Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi ile ilgili olarak) şöyle denilmiştir: Âyet-i kerîme Sakifliler dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar Peygamber (s.a) ile, faiz alacaklarının onlara bağışlanacağı, faiz borçlarının da kendilerinden kaldırılacağı şeklinde ahidleşmiş idiler. Alacakları faizlerin vadeleri gelince, bunları tahsil etmek üzere Mekke'ye haber gönderdiler. Alacaklılar, Sakiflilerden olan Amr b. Umeyroğulları olan Abdeoğulları idi. Borçlular ise Mahzumlu Muğîreoğulları idiler. Muğîreoğulları, "Biz bir şey ödemeyiz, çünkü faiz kaldırılmıştır" dediler. Bu konudaki davalarını da Attab b. Esid'e (o zamanın Mekke valisine) götürdüler. O da durumu Rasûlullah'a (s.a) yazılı olarak bildirdi. Bunun üzerine âyet nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) bu âyeti Attab'a yazılı olarak gönderince Sakif de bu âyeti öğrenmiş oldu ve bundan vazgeçti. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]
Yüce Allah, faizli alacaklıların ödeme imkânı bulanlardan mallarını alabilecekleri hükmünü verdikten sonra ödemede zorluk çeken kimseler hakkında da, Eğer o darlık içinde ise... buyruğu ile kolaylıkla ödeyebilecekleri duruma kadar mühlet tanınmasını hükme bağlamaktadır. Çünkü Sakifliler Muğîreoğulları'ndaki alacaklarını isteyince Muğîreoğulları sıkıntı içinde olduklarından söz ettiler ve, "Hiçbir şeyimiz yok" dediler. Mahsullerinin alınacağı zamana kadar süre tanınmasını istediler. İşte bunun üzerine, Eğer o darlık içinde ise... âyeti kerîmesi nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]
Bu, ribâ ile alış-veriş yapan Mekkelilere hitaptır. Mekke'nin fethi sırasında müslüman olduklarında, Allah Teâlâ onlara faizi değil de, sermayelerini geri almayı emretmiştir.
Mukâtil, bu âyetin Sakîf kabîlesi'nden dört kardeş; Mes‘ûd, Abdi Yâleyl, Hubeyb ve Rebîa hakkında nâzil olduğunu söylemiştir. Amr ibn Umeyr es-Sakâfî'nin oğulları olan bu kişiler, Muğîreoğulları'ndan borç alıp, onlara borç veriyorlardı. Hz. Peygamber (s.a) Taîf'i hükmü altına alınca bu kardeşlerin hepsi müslüman oldu. Sonra da Muğîreoğulları'ndaki faizlerini istediler. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi.
Âyet-i kerîme, Abbâs ile Osman ibn Affân (r.a) hakkında nâzil olmuştur. Onlar, daha sonra almak üzere parasını peşin vererek hurma alıyorlardı. Toplama zamanı geldiğinde, hurmanın bir kısmını alıyor, geriye kalan kısmını da bilâhere olmak üzere fazlasıyla alıyorlardı.
Bu âyet-i kerîme Abbâs ile Hâlid ibn Velîd hakkında nâzil olmuştu. Onlar daha sonra fazlasıyla almak üzere, peşin parayla ribâ yapıyorlardı. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]
Müfessirler bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şunu zikretmişlerdir: Allah Teâlâ'nın, Allah'a ve Peygamberi'ne karşı harbe (girmiş olduğunuzu) bilin âyeti inince Sakîfli o dört kardeş, "Biz Allah'a döner, O'na tevbe ederiz. Çünkü biz, Allah ve Rasûlü'yle harbedemeyiz" dediler ve Muğîreoğulları'ndan sadece ana paralarını istediler. Bunun üzerine Muğîreoğulları, ellerinin darlığından şikâyet ederek, "Ücretleri alıncaya kadar bize mühlet tanıyın" dediler. Onlar, mühlet tanımayı kabul etmeyince, Cenâb-ı Hakk, Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin âyetini indirdi. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]
Âyetlerin doğru anlaşıbilmesi için doğrudan Kur’ân'a yönelmek gerekir. Bu nedenle tahlilimize, yukarıdaki âyetlerdeki ilkelerin tesbitiyle başlıyoruz:
* Riba yiyen kişiler, şeytânın çarptığı kişinin kalkışı gibi kalkarlar.
* Onların bu duruma düşmelerinin sebebi, "Alış-veriş, riba gibidir" demeleridir.
* Oysa Allah, alış-verişi helâl, ribayı harâm kılmıştır.
* Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de ribadan vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'a aittir.
* Bundan sonra riba yemeye devam edenler, ateşin dostlarıdır, orada sürekli kalacaklardır.
* Allah, ribayı yok eder, sadakaları artırır.
* Allah, aşırı nankör ve günahkârların hiç birini sevmez.
* İman eden ve sâlihatı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı verenlerin Rabb'leri katında mükâfatları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.
* Gerçekten iman eden kimseler, Allah'a takvâlı davranmalı ve ribadan vazgeçmelidirler.
* Ribadan vazgeçmeyenlere, Allah ve Elçisi/kamu otoritesi savaş ilan eder.
* Ribadan vazgeçenler, sermayelerini alabilirler, böylece de zarara uğramamış olurlar.
* Borçlu darlık içindeyse, ana para için de mühlet verilmelidir. Ama ana paranın da sadaka olarak verilmesi daha iyidir.
* Bu hükümlere uyanlar, kazançlı çıkarlar, âhirette hakk ettiklerini tastamam alırlar, kesinlikle zarara sokulmazlar.
"Artma, çoğalma, şişme" demek olan riba, [Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 54-56, "Rbv" mad.] Türkçe'deki "faiz" anlamına geldiği gibi, bir hukuk terimi olarak, değiş-tokuşlarda taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve sözleşme esnasında şart koşulan "karşılıksız fazlalık" anlamında da kullanılır. Yani riba, sadece parasal işlemlerdeki artışları değil, mal takasıındaki artışları da kapsar.
Nitekim klasik kaynaklarda Kur’ân'ın indiği dönemde Araplar arasında, biri "nesi’e ribası", diğeri de "fazlalık ribası" olmak üzere iki tür riba uygulaması olduğu bildirilmektedir:
A) Nesi’e ribası [vade faizi]; câhiliye devrinde daha yaygın olarak uygulanan riba türü olup, belirli bir vade ile verilen ödünç para veya mal karşılığında, vade boyunca her ay alınana ya da vade sonunda alınan fazlaları [faizi] ifade eder.
B) Fazlalık ribası; aynı cinsten olan malların peşin olarak birbiriyle değiştirilmesi sırasında gram, litre, aded gibi miktar cinsinden ortaya çıkan fazlalık kısmı ifade eder.
Bu iki riba arasında, "nesi’e ribası"nın vadeli işlemlerden, "fazlalık ribası"nın ise peşin işlemlerden kaynaklanıyor olması sebebiyle bir fark vardır. Ama her iki riba da, taraflardan birinin "karşılıksız fazla" bir şey elde etmesi esasına dayanır.
Kelime anlamının tesbitinden sonra, yukarıdaki pasajın ana konusu olan "riba"nın doğru anlaşılması yolunda atılması gereken ikinci adım, 275. âyette yer alan "riba yemek" ve "şeytânın çarpması" ifadelerinin tahliline yönelik olmalıdır:
RİBA YEMEK
275. âyetteki, O ribayı yiyen şu kişiler... ifadesi, riba doğuran işlemlerle mallarını arttıran kimselere işaret etmektedir. Riba yemek de, alınan fazlalıkların bizatihi yenilmesi değil, onlardan faydalanılması anlamındadır.
