Hatalı Çevrilen Ayetler
92Nisa Suresi 43
Hatalı Çeviri:
43. Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.
Doğru Çeviri:
43Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar bu hükmün dışındadır– yıkanma durumunda olana kadar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] yaklaşmayın/ toplum içine çıkmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarla temaslaştıysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
Bu âyette, İslâm'ın ana ilkelerinden olan salâtın ikâmesi'nin, sağlıklı olarak icra edilebilmesinin yolları gösterilmektedir. Salât'ın ve salâtı ikâme etmenin ne olduğunu ve nedenli önemli olduğunu birçok yerde beyân etmiş; Ankebût sûresi'nin sonunda ise müstakil bir başlık altında uzun ve detaylı olarak sunmuştuk. [Tebyînu'l-Kur’ân] Bu âyette mü’minlere, salâtı bilinçli bir hâlde icra etmeleri emredilmekte ve salâtı icra etmenin şartları gösterilmektedir.
Bu da, özünden uzaklaştırılan, yanlış anlaşılan ve yanlış uygulanan bir âyettir. Konunun daha iyi anlaşılması için klâsik kabulleri zikrettikten sonra tahlile geçeceğiz:
Yüce Allah, Ey iman edenler! sarhoşken... namaza yaklaşmayın buyruğuyla özel olarak mü’minlere seslenmektedir. Çünkü mü’minler, bir taraftan namaz kılarken, içki de içmeye devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine olmak üzere telef edip gitmişti.
O bakımdan bu buyrukla özel olarak onlara hitap edildi. Zira kâfirler ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı.
Ebû Davûd, Ömer b. el-Hattâb'dan (r.a) şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İçkinin haram kılınışına dair buyruk nâzil olmadan önce Ömer şöyle dedi: "Allahım! İçki hakkında bize rahatlatıcı bir beyanda bulun."Bunun üzerine Bakara sûresi'ndeki; Sana içki ve kumardan soruyorlar (Bakara/219) buyruğu nâzil oldu.Bunun üzerine Ömer çağırıldı ve ona bu âyet-i kerîme okundu. Ömer yine, "Allahım! İçki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun" dedi. Bu sefer Nisâ sûresi'nde yer alan, Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu. O bakımdan Rasûlullah'ın (s.a) münadisi namaz için kamet getirildiğinde şöyle seslenirdi: "Dikkatli olun, namaza sarhoş bir kimse yaklaşmasın." Yine Ömer çağırıldı, ona bu âyeti kerîme okundu. Ömer yine, "Allahım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun" dedi. Bunun üzerine, Artık vazgeçtiniz değil mi? (Mâide/91) âyeti nâzil oldu. Bu sefer Ömer, "Vazgeçtik" dedi.
Sa‘îd b. Cübeyr der ki: İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak bildirilinceye kadar câhiliyye dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyorlardı. O bakımdan İslâm'ın ilk dönemlerinde, Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki: "Onlarda büyük bir günah ve insanlar için bazı menfaatler vardır (Bakara/219) âyeti nâzil oluncaya kadar içmeye devam ediyorlardı. Bu âyet nâzil olunca, "Biz günah için değil de menfaati için içeriz" dediler. Adamın birisi içki içti ve cemaatin önüne geçip namaz kıldırırken, De ki: "Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza taparım" diye okudu. Bunun üzerine, Ey iman edenler! Sarhoşken... namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu. Bu sefer, "Biz namazın dışında içeriz" dediler. Bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi: "Allahım! İçki hususunda üzerimize şifa verici [rahatlatıcı] açıklama indir." Bunun üzerine, Muhakkak şeytan... ister (Mâide/91) âyeti nâzil oldu.Bunun üzerine Ömer de, "Vazgeçtik, vazgeçtik" dedi. Daha sonra Rasûlullah'ın (s.a) münadisi (Medîne sokaklarında) dolaşarak, "Şunu biliniz ki, içki haram kılındı" diye nida etmeye başladı. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]
