• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

89Al-i İmran Suresi 1-9




Hatalı Çevrilen Ayetler


89Al-i İmran Suresi 1-9


Hatalı Çeviri:
1. Elif. Lâm. Mîm.

2. Hayy ve kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur.


3, 4. (Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş; daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.

5. Şüphesiz ki ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.

6. Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.

7. Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.

8. (Onlar şöyle yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.

9. Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez.



Doğru Çeviri:
1Elif/1, Lâm/30, Mîm/40.346

2Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutandır, koruyandır].

3,4Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât'ı ve İncîl'i de indirmişti. Furkân'ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır.

5Şüphesiz Allah, yeryüzünde ve gökte hiçbir şey Kendisine gizli kalmayandır.

6O, sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir. Kendisinden başka ilâh diye bir şey yoktur. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

7-9Allah, sana bu kitabı indirendir. Bu kitaptan bir kısmı yasa içeren âyetlerdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de benzeşen anlamlılardır. Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık/tutarsızlık olan kimseler,
insanları dinden çıkarmak,
ortak koşmaya sürüklemek
ve onun anlamlarından en uygununun tesbitine yeltenmek için hemen ondan benzeşen anlamlı olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun anlamlarından en uygun olanının tesbitini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiçbir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez” diyen– o bilgide uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yetenekleri olanlar öğüt alırlar.


1Elif/1, Lâm/30, Mîm/40.346

346 Kur’ân'da birçok sûrenin “kesik, bağlantısız harfler” ile başladığı görülür. Çeşitli kimselerce bu harflerin müteşâbih, bir şifre, bir sözcüğün kısaltılmış şekli, bazı sözcüklerin ilk harfi veya son harfi olduğu gibi görüşler ileri sürülür. Bize göre bu harfler, “elâ” [dikkat, gözünüzü açın] sözcüğü gibi bir uyarı işaretidir ve telefon konuşmalarındaki “alo!” ünlemi gibi dikkati, okunacak âyetlere çekmektedir. Ayrıca Kur’ân'ın matematiksel yapısındaki olmazsa olmaz unsurlardan birisidir. Ayrıca bu harfler, sayısal bir değer de ifade ediyor olabilirler. Zira Kur’ân indiği dönemde Araplar arasında rakamlar henüz icat edilmemişti, rakam yerine harfler kullanılmaktaydı. Rakam yerine harf kullanılması, “Ebced” hesabı olarak bilinir. Biz kesik harflerin yanında sayısal değerlerini de gösterdik. Sayısal değerler ile neyin kastedilmiş olabileceği noktasında da henüz bir kanaatimiz oluşmamıştır. “Ebced” hesabının, Kur’ân'ın indiği dönemlerde rakam yerine kullanılmış olmasından başka, herhangi bir nitelik ve özelliği yoktur.

"Hurûf-ı Mukatta‘a" [Kesik Harfler] diye adlandırılan bu harflerin neyi ifade ettiği kesin olarak bilinmemektedir. Bir uyarı veya gelecek âyetlere dikkat çekme ünlemi olabilecekleri gibi, Kur’ân'ın içyapısına ait önemli bir yapı taşı da olabilirler. Ayrıca Kur’ân indiği dönemde henüz rakamların icat edilmemiş olduğu ve rakam yerine Ebced harflerinin kullanıldığı dikkate alındığında, bu harflerin belirli sayıları ifade ediyor olması da mümkündür. İleriki dönemlerde yapılacak çalışmalar sonucunda bu harflerin işaret ettiği anlamların doğru şekilde te’vîl edilebileceği kanaatindeyiz. Ebced hesabına göre sûrenin başındaki harflerin sayı değerleri şöyledir:

ا [elif] 1

ل [lâm] 30

م [mîm] 40





2Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutandır, koruyandır].


Bu âyette, Allah'ın,"Kendisinden başka ilâh olmayan hayy ve kayyûm" olduğu vurgulanmıştır.

Bu âyette yer alan özellikler Bakara/255'te [âyete'l-kürsi] daha detaylı olarak zikredilmişti. Burada kısaca yer almasının nedeni, bu sûrenin ilk pasajlarının Hristiyanlara yönelik olmasındandır. Çünkü Hristiyanlar, Îsâ'yı tanrılaştırarak küfre düşmüşlerdir. Burada Hristiyanların şirki reddedilmekte, onlara, Îsâ'nın bu vasıfları haiz olmadığı, Tanrı olarak kabul edilebilecek bir varlığın, "tek, hayy ve kayyûm" olması gerektiği bildirilerek tevhid inancı öğretilmektedir.

Bu âyette kısaca, Bakara/255'te ise detaylıca zikredilen ilâhî nitelikler hakkında şu açıklamayı yapmıştık:

255Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, her şeyi ayakta tutan, koruyan, diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürütendir. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun içindir. Kendisinin izni/bilgisi olmadan yanında yardım, kayırma yapacak olan kimmiş? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka bilgisinden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez. Ve O, çok yücedir, yücelticidir, sonsuz büyüktür.

Müstakil bir necm olan bu âyet, evvelki âyetlere de sonraki âyetlere de bağlanabilir. Ama müstakil olup Allah'ın sıfatları ve varlıklarla ilişkisi ciheti ön planda tutulmalıdır. Âyetin açık olan ifadesinde Allah'ın şu vasıfları vurgulanmıştır:

* Allah, Kendisinden başka ilâh olmayandır.

* Hayy'dır [her zaman diridir], kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutan, koruyan ve kâinatın idaresini yürüten, Kendisine hiçbir şeyin gizli kalmadığı zattır].

* Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz.

* Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun mülküdür.

* O'nun izni olmadan yanında kimse şefaat edemez.

* Allah, varlıkların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir.

* Varlıklar, dilediğinden başka O'nun ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar.

* Allah'ın kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır.

* Göklerin ve yeryüzünün korunması Allah'a zor gelmez.

* O, alî'dir, azîm'dir.