ŞEYTÂNIN ÇARPMASI
Önce şu ayetlere göz atalım:
71,72De ki: "Allah'ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘Bize gel!’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?" De ki: "Şüphesiz Allah'ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve salâtı; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturunuz-ayakta tutunuz ve O'nun koruması altına giriniz’ diye emrolunduk. Ve Allah, sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir." [En‘âm/71-72]
83Görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şüphesiz Biz şeytanları, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler üzerine gönderdik. Onları kışkırttıkça kışkırtıyorlar. [Meryem/83]
275O ribayı [emeksiz, risksiz, çalışıp çabalamadan kolayca elde edilen kazançları] yiyen şu kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, "Alış-veriş, riba gibidir" demeleriyledir. Oysa ki Allah, alış-verişi helâl, bu ribayı harâm kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlar ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. [Bakara/275]
Âyetin orijinalindeki, لايقومون الا كما يقوم الّذى يتخبّطه الشّيطان من المسّ [lâ yeqûmûne illâ kemâ yeqûmullezî yetehabbetühü'ş-şeytânü mine'l-messi] ifadesi, "şeytânın dokunuşuyla düşürdüğü, aklını azalttığı, normal durumunu bozduğu kimse gibi" demek olduğu hâlde müfessirler tarafından "şeytânın çarptığı kimse" olarak meallendirilip geçilmiştir. Hâlbuki insanların, "Şeytânın aklı azaltması, düşürmesi, normal durumu bozması nedir?" diye düşünmelerini sağlamak için orijinal anlamın aynen verilmesi çok daha iyi olacaktır.
Halk dilinde, kişinin ağzının, yüzünün eğilmesi durumuna, "şeytân çarpması" denmektedir. Meselâ, yüz felci geçiren kişi de bu anlamda, "şeytân çarpmış" olarak nitelenmektedir. Halk arasında yaygınlaşmış olan bu anlamdaki bir çarpılmanın, Kur’ân'da bahsedilen "şeytân çarpması" ile bir alâkası yoktur. Halk arasında "şeytân" sözcüğünün yanlış anlaşılması, doğal olarak "şeytân çarpması"nın da yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır.
Kur’ân'ın bildirdiği şeytân çarpması, yukarıdaki âyetlerde tanıtılmış olan şeytânî karakterdeki insanların bu olumsuzlukları bir kişiye telkin edip onu kontrol altına almasıdır. Yani, şeytânî özellikte olan şeylerin bir kişiyi ele geçirmesidir ki bu durumda o kişiyi şeytân çarpmış demektir. Şeytânın çarptığı bir kişi ise;
* Allah'a karşı gelir.
* Hayâsızdır, edepsizdir, kötüleşmiştir.
* Hakksız kazanç peşinde koşar.
* Bilmediği şeyleri konuşur.
* Fakirlikten, fakir düşmekten korkar.
* Savurgandır.
* Kuruntuludur, şımarıktır, kışkırtılmıştır.
* Aldanmıştır.
* Azmıştır, çevresiyle arası bozulmuştur.
* Dönektir.
* Bilgilenmeye, aydınlanmaya kapalıdır.
Herhangi bir insanın yukarıdaki özellikleri taşıyor olması, onun bu hâle şeytân tarafından getirildiğini gösteren temel ölçüttür. Bu özellikleri taşıyan kişiler ise, "Onu şeytân çarpmış", "Onu şeytân oyununa getirmiş, aklını azaltmış, düşürmüş" şeklinde tasvir edilirler.
Geçimlerini faiz yiyerek/tefecilik yaparak kazanan kimseler, aslında varlıklarını şeytânın kontrolüne girerek sürdüren ve bu şekilde ayakta kalan kimselerdir. Bu kişiler, Bakara/279'daki ifade ile, "Allah ve Elçisi'ne savaş açmış" kimselerdir. Bu konuyu iyi anlamak için, 279. âyetin bulunduğu tüm pasajın [261-281. âyetler] bir bütünlük içerisinde okunup düşünülmesi gerekir. Bu pasajda konu, muhtaçlara karşılıksız yardım [sadaka, infak] ile muhtaçları sömürü [ribâ/faiz] arasındaki karşıtlık ilişkisi içinde açıklanmaktadır.
Tefsircilerin pek çoğu 279. âyetin ihtarını kıyâmet gününe hamledip, "Faiz yiyenler kıyâmet günü, saralılar gibi dengeleri bozulmuş/şeytân çarpmış gibi kalkarlar ve bu hâlleriyle faiz yiyenlerden oldukları belli olur" şeklinde açıklamışlardır. Hâlbuki âyetin zâhirî [sözel] manası, böyle değildir. Olay tamamen dünya ile ilgilidir. Bize göre bu hatalı yorumlar, şeytân ve şeytân çarpması ifadelerinin, Kur’ân dışı kabullerinden kaynaklanmaktadır. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 465-480.]
275. âyetten; şeytân çarpmış/şeytânın oyununa gelmiş kimselerin bu duruma, "Alış-veriş riba gibidir" demeleri yüzünden düştükleri anlaşılmakta, bir başka ifadeyle, onlar kendilerini bu şekilde kandırdıkları için "şeytân çarpmış" diye nitelenmektedirler. Bu kişilerin "alış-veriş" ile "riba"yı aynı görmelerinin, kendilerine göre mantıklı bir gerekçesi olmalıdır ki bu da, alış-verişte de, riba doğuran işlemlerde olduğu gibi kazanç sağlama amacının güdülmesi ve alış-verişle sağlanan kazancın da, varlıklarda bir artış meydana getiriyor olmasıdır.
Allah ise buna karşılık önce, "alış-veriş"i helâl kılmak sûretiyle "alış-veriş"in tüm sonuçlarıyla meşru olduğunu ilân etmiş; sonra da, "er-riba"yı harâm kılarak ribanın, ödünç verme ve mal takası işlemlerinde taraflardan birinin elde ettiği "karşılıksız fazlalık" olduğunu belirtmiştir.
YASAKLANAN ER-RİBA
Riba, daha önceki ümmetlere de harâm kılınmıştır. Kitab-ı Mukaddes'te ifade şöyledir:
Kardeşinize para, yiyecek ya da faiz getiren başka bir şey ödünç verdiğinizde, ondan faiz almayacaksınız. Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizden almayacaksınız. Böyle yapın ki, mülk edinmek için gideceğiniz ülkede el attığınız her işte Tanrınız Rabb sizi kutsasın. [Tesniye, 23:19-20.]
Kardeşlerim, adamlarım ve ben ödünç olarak halka para ve buğday veriyoruz. Lütfen faiz almaktan vazgeçelim! [Nehemya, 5:10.]
Halkıma, aranızda yaşayan bir yoksula ödünç para verirseniz, ona tefeci gibi davranmayacaksınız. Üzerine faiz eklemeyeceksiniz. [Çıkış, 22:25.]
Ama altını kıble edinen Yahûdiler, yasaklanmış olmalarına rağmen riba konusunda da her yolu mübah saymışlardır:
160,161Sonra da Yahudileşen kimselerden olan haksız davranışlar, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba almaları [emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazanç sağlamaları] ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve Yahudileşenlerden kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. [Nisâ/160-161]
"Yahûdileşen kimseler" olarak isimlendirilen kimseler, sağladıkları bu tür kazançlardan mahrum olmak istemedikleri için konulan yasağa direnmişler ve ribanın, alış-verişten sağlanan kazançtan bir farkı olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Oysa, alış-veriş ile riba doğuran işlemler arasındaki farkları görmek için, iki işlemin hangi aşamalardan geçtiğini kaba hatlarıyla gözden geçirmek yeterlidir:
A) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamak isteyen kişi, önce bir malı satın alarak o malın sahibi olur. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sahibi bulunduğu para veya malı ödünç vermek için, bu para veya mala ihtiyaç duyan birini arar veya ihtiyaç sahibinin kendisini bulmasını bekler.
B) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamayı isteyen kişi, sahibi olduğu malın alış fiyatı üzerine, elde etmeyi düşündüğü kârı ilâve ederek bir satış fiyatı belirler. Bu kârın içinde, malın alışından itibaren yapılan masraflar ile kişinin yaptığı bu hizmete karşılık biçtiği ücret vardır. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişinin ise, belirlediği riba miktarına kaynak olacak ne bir masrafı ne de değer biçeceği bir hizmeti vardır.
C) Alış-veriş yaparak kazanç sağlamak isteyen kişi malını, kendi belirlediği fiyata göre değil, piyasada oluşan fiyata göre satar. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise sözleşmesini, kendi belirlediği riba miktarı üzerinden yapar.
Görüldüğü gibi, alış-verişle kazanç sağlamak isteyen kişi ile riba yoluyla kazanç sağlamayı planlayan kişi, yukarıdaki aşamaları farklı davranışlarda bulunarak gerçekleştirirler ve farklı sonuçlar elde ederler:
* Alış-verişle kazanç sağlamak isteyen kişi, eylemli olarak gerçekleştirdiği iki hukukî işlemle, söz konusu malı üreticiden alarak tüketiciye ulaştırır. Bu kişinin belirlediği kâr, verdiği hizmete karşılıktır, ama bunun da garantisı yoktur, risk her zaman mevcuttur.
* Riba yoluyla kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sözleşme imzalamak sûretiyle eylemsiz yaptığı bir hukukî işlemle, herhangi bir masraf ve hizmet karşılığı olmadan belirlediği fazlayı, vade süresince almayı sürdürür. Riski, ödünç alanın ödeyemez duruma gelmesidir ki bu ahval de muhtemelen önceden düşünülmüş ve risk, rehin veya kefil yoluyla bertaraf edilmiştir.
Alış-veriş ile riba doğuran işlemler arasındaki bu önemli farklar, sadece ticarî alanda değil, sanayi ve tarım sektörlerinde emek harcanarak yapılan üretim faaliyetleri için de söz konusudur. Yani, kol gücü ve beyin gücü ile meydana getirilmiş bir üretimin satışından elde edilen kâr ile, borç para vererek borçlunun serveti, emeği üzerinden sağlanan fazlalık bir tutulamaz.
Yukarıda sayılan farklar, bir cümle ile şöyle ifade edilebilir: Alış-verişteki, sanayideki, tarımdaki emek, "yapıcıdır" ve bu emek karşılığı elde edilen kâr helâldir, riba doğuran işlemler sonucu elde edilen fazlalık ise "yıkıcıdır" ve bu yolla sağlanan kâr harâmdır.
Bu mukayeseden hareketle, yasaklanan ribanın özellikleri hakkında şunları söylemek mümkündür: Yasaklanan "er-riba", herhangi bir masraf veya hizmet karşılığı olmadan alınan [ödeyenin kazancına risksiz bir şekilde ortak olmak anlamına gelen] ribadır. Başka bir deyişle, "karşılıksız" ve "risksiz" olan "fazlalık" yasaklamıştır.
"ER-RİBA"NIN YASAKLANMA SEBEBİ
Bu soruya cevap ararken hatırdan çıkarılmaması gereken bir âyet vardır:
39Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. [Necm/39]
Yukarıdaki âyette, emeksiz-risksiz elde edilen kazancın bir değeri bulunmadığı bildirilmektedir. Başka âyetlerde ise, bu tür kazanç elde etmek, "malların hakksız yolla yenmesi" olarak tanımlanmakta ve "insanların kendilerini öldürmesi" olarak nitelenmektedir:
188Aranızda mallarınızı da bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bilerek ve günah ile yemek için hâkimlere aktarmayın. [Bakara/188]
29Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı –kendi rızanızla yaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere– aranızda haksız yolla yemeyin, kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir. [Nisâ/29]
Bir şeytân emri, bir tehlike olduğuna dikkat çekilen bu tür davranışlardan, insanların kendilerini ancak infak yaparak kurtarabilecekleri bildirilmiştir:
268Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size çirkinliği-hayâsızlığı emreder. Allah ise, size Kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaat eder. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti sonsuz geniş olandır, en iyi bilendir. [Bakara/268]
195Ve Allah yolunda malınızı harcayın, kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever. [Bakara/195]
Bunlardan başka Allah, mal ve servetin, belli bir zümrenin kontrolünde bulunmasını da istememektedir:
7,8Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. [Haşr/7-8]
Yukarıdaki âyetlerden anlaşılacağı üzere Yüce Allah, mal ve servet verdiği kimselerin, ellerinde tuttukları fazlalıkları muhafaza etmelerine veya daha da arttırmalarına imkân veren davranışlardan kaçınmalarını, kendilerine verilen bu fazlalıkları infak yoluyla harcamalarını, kişilerin gerçek kazançlarının ancak çalışıp didinerek elde edilenler olması sebebiyle boşu boşuna karşılıksız kazanç sağlama girişiminde bulunmamalarını istemekte, aksi davranışların ise "insanların kendi kendilerini tehlikeye atmaları", hatta "birbirlerini öldürmeleri" anlamına geleceği ihtarını yapmaktadır.
Bu noktada, her müslümanın, Allah'ın helâl kıldığı "alış-veriş"in ve harâm kıldığı "riba"nın kapsamları üzerinde iyice düşünmesi gerekir. Çünkü, ribadan vazgeçmeyenlerin, "Allah ve Elçisi'nin kendilerine savaş açmış olduğu kimseler" olarak ilân edilmesi sebebiyle mesele büyük önem taşımaktadır. Allah ve Elçisi'yle savaşan birinin ise, Allah ve elçilerinin mutlak gâlip gelecek olmaları sebebiyle, mahv u perişan olacağı kesindir:
21Allah: "Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz" diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır. [Mücâdele/21]
"ER-RİBA"NIN KAPSAMI
Bu önemli konudaki kapsam belirleme tahliline, Kur’ân'ın indirildiği dönemde uygulanmakta olan riba çeşitlerinden başlamakta yarar görüyoruz.
İster paraya, ister mala bağlı olsun "nesi’e ribası"nın bütün işlemlerinde, verilen ve geri alınan para veya mal miktarları arasındaki fark, vade sebebiyle oluşturulduğundan, yani bu riba çeşidi, vadeye bağlı bir ödünç verme işleminden kaynaklandığından, bu kapsamdaki işlemlerden sağlanan kazançlar tam anlamıyla "karşılıksız fazlalık" hükmündedir, dolayısıyla da "er-riba"dır. Örnek olarak, ödünç olarak verilen para karşılığında ana paranın haricinde alınan her türlü fazlalık, nasıl "er-riba" ise, elindeki 10 kile buğdayı ödünç verip, altı ay sonra 12 kile buğday almak da "er-riba"dır.