Âlimler, âyetin nüzûl sebebi hakkında şu iki açıklamayı yapmışlardır:
1) İçki henüz mübah iken, Abdurrahmân ibn Avf, sahabenin ileri gelenlerinden bir cemaate ziyafet verdi. Bu vesileyle onlar yiyip içtiler. Onlar bu işi bıraktıklarında, akşam namazının vakti gelmişti. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisini, kendilerine namaz kıldırması için öne sürüp imam yaptılar. İmam da, zammı sûre olarak Kâfirûn sûresi'ni, "...Sizin taptıklarınıza ben taparım, sizler de benim taptıklarıma tapıcılarsınız" şeklinde okudu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Artık onlar, bu âyet nâzil olduktan sonra namaz vakitlerinde içki içmiyorlardı. Yatsı namazını kıldıktan sonra içiyorlardı. Böylece, sabah vaktine girmeden, sarhoşluk hâlleri zail oluyor, neticede ne söylediklerini bilir hâle geliyorlardı. Daha sonra, içkinin her halükârda kesin olarak haramlığını ifade eden Mâide/90 âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Hz. Ömer'den (r.a) rivâyet olunduğuna göre, Nisâ/43 âyetinin nâzil olduğu kendisine ulaştığı zaman o, "Ey Allahım! İçki akıllara ve mallara zarar veriyor. Bu sebeple, bu husustaki kesin emrini indir" demişti. İşte sabahleyin ashâba, içkinin kesin olarak haramlığını ifade eden Mâide/90 âyetinin nâzil olduğu haberi ulaşır.
2) İbn Abbâs, bu âyet-i kerîmenin, içki haram kılınmazdan önce içki içip, sonra da Peygamber ile birlikte namaz kılmak için mescide gelen sahabenin önde gelenlerinden bir cemaat hakkında nâzil olduğunu ve böylece, bu âyet ile Allah Teâlâ'nın onları içki içmekten nehyettiğini söylemiştir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb]
Bu âyetin nüzûl sebebi hakkında İbn Ebû Hatim şöyle rivâyet eder: Bize Yûnus ibn Habîb'in... Sa‘d'dan rivâyetine göre o şöyle demiştir: "Benim hakkımda dört âyet indi: Ensârdan bir adam yemek yapmış; Muhacir ve Ensârdan bazılarını da davet etmişti. Yedik ve sarhoş oluncaya kadar içtik. Sonra övünmeye başladık. Bir adam devenin çene kemiğini alarak Sa‘d'ın burnunu yaraladı. Sa‘d'ın burnu kırılmış idi. Bu, içki haram kılınmadan önceydi. Bunun üzerine, Ey iman edenler! Sarhoşken namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu." [İbn Kesîr.]
"SaIyd", sözcüğü "yükseliş" anlamındaki "saûd" kökünden gelir. Saıyd" formu, aslında "yerdeki yükseklik (tümsek)" demektir. Toprağın temizi, tümsekte bulunur, çukurların toprağı kirli olur; çer çöp pislik orada çöreklenir. " O takdirde yerdeki herhangi bir yüksek yere yönelin" ifadesinin anlamı, mahalliyet mecazı mürseliyle " o takdirde temizlik için toprağın temizine yönelin" demektir. Bu sözcük, Maide/6, Kehf/8 ve 40’ta da yer alır.
Daha evvel de belirttiğimiz gibi, bu âyette konu edilen "namaz" değil, "salât"tır. Burada âyetteki birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz:
SARHOŞLUK
Âyette geçen سكارى [sükârâ] sözcüğü, سكر [sekr] sözcüğünün türevlerindendir. Sekr sözcüğü Lisânu'l-Arab'da sahv'ın karşıtı olarak gösterilmiştir. [Lisân, 4/623, "Skr" mad.] Bu durumda sekr sözcüğünün tam olarak anlaşılabilmesi için, sahv sözcüğünün de ne anlama geldiğinin bilinmesi gerekir. Allâme İbn Manzûr, صحو [sahv] sözcüğünü şöyle açıklamıştır:
Sahv, "bulutun gitmesi, gökyüzünün berraklığı, sarhoşluğun gitmesi, bâtılın, kontrolsüzlüğün bırakılması" demektir. [Lisân, 5/285, "Sahv" mad.]