Allah Kendisini şu âyetlerde de toplu olarak tanıtmaktadır:

1De ki: "O Rabb, bir tek olan Allah'tır, 2Samed olan Allah'tır, 3doğurmamış ve doğurulmamıştır. 4Ve hiçbir şey O'na denk olmamıştır." [İhlâs/1-4]

22O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir.
23O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, bütün kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır.
24O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Haşr/22-24]

Allah'ın kayyûm sıfatı şu âyetlerde detaylandırılmıştır:

33Peki, o, kazandığı şeyler ile birlikte her bir kişinin üzerinde dikilen/görüp gözeten kimdir? Onlar ise Allah'a ortaklar edindiler. De ki: "Onları isimlendirin! Yoksa siz, O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi ya da sözden açık olanı mı haber vereceksiniz? Aslında kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişilere plânları güzel gösterildi de Yol'dan saptırıldılar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur. [Ra‘d/33]

41Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yokoluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer gökler ve yeryüzü yokoluverirlerse, onları O'ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır. [Fâtır/41]

Âyetteki, O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir ifadesi, "onların dünya ve âhiretteki konumlarını, geçmiş ve geleceklerini bilir" demektir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar ifadesi ise, insanların Allah katındaki bilgiyi, ancak O'nun dilemesiyle alabileceğini ifade eder.


3,4Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât'ı ve İncîl'i de indirmişti. Furkân'ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır.


Bu âyetlerde, Ehl-i Kitabın, özellikle de Hristiyanların Son Peygamber ve Son Kitabı tanımasına yönelik bir giriş yapılmakta ve Hristiyanlara, "Daha evvel Tevrât ve İncîl'i indirdiği gibi Furkân'ı [Kur’ân'ı] da indirmiştir. Bunda anormal bir durum yoktur. Buna da inanmalısınız. Aksi takdirde çok çetin bir azap ile azaplandırılacaksınız. Allah'a karşı koyamazsınız. Allah, suçluları yakalar ve cezalandırır" mesajı verilmektedir.

Âyetteki, kendisinin iki eli arasındakiler ifadesi ile kastedilen, "önceki ilâhî kitapların Kur’ân'da yer alan kısımları"dır. Bu demektir ki, mevcut Kitab-ı Mukaddes'in hepsi Allah'ın gönderdiği vahiylerden değildir. Bir kısmı Ehl-i Kitap bilginlerince eklenmiş, bir kısmı da tahrif edilmiştir. Geriye kalanlar ise Kur’ân tarafından doğrulanmaktadır.

TEVRÂT

Mûsâ peygambere verilen kitabın adı olarak bilinse de Tevrat israiloğullarının elinde bulunan tüm dini metinlerin adıdır. Kur’an’da da Allah Musa’ya Tevrat verdik demez. Tevrât'ın, sözcük olarak ne anlama geldiği hususunda şunlar söylenebilir:

التّورية [Tevrât] kelimesi, çakmak taşının alevi görüldüğü vakit kullanılan و ر ى [v-r-y] kelimesinden türemiş olup "aydınlık ve nûr" demektir. [Lisân; 9/285-287, "Vry" mad.]

Klâsik kaynaklarda Tevrât kelimesinin, tevriye'den alındığı da söylenmiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.] Bu ise, "bir şeyi tariz yoluyla [üstü kapalı] açıklarken, diğer tarafını gizlemek" demektir. "Adeta Tevrât'ın çoğunluğu, gereken tasrih ve açıklamadan yoksun olup birtakım tariz ve işaretlerden meydana geldiğinden, bu isim verilmiş gibidir" şeklinde açıklamalar da mevcuttur. Bu sözcüğün, Süryânice veya İbrânice olması daha büyük bir ihtimal olmakla birlikte, Arapça olduğu var sayıldığında v-r-y'den türediği ve "aydınlık-nûr" anlamına geldiği söylenebilir. Zira Allah Tevrât'ı şöyle nitelemiştir:

48,49Ve andolsun ki Mûsâ ve Hârûn'a Furkân'ı ve görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen ıssız yerde Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan, kıyâmetin kopmasından içleri titreyen, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için bir ışığı ve öğüdü verdik. [Enbiyâ/48-49]

53Ve hani Biz, kılavuzlandığınız doğru yolu bulursunuz diye, Mûsâ'ya, o kitabı ve Furkân'ı vermiştik. [Bakara/53]

44İçinde doğru yol rehberi ve ışık bulunan Tevrât'ı, şüphesiz Biz indirdik. Müslümanlaşmış kişiler olan peygamberler onunla Yahudilere hükmederler, kendilerini Allah'a adamış kişiler ve hahamlar da, Allah'ın kitabından kendilerinden korumaları istenilen ve kendilerinin de üzerine tanıklık ettikleri şeylerle hükmederler. İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. Benim âyetlerimi de az bir paraya satmayın. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin ta kendileridir. [Mâide/44]

İNCÎL

الإنجيل [İncîl], sözcüğünün de Süryanice veya İbranice olduğu genel kabul görmesine rağmen, Arapça olduğu var sayılarak anlamı üzerinde durulabilir:

İncîl kelimesi, "asl" demek olan النجل[en-necl] kelimesinden if‘îl vezninde bir kelime olup çoğulu, اناجل [enâcîl]’dir. Kişinin aslı olduklarından dolayı, –anne ve babası kastedilerek– "Allah onun iki nâciline de lânet etsin" denilir.

İncîl, birçok ilim ve hikmetin aslı demektir.

İncîl kelimesinin, "bir şeyi çıkartmak, hâlini anlatmak" için kullanılan, neceltü'ş-şey’e tabirinden geldiği de söylenmiştir. Buna göre, kendisi vasıtasıyla birçok ilim ve hikmet elde edildiği için ona İncîl ismi verilmiş olmaktadır. Çocuğa ve soy-sopa, –anne-babasından çıktığı için– neci denilmesi bundan dolayıdır.