"Fazlalık ribası"nın söz konusu olduğu mal takasında ise, ortaya bir "karşılıksız fazlalık"ın [er-riba'nın] çıkması, mantığa uygun görünmemektedir. Çünkü ister farklı, ister aynı cinsten olsun iki malın takas edilmesinde işlem, o malların ederleri ölçü alınarak yapılacağı için, böyle işlemlerde taraflardan herhangi biri lehine "karşılıksız fazlalık" oluşması anlamsızdır. Meselâ, 1 kg. hurmanın ederi 20 TL, 1 kg. sofralık zeytinin ederi 10 TL ve 1 kg. yağlık zeytinin ederi 5 TL ise, elindeki 1 kg. hurma ile zeytin almak isteyen kişi, ya 2 kg. sofralık zeytin veya 4 kg. yağlık zeytin alacaktır. Böyle bir işlemde miktarlar arasındaki farkların "karşılıksız" olduğunu söylemek mümkün değildir. Veyahut, elindeki 1 kg. sofralık zeytini yağlık zeytinle takas etmek isteyen kişi, 2 kg. yağlık zeytin talep edecektir. Çünkü ederi yüksek olan malın sahibinin, kendi malının bir ölçeğine karşılık, ederi düşük olan maldan daha fazla ölçekte mal talep etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Kaldı ki, ederi yüksek olan malın sahibi, böyle bir takası tercih etmeyip alış-veriş yoluyla önce kendi malını para ile satsa, sonra da diğer malı başkasından parayla satın alsa, ederi düşük olan maldan yine aynı ölçekte alacaktır. Yani, ortada herhangi bir aldatma veya aldanma yoksa, bu takas ticarî bir alış-veriştir. Dolayısıyla da, aynı cins malların takası sırasında, miktarlar arasında kalite sebebiyle ederi yüksek mal sahibinin lehine oluşan farkın "er-riba" olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.
Bizce "er-riba"nın en başta gelen ögesi, ister parayla ister malla olan ödünç verme işlemlerinde alınan fazlalıktır. Faizin, harâm kılınan riba kapsamı içinde olduğu hususu tartışmasız olmasına rağmen, bazıları günümüzdeki faizli muamelelerin, "zaruret hâli" istisnâsı gibi mütalâa edilip edilmeyeceğini tartışmaya açmışlar ve faizi; "paranın, enflâsyon karşısında değer kaybını önler" veya "paranın kirasıdır" gibi birtakım düşüncelerle yasak kapsamı dışına çıkarma gayreti içine girmişlerdir. Allah'ın yasaklamış olmasına aldırmayan bazı kişiler ise faizin, ekonomik gelişmenin en önemli araçlarından biri olduğunu iddia etmişlerdir. Hâlbuki faizin nasıl bir belâ olduğunu anlamak için yakın târihimize bakmak yeterlidir:
Osmanlı Devleti, ilk kez 1854'te Kırım savaşı'nın getirdiği mâlî yükü hafifletmek amacıyla istikraz [tahvil çıkarma] yoluyla dış borç aldı. Dış borçlar, yatırım alanı arayan Avrupa sermayesinin özendirmesi ve bazı yenilikler için yapılan harcamalar nedeniyle hızla arttı. 1854-74 arasında 15 kez istikraz yoluyla dış borç alındı. Borcun toplamı 5.297.676.000 altın franka, bunların yıllık faizi de 300.000.000 franka ulaştı. Osmanlı Devleti bu borçların faizlerini bile ödeyemez duruma düşünce, Ekim 1875'te, vadesi gelen taksitlerin yarısını ödeyeceğini açıkladı. Ama bu taksitleri de ancak üç ay ödeyebildi ve Mart 1876'da ödemeler bütünüyle durdu. Osmanlı hükümeti daha sonra Galata bankerlerinin verdiği kısa vadeli borç ve avanslardan oluşan iç borç ödemelerini de durdurdu. 22 Kasım 1879'da imzalanan anlaşmayla bu borçların faiz ve anaparası karşılığı olarak damga, müskirat, balık avı, tuz ve tütün resmi 10 yıl süreyle alacaklılara bırakıldı. [Ana Britannica, c. 11, s. 22.]
Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, devletlerin borcunu ve o borcun faizini, ondan yararlanmayan halk ödemektedir. Hatta, batan kredi kurumlarının borçlarının devlet kasasından ödenmesi sûretiyle, bir kısım mevduat sahiplerinin kurtarılması yükü de tamamen halka yüklenmektedir. Bunlar ise, "zulüm"den başka bir kelime ile açıklanması mümkün olmayan durumlardır.
"er-Riba"nın bir numaralı unsuru olan faiz, bireyler üzerinde de maddî-manevî öldürücü etkiler doğurmaktadır:
* Faiz, insanları çalışmaktan alıkoyar.
Çünkü imkânı olan kimseler, paralarını faize vermek sûretiyle emeksiz, risksiz kazanç sağlayacaklarından, çalışmaya gerek duymazlar. Bu durum, toplumsal hareketliliğin düşmesine ve verimliliğin azalmasına yol açar. Zira borçlu çalışır ve kazanır, ama onun çalışarak elde ettiği kazançtan, faiz alan kişi de çalışmadan beslenir. Oysa bir ülkenin refahının artması, ancak her alanda daha fazla çalışmak ve daha fazla üretmek ile mümkün olabilir.
* Faiz, yardımlaşma ve dayanışmayı ortadan kaldırır.
Faiz gibi emeksiz ve risksiz kazanç, genellikle insanları bencilliğe iter. Dolayısıyla, mal ve servet sahipleri, ihtiyacı olan kardeşlerine yardım etmek yerine faize yatırmayı tercih ederler. Allah'ın emrettiği "ihtiyaç sahiplerine yardım" yolunun açılması için, faizle elde edilecek kazanca itibar edilmemesi gerekir.
* Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar.
Yüksek oranlı ve uzun süreli enflâsyon dönemlerinde spekülâtif yatırım yapanlar hariç, borç alıp faiz ödeyenin zengin olduğu görülmüş bir şey değildir. Çünkü faiz oranları, elinde parası olanlar tarafından belirlenir ve bu kişiler faiz oranlarını, içinde bulunulan ekonomik ortamın imkân verdiği kazanç oranlarındaki aslan payını kendileri alacak şekilde belirlerler. Yani faiz oranları, o ortamda sağlanabilecek ortalama rantın daima büyük kısmına tekabül eder. Dolayısıyla, faizle borç alan yatırımcının zengin olmasına değil, ancak geçinmesine, başka bir ifade ile ancak borçlanmayı sürdürebilmesine izin verilir. Eğer borç alan yatırımcı değil de ihtiyaç sahibi, yani fakirse, bu kişinin faiz ödeyerek daha da fakirleşeceği zaten ortadadır. İşte bu yüzden; toplumda küçük bir azınlığın refah, çoğunluğun ise yoksulluk içinde yaşamalarını sağlayan ve sürekli kılan bir ortamın sebebi olduğu için faiz, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapar. Ama iş bununla bitmez, bu tarz bir düzenin, çoğunluğu teşkil eden dar gelirliler bakımından giderek cehenneme dönüşmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle toplumlardaki faizci zenginler, zenginleştikçe hayatlarından ve servetlerinden daha fazla endişe eder hâle gelirler ve onları koruyabilmek için de daha değişik zulüm yollarına başvururlar.
* Faiz, şükretmeye engel olur, kişiyi Allah'a karşı nankör yapar.
Allah tarafından fazlalıklı kılınmış varlıklı kimselerin, bu fazlalıklarının karşılığını zekât, sadaka ve infak yollarıyla ödeyerek Allah'a şükretmeleri gerekir. Ama kolay, emeksiz ve risksiz bir kazanç olan faizin cazibesine kapılan insan, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerin karşılığını Allah'ın gösterdiği adreslere iletmek yerine faize meyleder ve tuzağa düşüp bu görevleri yerine getirmez. İnsanın bu yanlışa düşme ihtimalinin yüksek olduğunu çok iyi bilen Rabbimiz, Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm çok nankör ve günahkâr kimseleri sevmez (Bakara/276) ifadesiyle, faizi de kapsayan ribanın kimseye hayır ve bereketinin olmayacağı, çünkü Kendisinin onu yok edeceği tehdidi ile birlikte sadaka ve infakın dünya ve âhirette kat kat iade edileceğini vaad etmiş, böylece insanların nankörlüğü değil, şükrü tercih etmeleri gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştır. Aynı mesele Kur’ân'da, "Allah'ın yaklaşma dediği ağaçtan Âdem'in tatması ve hemen istifçiliğe başlaması" şeklinde temsilî olarak da anlatılmıştır.