Buradan anlaşıldığına göre, sözcük, doğa olayları için vaz‘ edilmiş; günün aydınlığı [gökyüzünün buluttan, sisten, tozdan, dumandan arınıklığı] sahv, tersi [gökyüzünün bulutlu, sisli, tozlu, dumanlı olması] de sekr olarak isimlendirilmiştir.
Görüldüğü gibi sükârâ sözcüğü, sadece alkollü içeceklerin etkisiyle meydana gelen sarhoşluğu/kafanın dumanlı oluşunu ifade etmez. Sukr terimi geniş anlamıyla, insanın melekelerini tam olarak kullanmasını engelleyen zihinsel bulanıklıkların tümünü ifade eder. Çünkü akıl bulanıklığı, herhangi bir uyuşturucu etkisiyle meydana gelebileceği gibi; uyku, şehvet, korku, acı, panik, stres gibi şeyler sebebiyle de meydana gelebilir. Nitekim Kur’ân'da, alkollü içeceklerin etkisi dışında oluşan sarhoşlukla ilgili âyetler de mevcuttur:
19Ölümün sarhoşluğu gerçekten gerçek ile gelmiştir de: –"Ey insan! İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir."– [Kaf/19]
14,15Ve Biz, onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, kesinlikle "Gözlerimiz döndürüldü/bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. [Hicr/14-15]
–72Sen ömründe bunlar gibi şehvet çılgınlığı içinde bocalayıp duran rezilleri hiç görmedin.– [Hicr/72]
1,2Ey insanlar! Rabbinizin koruması altına girin, şüphesiz kıyametin kopuş anının sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vaz geçer. Ve her hamile kadın taşıdığını bırakır. Ve sen, insanları sarhoş olmadıkları hâlde sarhoş görürsün. Velâkin Allah'ın azabı çok şiddetlidir. [Hacc/1-2]
Sonuç olarak insanlar; içki veya uyuşturucunun etkisindeyken [uykulu, korkulu, acılı, ağrılı ve stresli iken] salâta katılmamalıdırlar.
CÜNÜBLÜK ve CENÂBET
Fıkıh ve İlmihal kitaplarında cünüblük, "boy abdesti almayı gerektiren durum; büyük abdestsizlik hâli"; cenâbet de, "bu durumda olup da henüz gusletmemiş olan kimse" olarak tanımlanmış ve "Cinsel ilişkide bulunmuş yahut rüyada ihtilâm olmuş veya birine bakmakla ya da dokunmakla kendisinden şehvetle inzâl vaki olmuş kimseye cünüb, onun bu durumuna da cenâbet denir" şeklinde açıklamalar getirilmiştir.
Bu tanım ve açıklamalardan hareketle; meni gelmese bile cinsel ilişkiye giren erkek ve kadının cünüb olacakları, erkeğin menisinin gelmesiyle, kadının da oynaşma, bakma, düşünme veya benzeri sebeplerle iğtilâm/ihtilâm olmasıyla cünüb sayılacakları, rüya veya başka bir yolla tatmin sonucu meydana gelen boşalmanın cünüblüğe yol açacağı hükme bağlanmıştır.
Bu hükümlerden yola çıkılarak da cünübün; mescide girmesi, namaz kılması ve kıldırması, oruç tutması, Kur’ân okuması, Kur’ân'a el sürmesi, Ka‘be'yi tavaf etmesi haram sayılmıştır.
Bu yasaklamaların yanısıra, cünüblüğün kötülüğü hakkında da, "Cünübün bulunduğu yere melek girmez", "Cünübün bastığı toprakta ot bitmez", "Yıkanıncaya kadar bastığı toprak, yattığı yatak cünübe lânet eder" gibi tehditler –hem de Peygamberimize isnad edilerek– savurulmuştur.
Hâlbuki Kur’ân'da zikredilen cünüblük, yukarıda tanımlanan cünüblük-cenâbetlik değildir. Bize göre bunlar, insanları dinden ve eğitimden uzak tutabilmek için uydurulmuş ve ne acıdır ki Peygamberimizin adı da buna alet edilmiştir.