Necl, aynı zamanda "sızıntı hâlinde çıkan su" demektir. Su bir yerden sızıntı hâlinde çıktığı vakit, استنجلت الأرض و بها نجال [istenceletil arzu ve biha nicâlün] ifadesi kullanılır. İşte bundan dolayı İncîl'e bu ad verilmiştir. Zira yüce Allah, onun vasıtasıyla, silinip izi kaybolmuş hakkı ortaya çıkarmıştır.

İncîl kelimesinin, "gözün genişliği"ni ifade etmek üzere kullanılan necel'den alınma olduğu da söylenmiştir. Geniş bir mızrak yarasını ifade etmek için, سنان منجل [sinânü mincel] tabiri kullanılır. Bu anlam göz önünde bulundurularak, İncîl'e bu isim verilmiştir. Çünkü İncîl, onlar için çıkartılan, genişletilen ve onlar için hem nûr, hem aydınlık olan aslî bir kaynaktır. [Lisân; 469-471, "Ncl" mad.]

Tevrât ve İncîl ile ilgili merhum Mevdûdî'nin bir açıklamasını naklediyoruz:

Tevrât ve İncîl hakkında genel bir yanılgı vardır. Çünkü çoğu kişi Pentateuch'u [Eski Ahid'in ilk beş kitabını] Tevrât, Gospel'i [Yeni Ahid'in ilk dört kitabını] ise İncîl olarak kabul eder. Bu yanlış anlama vahyin kendisinde şüpheler uyandırır ve şöyle bir soru akla gelebilir: "Bu kitaplar gerçekten Allah'ın kelamı mı? Kur’ân-ı Kerîm gerçekten bunların içindekileri tasdik mi ediyor?"

Aslında Kur’ân'ın tasdik ettiği Tevrât, Pentateuch'un kendisi değildir; fakat onun içine serpiştirilmiştir. Aynı şekilde İncîl de, "Dört Gospel" değildir, fakat bu kitaplarda muhtevîdir.

Tevrât, Hz. Mûsâ'ya (a.s) 40 yıl süren peygamberliği müddetince verilen emir ve öğütlerden oluşur. Taş tabletlere kazınmış olan ve Tûr dağı'nda Mûsâ'ya verilen On Emir de bunların içindedir. Geri kalan emir ve öğütleri ise Hz. Mûsâ (a.s) kendisi yazdırmıştır. Daha sonra 12 İsrâîl kabilesinin [sıbt] her birine, rehberlik etmesi için Tevrât'ın bir kopyasını vermiştir. Bir kopyası da dikkatle korunması için Levi'lere verilmiş ve taş tabletlerle birlikte tâbût'ta [On Emir'in muhafaza edildiği sandıkta] muhafaza edilmiştir. Bu Tevrât, Kudüs'ün ilk yakılıp yıkılmasına kadar tam bir kitap olarak kalmıştır. Fakat zamanla İsrâîloğulları bu Kitab'a o denli ilgisiz, anlayışsız ve aldırmaz bir hâle geldiler ki, Yoşiya'nın krallığı zamanında Süleymân Tapınağı tamir edilirken, başkâhin Hilkiya onu şans eseri buldu; fakat onun Tevrât olduğunu anlayamadı. Onun sadece bir kanun kitabı olduğunu düşündü ve Kitab'ı krallık yazmanına antika bir eser olarak verdi. Bir sonraki, onu Kral Yoşiya'ya iletti. Kitap okununca Yoşiya elbiselerini yırttı ve Hilkiya ile diğerlerine Kitab'ın içindekiler hakkında Rabbe danışmalarını emretti. (II. Krallar, 22:8-13). Nebukadanazor'un Kudüs'ü yağmalayıp Süleymân Tapınağı'nı yıktığı dönemde, İsrâîloğulları'nın durumu işte böyleydi. Bu şekilde uzun yıllardan beri bir köşede unutulmuş Tevrât'ın son kopyalarını da ebediyen kaybetmiş oldular.

İsrâîloğulları, Bâbil'deki sürgünden ülkeleri Kudüs'e geri dönüp tapınağı tekrar yaptıklarında Ezra, Eski Ahid'i derledi. Ezra, halkının ileri gelen bazı adamlarını topladı ve onların yardımıyla şimdi Kitab-ı Mukaddes'in ilk 17 kitabını oluşturan İsrâîloğulları'nın tüm târihini yazdı. Bunlardan Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye Hz. Mûsâ'nın (a.s) hayatını anlatır. Ezra ve yardımcılarının bulup vahyin kronolojik düzenini göz önünde bulundurarak uygun yerlere yerleştirdikleri asıl Tevrât âyetlerini de içerir. Asıl Tevrât, Hz. Mûsâ'nın (a.s) hayat hikâyesi içine serpiştirilmiş bulunan âyetlerden oluşur ve bugün bile onları diğerlerinden ayırıp Mûsâ'nın (a.s) "Rabbiniz Allah diyor ki" dediği yerde asıl Tevrât başlar ve hayat hikâyesi yeniden başladığında Tevrât'ın o bölümü biter. Kitab-ı Mukaddes'in yazarı buralara açıklama ve yorum mahiyetinde bazı şeyler eklemiştir. Sıradan okuyucu işte bu yorumlardan asıl Tevrât'ı ayırt etmede yanılgıya düşer.

Bununla birlikte İlâhî Kitaplar'ın mahiyetini iyi bilenler, bir dereceye kadar bu yorumla, vahyolunan âyetleri ayırt edebilirler.

Kur’ân'a göre sadece Pentateuch'un içine serpiştirilen bu bölümler gerçek Tevrât'tır ve Kur’ân sadece bu bölümleri tasdik eder. Bu âyetleri derleyip Kur’ân'la karşılaştırarak sınayabiliriz. Orada veya burada ayrıntılarda bazı farklılıklarla karşılaşılabilir; fakat, iki kitabın ana öğretilerinde en ufak bir farklılık bile yoktur. Bugün bile bu iki Kitab'ın aynı kaynaktan geldiği açıkça görülebilir. Aynı şekilde, İncîl de Hz. Îsâ'nın (a.s) hayatının son birkaç yılı boyunca sarfettiği, vahyolunan sözler ve konulardan oluşur.