Faiz, başta psikolojileri olmak üzere kişilerin iş hayatlarının, geçimlerinin ve aile düzenlerinin alt üst olmasına yol açmaktadır. Böyle bireylerin toplum içinde giderek çoğalması da toplumu adım adım tehlikeye yaklaştırmaktadır. Faizin kölesi hâline gelmiş bir toplum ise, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini tüketmesi sonucunda sömürgeleşmeye maruz kalmaya mahkumdur. Evet faiz, fakirlerin köle, ülkelerin de sömürge hâline gelmesinde en büyük etkenlerden biridir.
Ancak, "er-riba", faize indirgenemez. Çünkü yukarıda saptadığımız gibi "karşılıksız" ve "risksiz" her fazlalık yasaklamıştır. Dolayısıyla Müslümanların, sadece faizden uzak durup, "er-riba" kapsamına giren diğer karşılıksız fazlalıkların harâm olmadığını düşünerek kendilerini kandırma hatasına düşmemeleri gerekir. Fakat ne yazık ki insanlar için "er-riba" vazgeçilmez hâle gelmiş, bu tatlı kazancı bırakmak istemeyenler, "er-riba"yı faize indirgemek ve yedikleri "er-riba"yı da muamele-i şer’iyye denilen uygulamalarla faiz görüntüsünden çıkarmak sûretiyle, yaptıklarının, Allah'ın yasakladığı "er-riba" kapsamında olmadığına kendilerini inandırmışlardır.
Eğer söylenenler doğru ise, muamele-i şer’iyye denilen ve "Alacaklı tarafın borçludan, faiz sayılmayacak bir menfaat elde etmesini temin için yapılması gereken işlem" olarak tarif edilen bu çeşit uygulamalara dayanak teşkil eden fıkhî çözümlerin (!) bulunuşu, 700'lü yıllara kadar gitmektedir. Çeşitli usûller ihtiva eden bu uygulamalardan biri şöyledir: Para sahibi, vadeli olarak vereceği 10 dirheme karşılık 13 dirhem almak istiyorsa, o zaman borçlanacak olan tarafa, 13 dirheme bir mal satar ve teslim eder. Borçlanacak olan kişi de o malı üçüncü bir şahsa 10 dirheme satar ve teslim eder. Sonra bu üçüncü şahıs da o malı ilk sahibine 10 dirheme satar, parayı peşin alıp malı teslim eder. Sonra biraz önce aldığı malın bedeli olmak üzere 10 dirhemi, borçlanacak olan kişiye verir. Böylece mal, ilk sahibine, yani karşı tarafa borç vermek isteyen kişiye 10 dirhem karşılığında dönmüş ve karşı tarafın ona vadeli 13 dirhem borcu olmuş olur. [İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensâr Neşriyat, s. 316-317.]
Görüldüğü gibi, "alacaklı, borçlu, menfaat elde etme" gibi, ödünç verme işlemlerine has kavramlar olan bu uygulamalar, özünde şikeli alış-verişlerle borçlunun alacaklıya faiz kadar fazla ödemesini sağlamaktan başka bir şey değildir. Sadece ödemeler, faiz adıyla yapılmamaktadır. Hukuk dilinde "kanunu dolanma" denilen bu tür davranışlarla Allah'ın koyduğu yasağı dolandığını zanneden bazı kıt akıllı sapkınlar günümüzde de varlıklarını sürdürmektedirler. Meselâ, bankacılık sisteminin varlık sebebinin faiz olmasına rağmen birtakım çevreler "faizsiz bankacılık" diye bir kavram icat ederek, bu iddia ile kurdukları şirketlerden, kendilerine para yatıranlara "kâr payı" adı altında ödemeler yapmaktadırlar. Bu kâr payları, isteyene üç aylık, isteyene altı aylık, isteyene de yıllık olarak ödenmekte ve ne enteresandır ki, dönemlere göre yapılan ödemeler herkes için hep aynı tutarda olmaktadır. Yani, bu faizsiz bankaların, topladıkları paralarla ortak oldukları şirketlerin hepsi; tahsilâtlarını hep aynı dönemlerde yapmakta, dolayısıyla da kârlarını, ilan ettikleri ödeme dönemlerine uygun olarak elde etmekte ve hep aynı oranda kâr etmektedirler. Oysa, bu şirketlerin hepsinin; kârlarını ve giderlerini öngörerek dağıtılabilir kazanç olarak hesaplamaları mümkün olsa bile, tahsilâtlarını bu faizsiz bankaların ilan ettikleri kâr dağıtım dönemlerine uygun bir şekilde yapmaları ve kârlarını dağıtılabilir hâle getirmeleri mümkün değildir. Bu durumda, bu şirketlerin kâr payı adı altında yaptıkları ödemelere, "karşılıksız fazlalık"tan başka bir şey denemez. Bu yargımızı doğrulayan bir diğer husus da, bu faizsiz bankaların birçok şirkete ortak olduklarını ilân etmelerine rağmen, sanki bir tek şirketin kârını dağıtıyormuş gibi, hep aynı oranda kâr payı dağıtmalarıdır.
"er-Riba"nın bir diğer önemli unsuru da spekülâsyondur. Spekülâsyonu, "ileride fiyat değişikliğine uğrayacak malların aradaki fiyat farkından yararlanarak kâr etmek amacıyla önceden satın alınması" şeklinde tarif eden Ekonomi Ansiklopedisi, spekülâsyona sebep olacak fiyat değişikliği beklentilerinin başlıcaları arasında savaş, kıtlık ve enflâsyonu saymıştır. Görüldüğü gibi spekülâsyonda kâr beklentisi, herhangi bir çalışmaya veya hizmete değil, sadece fiyat artışına dayanmaktadır. Üstelik bu fiyat artışlarının da, birçok kişinin mahvına yol açacak afetler sebebiyle gerçekleşmesi beklenmektedir. Böyle bir kazanç umarak yapılacak alış-verişten sağlanan kârın, Allah'ın helâl kıldığı alış-veriş kârı cinsinden bir kâr olmayacağı ortadadır.
Özünde yine spekülâsyon gibi fiyat artışından kâr sağlama anlayışı olan, ama ondan çok daha çirkin başka bir "er-riba" unsuru daha vardır ki bu, "istifçilik" veya "karaborsacılık" denen rezilliktir. Bunu, spekülâsyondan daha çirkin kılan özelliği, yapılan mal alımlarının, piyasada o malın kıtlığına yol açarak fiyatının artmasını doğrudan etkileyecek miktarlarda olmasıdır.
Adına ister spekülâsyon densin, ister istifçilik densin, bunların "er-riba" kapsamına girmelerinin sebebi; her iki davranışın da, emeksiz olarak kazanç sağlamaya yönelik oluşlarıdır.
Bu açıdan bakıldığında, Allah'ın kendilerine bahşettiği fazlalıkları yabancı ülkelerin paralarına yatırarak, ileride kendi ülkesinin parası aleyhine gelişecek kur farklarından kazanç sağlamayı umanların veya faaliyet alanlarına bakıp muhtemel kârlarını değil de, piyasada oluşacak fiyatlarını hedefleyerek şirketlere, borsa kanalıyla ortak olanların, vicdan muhasebesi yapmalarında yarar vardır. Çünkü ne kur farkı beklentisi ile yapılan döviz alımlarının spekülâsyondan bir farkı vardır, ne de borsa gibi, büyük sermaye sahiplerinin oyuncağı hâline gelmiş bir kumarhaneden alınan hisse senetleri gerçek anlamda bir ortaklık hükmündedir.