Bu yanlışlık öyle yaygın bir hâle gelmiştir ki, cünüb sözcüğüne, sözlüklerde de –sanki İslâm'dan evvel bu sözcük Arap dilinde yokmuş gibi– yukarıda naklettiğimiz terimsel anlam çerçevesinde karşılıklar verilmiş, dolayısıyla klâsik kaynaklarda da aynı minvalde bilgiler yer almıştır:
Cünüb lafzının müennesi olmadığı gibi, tesniye [ikili] ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime, buud ve qurb [uzaklık ve yakınlık] kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, cenb derler. Kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur.
el-Ferrâ der ki: Kişi cünüb oldu ifadesi, cenâbet'ten gelmektedir. Bir şivede cünüb kelimesinin, tıpkı unk ve a‘nâk, tunub ve etnab [boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar] gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kastedilerek cânib denilmesi hâlinde, çoğul için cünnab tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için râkib ve rukkâb demek gibi. Kelime asıl itibariyle "uzaklık" demektir. Âdeta cünüb, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz hâlinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu ismi alır. Şair der ki:
Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme!
Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim.
Cünüb adam, "yabancı adam" anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenâbet [mücânebet], "erkeğin kadın ile içli-dışlı olması" demektir. [Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur’ân.]
SÖZCÜĞÜN ESAS ANLAMI
جنب [cenb] sözcüğünün türevlerinden olan جُنُبْ [cünüb] sözcüğü ile ilgili olarak klâsik eserlerde şu bilgiler yer almaktadır:
Cenb sözcüğü, "bir şeyin parçası, küçük-büyük bir şeyden koparılan parça" demektir. Cânib ve cünüb sözcükleri, "ğarîb" [çok uzak olan] demektir. Cenebe'r-raculü ifadesi, "kişi onu defetti, uzaklaştırdı" demektir. Ezherî şöyle demiştir: "Salât mevzilerine yaklaşması yasaklandığı için cünüb denmiştir." İbn Esîr dedi ki: "Cünüb, ‘cima ve meninin çıkışı ile üzerine yıkanmak vâcib olan kişi’; cenâbet, ‘meni’ demektir."[Lisân, 2/216-222; Tâc, 1/377, 86.]
Ancak, Lisân'da zikredilen Ezherî ve İbn Esîr'e ait görüşleri kabul etmek mümkün değildir; zira bu sözcük, Arap dilinde Kur’ân'dan evvel de mevcuttu. Cünüb olarak salât mevzilerine [musallâya; eğitim-öğretim ve sosyal yardım/destek yerlerine] yaklaşılması, Kur’ân ile yasaklanmıştır.
CÜNÜBLÜK ve KUR’ÂN
Cünüb sözcüğü Kur’ân'da 2 âyette aynen olmak üzere, farklı türevleriyle toplam 33 kez yer alır. Sözcüğün türevlerinin tümü, "ana maddeden uzak parça" anlamı ekseninde olup, Nisâ/36, 43; Kasas/11 ve Mâide/6 âyetlerindekiler cünüb kalıbında, diğerleri farklı kalıplardadır. Meselâ, farklı kalıplarda olanlardan Zümer/17, Nisâ/31, Şûrâ/37, Necm/53, Nahl/36, Hacc/30, Hucurât/12, Mâide/90 ve İbrâhîm/35 âyetlerindeki sözcükler, Türkçe'ye de aynen Arapça'daki anlamıyla girmiş ve "uzak durma, kaçınma" anlamındaki ictinab formuyla yer almıştır:
35-41Ve hani bir zaman İbrâhîm: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz putlar insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse... Artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları-ayakta tutmaları] için, Senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Verdiğin nimetlerin karşılığını ödemeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– Tüm övgüler, ihtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'adır; başkası övülemez. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan] biri kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için bağışlamada bulun!" demişti. [İbrâhîm/35]
Bu sözcüğün türevlerinden cânib, ecnebi, cenâb formaları da aynı anlamda Türkçe'leşmiş olup, cânib; "yan, kenar", ecnebi; "yurdundan kopmuş; yabancı" demektir. Cenâb sözcüğü ise, "eksikliklerden uzaklaşmış" anlamındadır ki bu sözcük başta Allah için "Cenâb-ı Hakk, Cenâb-ı Allah" şeklinde kullanılmakta, bazan saygın kimselere, "... cenâbları" denmektedir.