Bu sözlerin Hz. Îsâ'nın (a.s) hayatı esnasında derlenip kaydedildiğinden emin olamayız. Moffat, Kitab-ı Mukaddes tercümesine yazdığı önsözde şöyle diyor: "Îsâ (a.s) hiç bir şey yazmadı ve bir müddet için havarileri de o'nunla ilgili hiç bir kayıt tutma ihtiyacı duymadılar. O hâlde târihte Îsâ ile ilgili bize ulaşan bilgiler Filistinli ilk havarilerin sözlerine ve derlemelerine dayanıyor. Bunların ne zaman yazıya geçirildiğini söyleyemeyiz. Fakat en azından onlardan bir tanesi her hâlde yaklaşık M.S. 50 yıllarında yazılı hâlde mevcut idi." Her ne ise, ölümünden yıllar sonra Hz. Îsâ'nın (a.s) hikâyeleri 4 İncîl [Gospel] şeklinde derlendiği zaman (Markos'un tertiplendiği zaman, ilki M.S. 65-67 yıllarında düzenlenmiştir), o'nun bazı yazılı veya ezberde kalan sözleri, târihsel sıralamaya göre uygun yerlere konulmuştur. Yani, ilk Dört Gospel'in İncîl olmadığı, yani Hz. Îsâ'nın (a.s) söz ve rivâyetlerinden oluşmadığı, fakat onları içerdiği çok açıktır. Yazarların eserlerinde Hz. Îsâ'nın (a.s) sözlerini diğerlerinden ayırmak için tek bir aracımız var: Yazarların "Îsâ şunu söyledi ve öğretti" dediği yerlerde İncîl başlar ve hikâyeye geri döndüklerinde İncîl biter. Kur’ân'a göre sadece bu bölümler İncîl'dir ve Kur’ân sadece bu bölümleri tasdik eder. Eğer bu bölümler derlenir ve Kur’ân'la karşılaştırılırsa, ikisi arasında ciddî bir fark görülmez. Eğer bazı ufak farklılıklar varmış gibi görünüyorsa, bunlar da ön yargısız bir düşünce sonucunda ortadan kaldırılabilir. [Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur’ân]

Burada Kur’ân'ın hakk ile indirildiği ifade edilmektedir. Kur’ân'ın hakk ile indirilmiş olmasından maksat, içerisinde geçmişe ait nakledilen bilgilerin doğruluğu, geleceğe ait verilen sözlerin gerçekliği, emir ve yasaklarının insanlık için gerekli olduğu, insanın eğitimine yönelik öğretilenlerde iyi-kötü, güzel-çirkin, hakk-bâtıl ayırımının yapıldığı, insanlar arası ilişkilere yönelik adalet ve hakkaniyeti içerdiği ve kendisinde çelişki, tutarsızlık, eğrilik olmadığıdır. Kur’ân'ın bu özellikleri farklı âyetlerde yüzlerce defa yer almıştı.

Buradaki bir başka nokta da Kur’ân'ın, "kendisinden önceki kitapların doğru olan bölümlerini tasdik eden bir kitap" olmasıdır. Eğer Kur’ân onları tasdik etmeseydi, Kur’ân'ın Allah tarafından indirildiği hususunda şüphe olurdu. Çünkü Kur’ân, Allah'tan indirilmeseydi, diğer kitaplara uygun olmayabilirdi. Zira Peygamber, hiçbir bilginle görüşmemiş, hiç kimseye talebelik yapmamış ve hiç kimseden bir şey okumamıştı. Allah bütün peygamberleri, Zâtını bir tanımaya, Kendisine inanmaya, O'na yakışmayan şeylerden Kendisini tenzih etmeye, kulların yararına olan ilkeleri bildirmeye ve uygulamaya davet etmek için göndermiştir. O nedenle Kur’ân, bütün bu hususlarda önceki kitapların tahrif edilmemiş bölümlerini doğrulamakta ve peygamberler arasında fark gözetmemektedir:

285,286Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah'a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: "Biz Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmayız." Ve "Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize" dediler.
Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. [Bakara/285,286]

Âyetteki, Furqân'ı da O indirdi ifadesindeki furqân'dan, öncelikli olarak Kur’ân anlaşılır. Zira Kur’ân, daha evvel Furqân olarak nitelenmişti.

Bu âyette Kur’ân'ın "furqân" özelliği ön plâna çıkarılmıştır. Kur’ân'ın isimlerinden biri olan الفرقان[furqân] sözcüğü, "iki şeyi birbirinden ayırmak" anlamındaki فرق [farq] kökünden türemiştir ve فارقة[fâriqa] sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında, farq sözcüğünün türevleri olan tefriq, firaq, firqat, fırqa, tefriqa, feriq sözcüklerinin somut şeyler [mahsûsât] için; فارقات [fâriqât], فاروق [fârûq] ve الفرقان [furqân] sözcüklerinin ise soyut şeyler [ma‘kûlât] için kullanıldığı görülür.

Bakara/53 ve Enbiyâ/48'de Mûsâ peygambere verilen Furqân, soyut şeyler olan hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur’ân'a da isim olarak verilmiştir. Halife Ömer'e verilen "fârûq" unvanı da, onun hakk ile bâtılı iyi ayırmasından dolayıdır. [Tebyînu'l-Kur’ân, c. 7, s. 470-471; Lisânu'l-Arab, c.7, s. 82-85; Tâcu'l-Arûs, "Frq" mad.]

Kur’ân'ın, "Furqân" olarak anıldığı birçok âyet vardır:

185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir. [Bakara/185]

1Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ne bol bol nimet verendir! 2Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır. [Furkân/1]

Aslında "Furqân", ilâhî kitapların genel bir niteliğidir.

Âyetin son bölümündeki, Şüphesiz Allah'ın âyetlerini inkâr eden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, azîz'dir, intikam sahibidir [suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır] ifadesiyle, gerçeği bile bile inkâr eden ve akıllarını kullanmayanlar tehdit edilmektedir.


5Şüphesiz Allah, yeryüzünde ve gökte hiçbir şey Kendisine gizli kalmayandır.