Ülkemizde son zamanlarda uygulamaya konmuş bir diğer "er-riba" işlemi de, Vadeli İşlemler Borsası denilen kuruluş bünyesinde yapılmaktadır. Görünüşte ileriye matuf alım veya satım sözleşmeleri mahiyetinde olan bu işlemlere konu olan materyal, mal cinsinden olabileceği gibi, değişik ülke paraları cinsinden de olabilmektedir. Sözleşmelerin tarafları ise alım veya satım emirlerini verenler ile onlara böyle bir ortamı sağlayan kuruluşlardır. Bu işlemlerde alım veya satım emirlerini verenler, kesinlikle gerçek alıcı veya satıcı değildirler. Onlar, sözleşmede belirtilen gün geldiğinde, sözleşmedeki malları ne gerçekten alırlar, ne de satarlar, sadece sözleşmede yazan paraları öderler veya tahsil ederler. Özetle bu işlemler gerçek alış-verişlerle ilgili olmayıp, birtakım nesnelerin ileride oluşacak fiyatlarının tahmini üzerinden oynanan bir çeşit kumardır ve bu işlemlerin, Allah'ın helâl kıldığı alış-veriş ile hiç alâkaları yoktur. Ancak, Kapitalizm dininin önemli unsurlarından olan borsalar hakkında; ileride oluşacak fiyatların bilinmemesi sebebiyle borsa işlemlerinde bir riskin söz konusu olduğu, riski olan işlemlerden sağlanacak kazancın ise, baştan belirlenen faiz işlemlerindeki ile aynı sayılamayacağı yolunda birtakım fikirler ileri sürülmektedir. Bizce bu görüş sahiplerine öncelikle, "Tamamen riskten ibaret olan kumar, bu mantığa göre helâl mi sayılacak?" sorusu sorulmalı, sonra da helâl kazancı, "er-riba" işlemlerinden sağlanan kazançtan ayıran esas özelliğin risk değil, "bir emek karşılığı olması" olduğu hatırlatılmalıdır.
BANKACILIK ve İSLÂM
Bankalar, birikim sahiplerinden faiz karşılığında topladıkları fonları, iskonto, ödünç verme ve diğer mâlî işlemlerde, kendi hesaplarına ve yine faiz karşılığında kullanmayı esas iş edinmiş finansman kurumlarıdır. Yani faiz, bankaların yegâne hayat kaynağı, vazgeçilmez unsurudur. Faiz aynı zamanda da, Kapitalizm dininin ekonomik düzeninde sistem çarklarının dönmesi için gerekli olan dişlilerden biridir. Bu ilişki içinde bankalar, kapitalist ekonomilerin olmazsa olmazı durumundadır.
İslâm'da ise "er-riba", dolayısıyla da "er-riba"nın bir numaralı unsuru ve en kötü türü olan faiz, tartışmasız olarak harâm kılınmıştır. Bu duruma göre aslında, sistem çarklarının dönmesi için faizin gerekli olduğu kapitalist düzenin ve bu düzenin yürümesini temin için faiz temeli üzerine kurulmuş bankacılık sisteminin İslâm'la bağdaşması mümkün değildir. Fakat ne yazık ki tam tersine, halkının büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin hemen hepsinde kapitalist sistem tercih edilmiş ve o ülkelerdeki Müslümanlar da, özünde birbirlerine taban tabana zıt olan İslâm dini ile Kapitalizm dinini birlikte yaşar hâle gelmişlerdir. Hâl böyle olunca, iki din arasındaki zıtlıkların giderilmesi için bazı kuralların yumuşatılmalarına ihtiyaç duyulmuş, ama her nedense bütün yumuşatmalar, "gelişmenin gereği", "uygulanması kaçınılmaz" gibi söylemler ileri sürülerek hep İslâm dininde yapılma cihetine gidilmiştir. Bu yöndeki gayretler öyle akıl almaz şekil ve boyutlara varmıştır ki, kelimelerin anlamları değiştirilmiş, otorite olarak tayin edilen kişilere fetvalar verdirilmiş ve sonunda İslâm dini, Allah'ın vahyettiğinden çok farklı bir şekilde uygulanır hâle gelmiştir.
Faiz konusundaki gayretler ise âdeta saldırıya dönüşmüştür. Bir taraftan ulema sıfatlı kişiler yukarıda örneğini verdiğimiz gibi, birtakım aldatmacalarla faize fıkhî çözümler (!) üretmişler, diğer taraftan kapitalist zihniyet sahipleri, "Verilen ödünç paranın borçlunun elinde uzun müddet kalması, fazladan alınacak paranın [faizin] bir karşılığıdır. Çünkü borç verilen para, eğer o müddet içinde borç verende dursaydı o kişi, onunla ticaret yaparak kazanç sağlayabilirdi" veya "Borç alan kişi, aldığı para ile ticaret veya yatırım yapıp kazanç sağlıyorsa, kazancının belirli bir oranını paranın esas sahibine ödemesinin ne sakıncası olur?" türünden sözlerle, insanların zaten bulandırılmış akıllarını iyice çelmeye uğraşmışlardır. Gerek ulema sıfatlıların, gerekse kapitalist zihniyetlilerin konuya yaklaşımları; faizi, helâl kılınan alış-veriş kârına benzeterek onunla eşdeğer kılmaya, yani Allah'ın koyduğu yasağı yasaklıktan çıkarmaya yönelik olup, Allah ve Elçisi ile yapılan savaş hükmündedir. Bir başka ifade ile bu şeytân çarpmış kişilerin, Allah ve Elçisi ile savaşı göze almalarının tek sebebi, Kapitalizm dininin vazgeçilmez unsuru olan faizi Müslümanlara uygulattırabilmektir. Ancak, Allah'ın emrine uyup aklını çalıştıran Müslümanların hemen fark edecekleri gibi, fıkhî çözümlerdeki uygulamalar ile kapitalist zihniyet sahiplerinin kabulleri arasında ciddî bir çelişki vardır. "Muamele-i şer’iyye"lerde borçluya mutlaka zararlı bir alış-veriş yaptırılmasına karşılık, faizi, "borç verenin ticaretten yoksun kalmasının karşılığı" veya "borç alanın elde ettiği kârdan borç verene hakkaniyete uygun olarak ödenmesi gereken pay" olarak gören zihniyet ise, zararı hiç hesaba katmamaktadır. Yani, borç alan kişi, aldığı borçla yaptığı işten zarar etse, bu durum "muamele-i şer’iyye"ye uygundur, ama bunun faizli sistemde kabul edilmesi asla mümkün değildir. Çünkü faizli sistemde, verilen para karşılığı adı konmuş bir fazlalığın ödenmesi kesin hükümdür ve borç alan kişi zarar etse bile, gerekirse her şeyini satıp hem borcunu hem de faizini ödemek zorundadır. Aslında faizli sistemin bu uygulaması, benzetme yerindeyse, ödünç aldığı yumurtayı kıran birisinden, "bu yumurta civciv, tavuk veya horoz olacaktı" mantığıyla civciv, tavuk veya horoz parası almaktan başka bir şey değildir.