Özetlersek cünüb sözcüğü kısaca, "uzak olan, kopuk olan" anlamına gelir. Nisâ/43 ve Mâide/6 âyetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; "şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan" demek olduğu anlaşılır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan, hayat ve dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında, "Aklı bilmem neyinde" denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de "dini-imanı olmaz" tabiri kullanılır.
Buradan anlaşılan odur ki cünüblük, "meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl" değil, "şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâl"dir.
İşte, hem Nisâ/43, hem de Mâide/6 âyetlerinde, kişilerin bu gergin/şehveti kabarmış bir hâlde iken salâtı icra etmemeleri [eğitim-öğretim ve sosyal destek mahallerine gelmemeleri] öngörülmüştür. Bir başka ifadeyle, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmaları yasaklanmış, gergin olanların önce nefislerini teskin etmeleri, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmaları emredilmiştir. Çünkü sükûnete eren insanın zihninde cünüblük hâlinin yol açtığı dikkat toplama sorunu olmayacak; aksine sakin ve anlayışlı olarak salâtın gereğini yerine getirebilecektir. Zaten sükûnete ererek dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, toplumdan uzak tutulması ve lânetlenmesi anlamsızdır.
Allah Teâlâ, salâta yaklaşmayı, bedensel ve zihinsel temizlik şartına bağlamıştır. Zihinsel yönden temiz olmayanların salâta katkıları söz konusu olamaz. Bedenen kirli olanlar da çevrelerini rahatsız eder ve kendilerinden tiksinilmesine sebep olurlar. O nedenle Mâide sûresi'nde bedensel ve zihinsel temizlik, salât'a katılmak için şart koşulmuştur:
6Ey iman etmiş kişiler! Salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] doğru kalktığınız/toplum içine çıktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp/aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız/cinsel ilişkiye girdiyseniz, sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da temiz topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. [Mâide/6]
Salât'la ilgili âyetlerde, Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten] geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin buyurularak, Arabistan coğrafyasında bedensel temizliğin bir başka şekli emredilmiştir, ki buna, "teyemmüm" denilmiş ve sembolik bir temizlik olarak algılanmıştır. Hâlbuki bu, sembolik bir temizlik değil, ciddi bir temizlik şeklidir. Bunun doğru anlaşılması, âyette geçen mesh sözcüğünün doğru anlaşılmasına bağlıdır.
MESH
المشح [mesh], "bir şey üzerindeki herhangi bir nesneyi gidermek için el sürmek, el ile silip temizlemek" demektir. [Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 176-177.] Durum böyle olunca, âyetteki, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin ifadesiyle, salât'a katılacak kimselerin, –su ile temizlik yapamıyorlarsa– temizlenmesi gereken organlarını temiz, ince bir toprakla ovalamaları, elleriyle sıvazlayıp temizlemeleri emredilmektedir. Bugün bu, "pudralamak" olarak anlaşılabilir.
Dikkat çeken bir başka nokta da âyetteki, فاغتسلوا [fağtesilû/yıkandırılın] ifadesidir. Bu sözcük de maalesef, "gusül yapmak" olarak anlaşılagelmiştir. Bu sözcük, غسل [ğasl/yıkamak] iftial kalıbından gelmekte olup, "yıkandırılmak" [bir etki ile kirlenip yıkanmak zorunda bırakılmak] demektir. Konumuz olan âyetteki, ولا جنبا الا عابرى سبيل حتّى تغتسلوا [ve lâ cünüben illâ âbîri sebîlin hattâ tağtesilû] ifadesinin doğru anlamı, "cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkanmak durumunda olana kadar" demektir. Bu ifadeler Mâide/6'da, و ان كنتم جنبا فاتّحّررا [ve inkuntum cünüben fettahherû/ve eğer cünüb/kopuk/şehveti kabarık iseniz, temizlik üstüne temizlik yapın/cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın] şeklinde yer almıştır. Buradaki, fettahherû emri de, hem fiziksel hem de zihinsel temizliği ifade etmektedir.*
*İşte Kuran, Nisa Suresi