6O, sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir. Kendisinden başka ilâh diye bir şey yoktur. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.



Bu âyetlerde de Allah, Kendisini tanıtmakta ve özellikle Hristiyanlara, Allah'ın her şeyi bildiği, O'na hiç bir şeyin gizli kalmadığı, Allah'ın rahimlerde yaratılan bebeği dilediği gibi şekillendirdiği, O'ndan başka ilâh olmadığı, yenilmezliği ve yasa koyuculuğu vurgulanıp ilâhlaştırılan Îsâ'nın bu özelliklere sahip olmadığı ima edilerek, Îsâ'nın, nasıl ilâh veya ilâhın oğlu olabileceğini düşünmeleri gerektiği mesajı verilmektedir.

Allah'ın burada zikredilen nitelikleri birçok âyette yer almıştı. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz:

59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. [En‘âm/59]

49İşte Nûh ile ilgili anlatılanlar, sana vahyettiğimiz görülmeyenin, duyulmayanın, sezilmeyenin haberlerindendir. Bunları sen ve toplumun bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah'ın koruması altına girmiş olan kişilerindir. [Hûd/49]

22O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir.
23O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, bütün kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır.
24O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Haşr/22-24]

12-16Ve andolsun ki Biz, insanı seçilmiş bir çamurdan oluşturduk. Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyon oluşturduk. Sonra o embriyoyu bir et parçası oluşturduk. Sonra o bir et parçasını kemikler olarak oluşturdukk. Sonunda o kemiklere de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka oluşumda yeniden kurduk. İşte, oluşturanların en güzeli Allah ne cömerttir! Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından kesinlikle öleceksiniz. Sonra şüphesiz siz, kıyâmet gününde diriltileceksiniz. [Mü’minûn/12-16]

6-8Ey insan! Üstün kerem sahibi olan, seni oluşturan, sonra da sana bir düzen içinde biçim veren, sonra da seni dengeleyen, dilediği bir sûrette seni tertip eden Rabbine karşı seni aldatan şey nedir? [İnfitâr/6-8]

164Şüphesiz ki göklerin ve yerin oluşturuluşunda, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
insanlara yarayan şeylerle denizde akıp giden gemide,
Allah'ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde,
yeryüzünde her deprenen canlılardan yaymasında,
rüzgârları evirip çevirmesinde,
gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette alâmetler/göstergeler vardır. [Bakara/164]

Bu âyetlerde ayrıca, insanın yaratılışına kimsenin müdahalesinin olmadığı-olamayacağı ve tüm yaratılış aşamalarının bir plan dâhilinde gerçekleştiği, tesadüfe yer olmadığı bildirilmektedir:
13Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ile bir dişiden oluşturduk, birbirinizle tanışasınız diye sizi uluslar ve oymaklar yaptık. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, en çok Allah'ın koruması altına girmiş olanınızdır. Gerçekten Allah, en iyi bilendir, en çok haber alandır. [Hucurât/13]

6O, sizi tek bir nefisten oluşturdu, sonra ondan eşini yaptı ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, oluşturluştan sonra bir oluşturuluşla oluşturuyor. İşte bu, sahiplik, yönetim yalnız Kendisinin olan Rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? [Zümer/6]

49,50Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnız Allah'ındır. O, dilediğini oluşturur, dilediğine kız çocuk bahşeder, dilediğine de erkek çocuk bahşeder.
Yahut Allah onları erkek ve kız olmak üzere eşleştirir. Dilediğini de kısır yapar. Şüphesiz O, en iyi bilendir, çok güçlü olandır. [Şûrâ/49-50]

Buradaki, dilediği şekilde ifadesi, "erkeklik, dişilik, güzellik, çirkinlik, siyahlık, beyazlık, uzunluk, kısalık, azaların sağlıklı olması yahut herhangi bir noksanlık vs." olarak anlaşılabilir. Bu konuda detaylı bilgi İnfitâr sûresi'nde verilmiştir. [Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 226-231.]


7-9Allah, sana bu kitabı indirendir. Bu kitaptan bir kısmı yasa içeren âyetlerdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğerleri de benzeşen anlamlılardır. Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık/tutarsızlık olan kimseler,
insanları dinden çıkarmak,

ortak koşmaya sürüklemek

ve onun anlamlarından en uygununun tesbitine yeltenmek için hemen ondan benzeşen anlamlı olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun anlamlarından en uygun olanının tesbitini ancak Allah ve –“Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiçbir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez” diyen– o bilgide uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yetenekleri olanlar öğüt alırlar.



Allah bu âyet grubunda, önce Kendisini tanıtıp sonra indirdiği kitap ile kullar arasındaki bağı açıklamaktadır. Buna göre:

• Kur’ân'ı Rasûlullah'a indiren Allah'tır.

• Kur’ân âyetlerinin bir kısmı muhkemdir [yasa içerenlerdir], ki bunlar, kitabın anasıdır.

• Kur’ân âyetlerinin diğer kısmı da müteşâbihlerdir [benzeşen anlamlılardır].

• Kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onun te’vîline yeltenmek için müteşâbih âyetlerin peşine düşerler.

• Müteşâbih âyetlerin te’vîlini ancak Allah ve –"Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiç bir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez" diyen– ilimde uzman olanlar bilirler, câhil ve sığ kimseler bilmezler.

• Öğüdü de sadece kavrama yeteneği olanlar alırlar.