Allah'ın koyduğu yasağı, birtakım yorumlarla sulandırıp Müslümanlara faizli muamele yaptırma çabasında olanlar, "Harâm olan faiz, fakire verilen ödünç paradan alınan faizdir. Bankaya para yatırıp da bankadan faiz alınmasında sakınca yoktur. Zira banka ve bankacı fakir değildir" tarzında bir başka fikir daha ortaya atmışlardır. Tabii ki bu düşüncenin de İslâm açısından kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah, yasağı, ödeyecek olanın güçlü olup olmaması şartına göre koymamıştır. Yani faiz, ister zengin, ister fakir, ister banka; kimden alınırsa alınsın yasal bir kazanç değildir. Ayrıca bankalar, topladıkları parayı ödünç verme işinde kullanmakta olduklarından, bankaya bu amaçla para yatıranlar da, Allah tarafından harâm kılınan bir işlemin [paradan para kazanma işleminin] tarafı olmuş durumuna düşmektedirler.
Konuya, bankalardan kredi alanlar açısından bakıldığında, faizin o istenmeyen çirkin sonuçları daha net olarak görülmektedir. Eğer bankadan borç para alan kişi dar gelirli ise, krediyi herhangi bir ihtiyacını görmek üzere alıyor demektir ve gördüğü ihtiyacının ederinden daha büyük parayı geri ödemek sûretiyle emek ve kazancından, faiz kadar fazlasını bankaya kaptırmaktadır. Eğer bankadan kredi alan ve bu krediyi yatırımda kullanan kişi zengin ise, bankaya ödediği faiz giderini yaptığı işin maliyetine yansıtmakta, böylece de aldığı faizi hiç kusuru olmayan tüketiciye ödetmektedir.
Görüldüğü gibi can damarı faiz olan bankacılık, aslında dolaylı veya dolaysız olarak halka zarar vermekte, yani zulmetmektedir. Buna göre de, faizcilik esası üzerine kurulu olan bankalara para yatırmak; kötülüğün, zulmün artmasına ve devam etmesine vesile olmak anlamına gelmektedir. Hâlbuki İslâm dininin ana hedefi, insanları zulümden; soygun ve sömürüden kurtarmaktır. Dolayısıyla, faizin ve faize dayalı bankacılık sisteminin İslâm'la bağdaşması mümkün değildir.
ÇARE
Kapitalizm dini bugün dünyaya hâkim olan ekonomik bir düzendir. Bu dinin temelinde, "büyük balık küçük balığı yutar" ilkesi yatmaktadır. Bu sebeple de Kapitalizm dini, hem ahlâken, hem vicdanen İslâm dininin tam karşıtıdır. Böyle olmasına rağmen Müslüman olduklarını iddia eden insanların, Allah'ın istediği sistem ve kurumları oluşturmak yerine Kapitalizm dininin ilkeleri içerisinde kendilerine bir yer bulmak için gayret etmeleri, gerçekten utanılacak bir davranıştır. Müslümanlara yakışan davranış, Allah'ın önerdiği hayat tarzına uygun olan bir ekonomik sistem kurmak, ama daha önce "Allah ve Elçisi'nin düşmanı" konumundan çıkmak için "er-riba"dan uzaklaşmaktır.
Yüce Allah, her konuda olduğu gibi bu konuda da rahmetini esirgememiş; fertlerin, aile ve ülkelerin "er-riba" belâsından kurtulmaları için ne yapmaları gerektiğini, kurtuluş için gerekli sistem ve kurumların nasıl oluşturulacağını Kur’ân'da açıkça göstermiştir:
12Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın sağlam sözünü almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki müfettiş/başkan göndermiştik. Ve Allah demişti ki: "Ben, kesinlikle sizinle beraberim. Salâtı ikame eder [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutar], zekâtı/verginizi verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur." [Mâide/12]
17,18Eğer Allah'a güzel bir ödünç verirseniz, O, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Ve Allah, en iyi karşılık ödeyen, çok yumuşak davranan, görüleni ve görülmeyeni bilendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Teğâbün/17-18]
219,220Sana aklı karıştıran/örten şeylerden ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür." Yine sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazlasını harcayın." Allah, iyiden iyiye düşünürsünüz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onlar için, "iyileştirme", en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi birbirinden ayırt eder. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Bakara/219]
34Ey iman etmiş kişiler! Şüphesiz, hahamlardan, rahiplerden birçoğu kesinlikle insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler, hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!
35O gün, biriktirdikleri altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak: "İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi, şimdi tadın şu biriktirmiş olduğunuz şeyleri!" [Tevbe/34-35]
11Kimdir o, Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kişi ki Allah da onun için kat kat artırsın! Onun için şerefli bir ödül de vardır. [Hadîd/11]
2Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedye/hac yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye, gerdanlıklarına [hac yapanların/orada yüksek ilâhîyat eğitimi için bulunanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü'l-Haram'a/hac görevi yapmak isteyenlere saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında/hac göreviniz bittiğinde de avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve "iyi adam"lık ve Allah'ın koruması altına girme üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Hiç şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması çok çetin olandır. [Mâide/2]
48Sana da Tevrât'ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab'ı/Kur’ân'ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/toplu yaşam ilkeleri ve geniş, aydınlık bir yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. [Mâide/48]
Ve Âl-i İmrân/103-104, Bakara/45-46, 153, Bakara/195, 245, Asr/1-3, Ankebût/45, Meryem/59-61, Fatır/6, A‘lâ/14-17.
Yukarıdaki âyetler, "er-riba"dan uzaklaşmanın yollarından olan zekâtı, sadakayı, salâtı ve salâtın ikâmesini emreden yüzlerce âyetin bir kısmıdır. Bu âyetler ile Allah, mü’minlerin teşkilâtlanarak birlik ve beraberlikler oluşturmalarını, ihtiyaç fazlası birikimlerini Allah için infak etmelerini, sosyal yardım ve destek kurumlarını oluşturarak iyilik ve hayırlarda yarışmalarını emretmekte, bunları yerine getirmeyenlerin ise, kendilerini ve toplumlarını tehlikeye atacaklarını, dünyada cehennem hayatı yaşayacaklarını, kenz yapanların [paralarını küpte, yastık altında, kasada, bankada biriktirerek tedavüle çıkarmayanların] cezalandırılacaklarını açık bir dille haber vermektedir. O hâlde, fertlerin, aile ve ülkelerin "er-riba" belâsından kurtulmalarının çaresi, bu âyetlerle amel etmek; Allah'ın bu âyetlerde emrettiği görevleri yerine getirmektir.
Meselâ, Müslümanlar bu âyetler ışığında Allah'ın kendilerine bahşettiği ihtiyaç fazlalarını, spekülâtif yatırımlara veya faize yatırmak yerine birleştirebilirler; denetimlerinin kamu otoritesince sağlandığı ve su-i istimallere fırsat verilmeyen ortaklıklar kurabilirler. Böylece, yeni iş sahalarının açılması sûretiyle işsizlere iş imkânları yaratılmış ve serevetten başkalarının da istifadesi sağlanmış olur. Daha sonra ise, bu ortaklıklardan sağlanan kazançlarla, infak amaçlı sosyal yardım ve destek kurumları, yardımlaşma sandıkları kurulabilir ve bu kuruluşlar vasıtasıyla ihtiyacı olan Müslümanlara faizsiz borç verilebilir. Tabii ki, bu yardımlaşma sandıklarından yapılan ödünç verme işlemlerinde, eğer borç alan borcunu ödeyemiyorsa, Allah'ın tavsiyesi gereği borcun silinebilmesi, hatta gerekiyorsa daha da takviye yapılması mümkün olmalıdır. Yine bu sandıklardan esnaf ve tüccarın kısa vadeli ticarî ihtiyaçları karşılanmalı, böylece Müslümanların tefecinin, bankanın kıskacına düşmesi önlenmelidir. Yine de bu sandıklarda atıl para kalırsa, bu fonlarla değişik sektörlerde yeni şirketler, yeni şirketlerin gelirleriyle de yeni yardım sandıkları kurulabilir ve bu verimli döngünün büyüyerek devam etmesi sağlanabilir.