Kur’ân'ın müteşâbihliği Zümer sûresi'nde de konu edilmiştir:
23Allah, sözün en güzelini benzeşen anlamlı olarak, ikişerli bir kitap hâlinde indirmiştir. Ondan, Rablerine saygısı olanların tüyleri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın anılmasına karşı yumuşar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur. [Zümer/23]

Bilindiği üzere, muhkem, müteşâbih ve te’vîl sözcükleri, kavramlaştırılmak sûretiyle anlaşılması zor, makul ve makbul olmayan tanımlar ortaya konulmuştur. Bunlardan birçok anlayışa da kaynaklık edenlerini örnek olarak sunuyoruz:

MUHKEM ve MÜTEŞÂBİHE DAİR İLİM ADAMLARININ GÖRÜŞLERİ

İlim adamları muhkem ve müteşâbih âyetlerle ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Câbir b. Abdillah –ki bu aynı zamanda eş-Şa‘bî'nin, Süfyân Sevrî'nin ve diğerlerinin görüşlerinin de muktezasıdır– der ki: "Kur’ân-ı Kerîm'in muhkem âyetleri, te’vîli bilinebilen, manası ve tefsiri anlaşılabilen buyruklardır. Müteşâbih âyetler ise Yüce Allah'ın, ilmini yalnızca Kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan buyruklardır." Kimi ilim adamları der ki: "Bu kabilden olanlara örnek, kıyâmetin kopma vakti, Ye’cûc-Me’cûc'un çıkma vakti, Deccal'in çıkma vakti, Hz. Îsâ'nın inme vakti ve sûre başlarında bulunan Mukatta‘a Harfleri gibi şeylerdir.

Bir diğer görüşe göre de müteşâbih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, müteşâbih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer’î hususların kendisine havale edildiği [o esas alınarak yorumlandığı] bir asıl ilkedir. Müteşâbih ise onun fer’î durumundadır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu örnekteki anlayışa göre, herkesin anlayacağı bir açıklıkta olan Kur’ân, anlaşılması zor veya imkânsız bir kitap hâline sokulmaktadır. Hem bu âyetlerin, hem de Kur’ân'ın diğer âyetlerinin iyi anlaşılması için çalışmamızın [Tebyînu'l-Kur’ân] Sunuş bölümünde müteşâbih, muhkem ve te’vîl ile ilgili yaptığımız açıklamaları naklediyoruz:

Zümer/23 ve Âl-i İmrân/7 âyetleri, Kur’ân'ın محكم [muhkem] ve متشابه [müteşâbih] âyetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke'de inen ve iniş sırasına göre 59. sırada yer alan Zümer/23 âyeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o âna kadar inmiş olan bütün âyetlerin müteşâbih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşâbih kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim kitaplarının neredeyse tümünde muhkem sözcüğünün "açık, anlaşılan, sağlam"; müteşâbih sözcüğünün ise "kapalı ve anlaşılmaz" anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak gösterilmesidir.

Bu satırların yazarı, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte, Kur’ân âyetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz:

محكم [muhkem] sözcüğü, "hüküm içeren" demektir. Dolayısıyla muhkem âyetler, "içerisinde, insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu âyetler" anlamına gelir. Bu âyetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu âyetlerden, ifade ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz/çıkarılamaz.

Müteşâbih âyetler ise, "birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan âyetler" demektir. Bu âyetler mecâz, kinâye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı, ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri âyetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem âyetler gibi açık-seçik, anlaşılır âyetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşâbih âyetler; kapalı, müşkil ve anlaşılmaz âyetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer/23'te "sözün en güzeli" olarak nitelenen Kur’ân, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz âyetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz âyetlerin "sözün en güzeli" olması anlamına gelir ki, Kur’ân ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.

İşin doğrusu, müteşâbih âyetler, "anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu âyetler"dir.

Âl-i İmrân/7'de bu âyetlerin te’vîlinin mümkün olduğu bildirilmektedir. Kimilerinin "yorumlama", kimilerinin de "tefsir etme" anlamında kullandığı تأويل [te’vîl] sözcüğü de anlamı çarpıtılmış sözcüklerden biridir. Aslında sözcük, الرّجوع [er-rucû‘/geriye dönüş] anlamındakiاول [evl] sözcüğünün tef‘il babından mastarıdır. Türkçe'deki "evvel, ilk" kelimeleri de bu sözcükten gelmektedir.

Te’vîl sözcüğü, "geriye dönüş" şeklindeki kök anlamından değişerek "tedbir" [arkalaştırma], yani "birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak" anlamlarında kullanılır.

Bu anlamlara göre müteşâbih âyetlerin te’vîli demek, "o âyetlerin birbirinden güzel, birbirine benzeyen açık-seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli bir sıraya tâbi tutulması" demektir. Yoksa, anlamları sadece Allah tarafından bilinen, kapalı ve anlaşılmaz âyetlerin ancak "râsihûn" denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir.

Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşâbih ile müteşâbih âyetlerin te’vîli konularında daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği âyetler incelenirken değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, âyetteki muhkem ve müteşâbih kelimeleri, birer terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış sözcüklerdir.

Âyetteki, Amma, durum bu iken, kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onun te’vîline yeltenmek için hemen ondan müteşâbih olanlarının peşine düşerler ifadesiyle, Necrân heyetinin veya Yahûdi bir grubun kastedildiği ileri sürülse de, bizce bu tüm zamanlara yöneliktir. Böyle öküz altında buzağı arayan zavallılar her zaman ve her yerde bulunur. Nitekim Mekkî sûrelerde bunun örneklerini (İsra/60) görmüştük.

Âyetteki, fitne çıkarmak ifadesi, "inanmış kimseleri dinden döndürmek" demektir. Bu konu hakkında Bakara sûresi'nde açıklama yapmıştık.

Kısacası müteşâbih âyetler, sanatsal mucize içeren, indiği dönemde insan havsalasının ulaşmayacağı konulara, bilgilere ve ğayba dair âyetlerdir. Bunlarla Kur’ân'ın Allah kelâmı olduğu ortaya çıkar.

Muhkem âyetler de, kişisel davranışları, aile ve sosyal hukuku, uluslararası ilişkileri düzenleyen ilkeleri içeren âyetlerdir. Bu âyetler, Kitab'ın anasıdır; yani, Kur’ân'ın amacı muhkem âyetlerle düzeni sağlamak, insanlığı, zulümden, fesattan ve kan dökmekten alıkoymaktır.