Ancak, böyle bir sistemin işlerlik kazanabilmesi için işe aile çevresinden başlanmalı, sonra da mahalle, köy, şehir ölçeklerinde yaygınlaştırılmalıdır. Çünkü başarı, ancak tek tek fertlerin kendilerini düzeltmeleri sonucunda elde edilebilir.
Böyle bir sistemde ne faize, ne borsaya, ne de "er-riba"nın başka bir unsuruna gerek duyulur. Çünkü bu tarz bir ekonomik düzenin yürümesi için kamu otoritesi, halkın elindeki fazlaları toplama ve bunları yatırımlarda kullanacak ortaklıkların istifadesine sunma gibi işleri faizsiz olarak gerçekleştiren kurumlar tesis etmek durumundadır. Bu kurumlar ise, sadece kapitalist sistemin banka ve borsalarının yaptığı işleri bihakkın yerine getirmekle kalmayıp, ayrıca esnafın, tüccarın ve vatandaşın çek-senet tahsilâtını, havale işlemlerini de, bankaların yaptığı gibi bir soygun düzeni içinde değil, masrafı karşılığı, masrafı yoksa ücretsiz yerine getirecektir.
Kapitalizm dinini benimseyip, bu dinin hakksız kazançlarıyla beslenmeye alışmış zihniyet tarafından böyle bir sistemin yürütülebilmesi hususuna yapılacak ilk itiraz muhtemelen, bu sistemde enflâsyonun hiç hesaba katılmamış olduğu yönünde olacaktır. Çünkü bu zihniyete göre faiz, enflâsyonun olumsuz etkilerini dengeleyen bir araçtır ve faizsiz bir ekonomide özellikle küçük tasarruf sahiplerinin hakksızlığa uğramaları söz konusudur.
İktisatta, "para arzının, parasal gelirlerin ya da fiyatların topluca artışı" olarak tarif edilen enflâsyon [Ana Britannica, c. 11, s. 266.] birtakım kuramlara göre, söz konusu artışın kaynaklanma yeri, geçirdiği safhalar ve ülkelerin gelişmişlik düzeyleri itibarıyla, "maliyet", "talep", "aşırı", "gizli", "yapısal" gibi şekiller göstermektedir. [Ekonomi Ansiklopedisi, c. 1, s. 393.] Tarifinden de anlaşılacağı gibi enflâsyon kesinlikle ekonomik sistemle alâkalıdır ve bir "arzu edilmeyen artış" mahiyetindedir. Yani enflâsyon, ekonomik düzendeki çarpıklıkların istenmeyen bir ürünüdür. Bu da demektir ki, ekonomik düzende bazı çarpıklıklar mevcut değilse, enflâsyon diye bir şeyden bahsedilemez. Meselâ, eğer bir ekonomide faiz uygulaması yoksa, enflâsyonun en önemli sebeplerinden biri olan "yüksek faiz haddi" kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Ya da bir ülkenin insanları, ellerindeki fazlalar ile spekülâtif amaçlı alımlar yapmak yerine, devletçe planlanmış yatırımlara yönelirlerse, kimsenin talep artışına bağlı bir enflâsyondan korkmasına gerek yoktur. Veya ithalâtın, ihracat gözetilerek yapıldığı, yani dış ticareti dengede olan bir ülkede, enflâsyonun bir diğer önemli sebebi olan devalüasyon hiç gündeme gelmeyecektir. Ezcümle, eğer bir ülke halkı, Allah'ın emirlerine samimiyetle uyar ve bu emirlerin hâkim olduğu bir ekonomik düzen kurarsa, o ülkede enflâsyon gibi bahaneler ileri sürülerek "er-riba" doğuran işlemler yapılması söz konusu olmayacak, böylece Allah ve Elçisi ile savaş hâline girme riski herkes için ortadan kalkacaktır.
Bu konuda üzerinde durulmasında yarar olan bir husus da, enflâsyon sebebiyle zarara uğranılacağından korkularak, şahıslar arasındaki ödünç verme işlemlerinde yabancı para, kıymetli maden veya eşya cinsinden ölçüler kullanılmasıdır. Bu gibi durumlarda meseleye borçlu açısından bakılması gerekir. Çünkü, zarar etmekten korkan borç veren kişi, belki kendini bu yolla enflâsyondan korumaktadır ama bu korumayı borçlu karşılamakta, bu kez enflâsyondan zarar gören borçlu olmaktadır. Bir başka deyişle, borçludan daha kuvvetli olan borç veren, çarpık ekonominin ceremesini zaten güçsüz olan borçluya ödettirmektedir. Böyle bir davranışın, Allah'ın, Eğer o [borçlu], darlık içindeyse, kolaylığına kadar mühlet! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için daha hayırlıdır buyruğuna pek uymadığı ortadadır. Çünkü Allah bu buyruğu ile Müslümanların, kardeşleri için gerekirse zararı göze almaları gerektiğini bildirmektedir. Buna göre Müslümanların, zarara uğrama korkusuyla bu gibi davranışlarda bulunmamaları, hele hele daha kötü bir davranışa yönelerek borç vermekten kaçınmamaları gerekir.
Önemine binaen riba konusunda yaptığımız uzunca tahlilin kapanışını, Prof. Mehmet Yazıcı'nın "müzakereci" sıfatıyla katıldığı, Ensâr Vakfı tarafından 1986 yılında İstanbul'da düzenlenen "İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri" adlı sempozyumdaki ifadelerine bırakıyor, bu ifadenin özellikle son cümlesine dikkat edilmesini tavsiye ediyoruz:
İslâm bir dindir; bu dinin kendine özgü bir iktisat düzeni vardır. Bankacılık, İslâm iktisat düzeni dışındaki iktisat düzenlerinde bir kavram ve kurumdur. İslâm iktisat düzeninde böyle bir kavram ve kurum yoktur. O hâlde ‘İslâm bankacılığı’ olmaz... İslâm'a zıt kimi kurum ve kavramları İslâmlaştırma çabaları, İslâm'a aykırı düşer. Bu tutum yanlıştır. Hani, bağışlayın lütfen bu gidişle yakın gelecekte ‘İslâm şarapçılığı’ diye ilmî toplantılar düzenlenirse şaşmamak gerekir. ... İslâm'da faiz harâmdır. İslâm iktisat düzeninde faizin de, faize dayalı banka ve benzeri kurumların da yeri yoktur. İslâm iktisadında finansman sorunları, özellikle ortaklıklarla çözümlenir. İslâm, ortaklığın her türünü övmüştür. İslâm toplumlarında, ticaret yapmak, mal ve hizmet üretmek için küçük birikimlerle ortaklık yapma yolları araştırılmalıdır. İyi müslümanın ise, büyük birikimi zaten olmaz. [İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensâr Neşriyat, s. 463-465.]*
343 Riba kelimesi; “artma, çoğalma, şişme” demektir. Riba, Türkçe'deki “faiz” anlamına geldiği gibi, bir hukuk terimi olarak, değiş-tokuştaki “karşılıksız fazlalık” anlamında kullanılmaktadır. Yani riba, sadece parasal işlemlerdeki fazlalıkları değil, mal takası işlemlerindeki fazlalıkları da kapsar. Allah'ın yasakladığı er-riba, herhangi bir masraf veya hizmet karşılığı olmadan alınan, yani ödeyenin kazancına risksiz bir şekilde ortak olmak anlamına gelen ribadır. Başka bir deyişle Allah, “karşılıksız” ve “risksiz” olan “fazla”yı yasaklamıştır. Riba ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân.
*İşte Kuran, Bakara Suresi
Yorumlar -
Yorum Yaz