Dikkat edilirse âyette, Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve –"Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Rabbimiz! Bize kılavuzluk ettikten sonra kalplerimizi çevirme! Bize Kendi nezdinden rahmet lütfet! Şüphesiz Sen, bol bol lütfedenin ta kendisisin. Rabbimiz! Şüphesiz Sen, insanları, kendisinde hiç bir şüphe olmayan gün için toplayansın. Şüphesiz Allah, vaadinden dönmez" diyen– ilimde uzman olanlar bilirler buyurulmaktadır. Burada zikri geçen, "ilimde uzman olanlar"ın kimler olduğuna gelince:

RÂSİH

Arapça'da رسوخ[rusûh], "bir şeyin iyice içinde olmak, bir şeyde sebat bulmak (ağaç ve dağ gibi derinlemesine yerleşmek)" demektir. [Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 137.]

İlimde râsih olmak ise, "belirli bir ilim dalında uzman olmak" demektir. Klâsik kabule göre ilimde râsih olan, "yakînî ve kat‘î deliller ile Allah'ın zât ve sıfatlarını; Kur’ân'ın Allah kelâmı olduğunu bilen kimse"dir. Hâlbuki müteşâbih âyetlerin bir kısmı, biyoloji açısından, bir kısmı fizik açısından, bir kısmı kimya açısından, bir kısmı filoloji açısından, bir kısmı astronomi açısından, bir kısmı astrofizik açısından... müteşâbihtir. Dolayısıyla da bu müteşâbihlik, her ilmin, her bilgi dalının kendi uzmanı tarafından te’vîl edilmesi gerekir.

ÂYETTEKİ TEKNİK YAPI

Âyetin, وما يعلم تأويله [ve mâ ya‘lemu te’vîlehu] kısmıyla ilgili olarak teknik açıdan iki vecih söz konusudur: Birinci vecihe göre وما يعلم'daki [ve mâ ya‘lemu'daki] و [vav/ve] bağlacı, الا الله'daki [illâllâhu'daki] الله [Allâh] lafzına atıf olup âyetin anlamı, "hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah ve ilimde uzman olanlar bilirler" şeklindedir. Biz de âyeti bu şekle göre meallendirdik.

İkinci vecih ise, وما يعلم [ve mâ ya‘lemu] ifadesinin, yeni bir cümle başı olmasıdır, ki buna göre mana, "müteşâbihatın te’vîlini yalnızca Allah bilir, başkası bilemez" şeklinde olur. Bu durumda, "Anlamayacağımız, anlayamayacağımız âyetleri Allah niye indirdi?" sorusu gündeme gelir.

Bu konuya ait klâsik kaynaklarda yer alan bilgiler ise şöyledir:
İLİMDE DERİNLEŞMİŞ OLANLAR:

Yüce Allah'ın, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu ile ilgili olarak; bunun, önceki buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mı, yoksa önceki buyruğa atfedilmiş ve buradaki "vav"ın cem için mi olduğu hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.

Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre; kendisinden önceki buyruklardan ayrı, yeni bir cümle başıdır ve ifade daha önce yüce Allah'ın, Onun te’vîlini ancak Allah bilir buyruğunda tamamlanmıştır. İbn Ömer, İbn Abbâs, Âişe, Urve b. ez-Zübeyr, Ömer b. Abdulazîz ve başkalarının görüşü budur. el-Kisâî, el-Ahfeş, el-Ferrâ, Ebû Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir.

Ebû Nehîk el-Esedî de der ki: "Sizler bu âyet-i kerîmeyi vasl ile [durak yapmaksızın] okuyorsunuz. Hâlbuki bu kelime kat‘ ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta ise onların, Biz O'na iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır sözleridir."

İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre bu âyet-i kerîmede tam vakıf, Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah bilir buyruğu üzerinde olduğu ve bundan sonraki buyrukların ise yeni bir söz başlangıcı olduğu şeklindedir. Bundan sonraki buyruk ise, İlimde derinleşmiş olanlar, "Biz ona iman ettik..." derler buyruğudur.

Ancak Mücâhid'den, "ilimde derinleşmiş olanlar"ı, kendisinden önceki buyruğa nesak atfı yaptığı ve ilimde derinleşmiş olanlar'ın, te’vîli bildiklerini iddia ettiği de rivâyet edilmiştir. Bu görüşün lehine kimi dilcileri de delil göstererek, bunun, "İlimde derinleşmiş olanlar da bunu bilirler ve iman ettik... diyerek" şeklinde olduğunu söyler ve derler kelimesinin hâl olmak üzere nasb mahallinde olduğunu iddia ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu açıklamayı reddeder ve uzak bir ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem fiili, hem de mef‘ulü bir arada hazf etmezler. Hâli ise fiil açıkça söylenmedikçe zikretmezler. Eğer fiil açıkça söylenmemiş ise, hâl de söz konusu değildir. Şâyet böyle bir şey mümkün olsaydı, "Abdullah binerek geldi" anlamında, "Abdullah binerek" demek mümkün olurdu. Böyle bir şeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle birlikte olur; kişinin, "Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah eder" demesi gibi. Burada "ıslah eder" ifadesi Abdullah'ın hâlini bildirir.

Derim ki: Hattabî'nin naklettiği ve Mücâhid'den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili olarak şunu ekleyelim: İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu, azîz ve celîl olan Allah'ın ismine atfedilmiştir ve bunlar da müteşâbihi bilenler arasında yer alıp onlar müteşâbihi bilmelerine rağmen, Biz ona iman ettik demektedirler. Ayrıca er-Rabî, Muhammed b. Ca‘fer b. ez-Zübeyr, el-Kâsım b. Muhammed ve başkaları da bu görüşü belirtmişlerdir. Bu te’vîle göre, derler kelimesi derinleşmiş olanlar'ın hâli olmak üzere nasb durumundadır.

İbn Fûrek, ilimde derinleşmiş olanların, te’vîli bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun uzun açıklamalarda bulunurdu. Hz. Peygamber'in İbn Abbâs'a, "Allahım! Onu dinde fakih kıl ve ona te’vîli öğret" şeklindeki sözünde bu hususa dair açıklama vardır. Bu, "kitabının manalarını ona öğret" anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın, İlimde derinleşmiş olanlar buyruğu üzerinde vakıf yapmakla ilgili olarak hocamız Ebu'l-Abbâs, Ahmed b. Ömer, "Doğrusu da budur" demiştir. Çünkü onların, İlimde derinleşmiş olanlar diye adlandırılmaları, Arap dilini anlayan herkesin bilmekte müsavi olduğu muhkemden daha fazlasını bilmelerini gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden başka bir şey bilmiyor iseler, onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşâbih de türlü türlüdür. Kimisi hiç bir şekilde bilinemez; rûhun durumu, Allah Teâlâ'nın ğaybın bilgisini yalnızca Kendisine ayırdığı Sa‘at'in [Kıyâmetin kopma] vakti gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn Abbâs'a da başkasına da verilmemiştir. İşte ileri gelen ilim adamları arasında, "İlimde derinleşmiş olanlar müteşâbihi bilmez" diyenlerin bu sözden kasdettikleri bu tür müteşâbihtir. Dinde bazı şekillere ve Arap dilinde birtakım anlatım üsluplarına göre yorumlanması mümkün olan sözlere gelince, bunlar te’vîl edilir ve doğru te’vîli bilinebilir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Abdurrezzâk der ki: Bize Ma‘mer, İbn Tavus'tan, o da babasından rivâyet etti ki, İbn Abbâs bu âyeti şöyle okurdu: Ve mâ ya‘lemu te’vîlehu illâllâh. Ve yeqûlu'r-râsihune âmennâ bihi [Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah bilir, ilimde derinleşmiş olanlar, "Ona îmân ettik" derler].

İbn Cerîr, Ömer ibn Abdulazîz ve Mâlik ibn Enes'ten rivâyet eder ki: "Onlar ona îmân ederler ve te'vîlini bilmezler" demiştir.

Yine İbn Cerîr'in naklettiğine göre, Abdullah ibn Mes‘ûd ve Ubey ibn Ka‘b'ın Mushaflarında bu âyet şöyledir: İnne te’vîlehu illâ ındallâhi ve'r-râsihûne fi'l-‘ılmi yeqûlûne âmennâ bihi [Onun te’vîli ancak Allah katındadır. İlimde derinleşmiş olanlar, "Biz ona inandık" derler].

İbn Cerîr de bu kavli tercih etmiştir.

Bazıları da âyetteki, ve'r-râsihûne fi'l-‘ilm [ilimde derinleşmiş olanlar] kısmında dururlar ki, müfessir ve usûlcülerin bir çoğu bu görüşe uyarak, "Anlaşılmayan bir şeyle (Kur’ân'da) hitapta bulunulması uzaktır" demişlerdir.

İbn Ebû Necîh'in Mücâhid'den, onun da İbn Abbâs'tan rivâyetine göre o şöyle dermiş: "Ben, onun te’vîlini bilen ilimde derinleşmiş kimselerdenim."

Mücâhid'den rivâyetle İbn Ebî Necin şöyle diyor: "İlimde derinleşmiş olanlar; onun te'vîlini bilirler ve ‘Ona îmân ettik’ derler." Rebî ibn Enes de böyle demiştir. Muhammed ibn İshâk, Muhammed ibn Ca‘fer ibn Zübeyr'den naklen şöyle dedi: "Arzu edilen te’vîli ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilir. İlimde derinleşenler de, ‘Ona inandık’ derler. Sonra da müteşâbihin yorumunu, ancak bir tek şekilde yapılabilen muhkemin yorumuyla karşılaştırırlar. Kitabla [Kur’ân'la] onların sözleri birleşir, biri diğerini doğrular, hüccet, delil, geçerli olur, özür ortaya çıkar, bâtıl ortadan kalkar, küfür onunla reddedilmiş olur."

Hadis'te Rasûlullah'ın (s.a) İbn Abbâs hakkında, "Allahım! Onu dinde fâkih, bilgin kıl ve ona Kur’ân'ın yorumunu öğret" şeklinde dua buyurduğu belirtilir.

Bu konuda bazı âlimler ayrı fikir beyan ederek diyorlar ki: Te’vîl kelimesiyle Kur’ân'da iki mânâ kastedilir:

1) Te’vîl, "bir şeyin hakikati, gerçeği ve aslı"dır. Kur’ân-ı Kerîm'deki şu âyetlerde geçen te’vîl kelimesi bu anlamdadır: Ana-babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi o'nun için secdeye kapandılar. Dedi ki: "Babacığım! İşte bu; vaktiyle gördüğüm rüyânın te’vîlidir. Doğrusu Rabbim onu gerçekleştirdi" (Yûsuf/100), Onlar onun te’vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te’vîlinin geldiği {yani, âhiret hayatı ile ilgili olarak kendilerine haber verilenlerin hakikati geldiği} gün... (A‘râf/53)

Bu durumda er-râsihûne fi'l-‘ilm mübtedâ; yeqûlûne âmennâ bihi haberi olur. Te’vîl ile diğer anlam –ki Bize bunun yorumunu bildir... (Yûsuf/36) âyetinde olduğu gibi "bir şeyi tefsir, tabir edip açıklamak beyân etmek"tir– kastedilirse bu durumda, er-râsihûne fi'l-‘ilm'de durulur. Bu anlayışa göre ilimde derinleşenler eşyânın künhüne vâkıf olacak şekilde bir ilmi ihata etmeseler bile kendilerine tevcih olunan hitabı anlayabilirler. Bu durumda yeqûlûne âmennâ bihi kısmı, "ilimde derinleşenler"den hâl olur. Ma‘tûfun aleyh'den değil de sadece ma‘tûf'dan hâl olması dilde caizdir. Nitekim şu âyetler de böyledir: (Bu ganimetler) yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dînine ve Peygamberi'ne yardım eden fakir Muhâcirler içindir... derler ki: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla..." (Haşr/8-10), Melekler sıra sıra dizilip Rabbinin buyruğu geldiğinde... (Fecr/22) [İbn Kesîr.]*



*İşte Kuran, Al-i İmran Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim