• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

102Nur Suresi 30-31




Hatalı Çevrilen Ayetler


102Nur Suresi 30-31


Hatalı Çeviri:
30. (Resûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.

31. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.



Doğru Çeviri:
30Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir.

31Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini; erkekler için cinsel tahrik nedeni olan organlarını da –açıkta olanlar hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve zînetlerini; erkekler için cinsel tahrik nedeni olan organlarını verimsiz kocaları, babaları, verimsiz kocalarının babaları, oğulları, verimsiz kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları387, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Zînetlerinden; erkekler için cinsel tahrik nedeni olan organlarından gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah'a dönüş yapın!




Bu âyetlerde de yine yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi toplumu sıkıntıya sokacak, iftiraya, taciz ve tecavüze zemin hazırlayacak davranışlardan uzak durulması emredilmektedir. Bu âyetlerin içerdiği ilkeler hakkındaki yazımızı burada sunuyoruz:


ÖRTÜNME
Örtünme konusu, fıkıh ve ilmihâl kitaplarında “Setr-i Avret” başlığı altında ele alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Hâlbuki, halk arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-i avret” hakkındaki talimatlar ile zînet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar namaz için değil, hayatın her anı içindir. Yani, bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır. Öyleyse, bu konunun dinî kitaplarda “setr-i avret” başlığı altında değil, –Kur’ân’ın konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde– “avret ve zînetleri açığa vurmama” başlığı altında ele alınması daha uygun olur.



ÖRTÜNMENİN TÂRİHİ

Örtünmenin târihi, insanlık târihi kadar eskidir. Çünkü örtünme, tabiat şartlarına ve her türlü dış etkiye karşı korunmak için yapılmaktadır:
80.Ve Allah, size evlerinizden bir huzur ve dinlenme yaptı. Ve hayvanların derilerinden yolculuk ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar döşeme eşyası ve kazanç sağlattı.
81.Ve Allah, oluşturduklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan barınaklar yaptı. Sizi sıcaktan-soğuktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi hışmınızdan koruyan elbiseler var etti. İşte böylece Allah, Müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır.(Nahl/80-81)

 
Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik olarak; yaşanılan bölgeye ve iklim şartlarına göre olmamış; meslek, statü, yaş gibi sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın ancak tek sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık ise padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar, saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek zorunda bırakılmıştır. Kişilerin mesleklerini, görevlerini gösteren kıyafetler giymeleri, tüm dünyada günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan kimseler, görevlerini gösteren kıyafetler giymektedirler.


Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik müessesesidir. Kölelik, Kur’ân’ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında olduğu gibi Araplar arasında da yaygındı. Kölelerin hürlerden ayırt edilmesi için kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ, hür erkeklerin sarık sarmaları ve hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık, kölelerin başlarını örtmelerine izin verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, câriyelerin ve sokak fâhişelerinin ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme bağlamıştır.9 Yani, Araplardaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki âdet, bölgede çok eskiden beri uygulanmaktaydı.


Yahûdilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama Yahûdilikteki uygulama, mahiyet itibariyle Sümer ve Asur’dan gelip Araplar arasında devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne göre, fâhişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:


Ve “İşte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat’a çıkıyor” diye Tamar’a bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü kadın sandı; çünküyüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi: “Rica ederim, gel senin yanına gireyim.” Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: “Yanına girmek için bana ne verirsin?”10

Ve köleye dedi: “Bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir?” Ve köle, “Efendimdir” dedi. Ve Rebekapeçesini alıp örtündü.11

Kitab-ı Mukaddes’in, Tesniye, 23. Bab’ında da, İbranilerin içinde kendini fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu, İsrâîloğulları’ndan böylelerinin bulunmaması ve fuhuştan kazanılan paranın Allah için harcanmaması istenmektedir.




Hristiyanlıkta da örtünme konusu İncîl’e girmiştir:

Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek, Allah’ın sûreti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat kadın, erkeğin izzetidir.12


Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki sosyal farklılığın bir nişânesi olarak kanunlara girmiş ve üniforma niteliği kazanmıştır. Kur’ân’ın indiği dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, hür kadınlar ile câriyelerin ayırt edilmesini sağlayan bir uygulamaydı.



Arapların örtünmeyi, gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka kaynaklarda da yer almaktadır:
Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti. Aradan gerdanları, göğüsleri ve göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önlerini açık tutarlardı. Boyun ve göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden örtmeleri emredilmiştir.13


Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün bulunduğunu göstermektedir. Zatenâyette de, Hımarlarını yaka yırtmaçlarının üzerine salsınlar denilerek, hımarın [başörtüsünün] Araplar arasında kullanılan bir örtü olduğu vurgulanmıştır.


İbn Kesîr, Arapların İslâmiyet’ten evvel başörtüsü kullandıklarına yönelik şöyle demiştir:
Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek biçimde göğüslerinin üstüne koymaları emredilmiştir, ki câhiliye kadınları gibi yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın, gerdanı açık şekilde erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının örüklerini, kulağının küpelerini gösterirdi. Allah, inanan kadınlara, heyetlerini ve hâllerini örtmelerini emretti.14



Ayrıca, henüz Nûr sûresi inmeden evvelki şu târihî olay da, o günkü kıyafet hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir:

Henüz Müslüman olmadan evvel, babasıyla birlikte Mekke’ye gelip orada insanların, bir zatın başına toplandıklarını gören Hâris el-Ğâmidî’den şöyle nakledilmiştir: Babama sordum:

— Şu topluluk nedir?
Babam cevap verdi:
— Onlar, içlerinde bir Sâbiî’nin başına toplanan kimseler.
Yaklaştık, bir de gördük ki, Allah’ın Elçisi, halkı Allah’a kulluğa ve inanmaya çağırıyor, onlar da o’na eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk o’nun başından dağıldı. Elinde bir su kabı ve mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı açıldı. Allah’ın Elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını kaldırıp kadına şöyle dedi:

— Kızım! Başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden korkma!
Ben sordum:
— Bu kadın kimdir?
Cevap verdiler:
— Bu, kızı Zeyneb’dir.15

Ömer’in çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konunun kendisine intikal etmesi üzerine Peygamberimizin Ömer’in bu davranışını onaylamadığı, Ömer’in de, “Ben, onu örtüsüz görünce câriye sandım” diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer’in hür kadınlar gibi örtünen bir câriyeyi “örtünmemesi, hürlere benzemeye çalışmaması için” azarladığı bildirilir. Bütün bu târihî olaylar Arap toplumunda hür kadınların başlarını örttüklerini, bunun eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü Ömer, yukarıda zikredilen davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili herhangi bir ilâhî hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için yapmıştır.16


Kısacası târihsel olarak başörtüsü, hür kadınlar ile câriyeleri ayırt eden ve iffetle alâkası olmayan bir câhiliye dönemi simgesidir. Yani, o dönemdeki iffetli veya iffetsiz hür kadınlar, başlarını örterlerdi. Câriyeler ise iffetli veya iffetsiz, müslim veya gayr-i müslim başlarını örtmezlerdi. Kadınlarla ilgili bu uygulama zaman içinde çarpıtılarak değişik kurgulara âlet edilmiştir.



İSLÂM’DAKİ ÖRTÜNME ve AMACI
Erkek ile kadın arasındaki cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini gerçekleştirmesi için bir sebep kılmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî arzunun gayr-i meşru yollarla kışkırtılmadan, meşru mecrasında gelişmesine ve tatminine yönelik düzenleme yapmış, bu arzuların esiri olmak sûretiyle toplum düzenini çökertecek davranışlardan uzak durulmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan, taciz, tecavüz ve iftira gibi olaylara sebebiyet verebilen kıyafet konusunda birtakım düzenlemeler yapmıştır.


Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu gibi, bireyler arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil, toplumda barış ve mutluluk içerisinde bir hayat sürdürmek üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu arzuların çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, aile düzenini bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol açması işten bile değildir. Bu özellik, sûrenin 60. âyetince de desteklenmektedir. Zira İslâm dini, şehvetin tahrik edilmediği ve bunun et tutkusuna dönüşüp kan dökme tepkileri oluşturmadığı temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen arzular, sönmeyen ve doymayan bir şehvet azgınlığı meydana getirir, toplumda fitne ve fesat çığ gibi büyür. Târihte fuhuş bataklığına düşen ve buhranlar içinde yok olan birçok toplum bulunduğu gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar görülmektedir.


İslâm’ın insanlar için seçtiği yol-yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Nahl/80-81′de görüldüğü gibi, örtünmenin-giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’ân, giyinip kuşanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de bildirmiştir.




GİYİM-KUŞAMI BELİRLEYEN ÂYETLER

Bu konudaki âyetler, Ahzâb ve Nûr sûreleri içinde yer almakta olup, her iki sûre de Medîne’de inmiştir.

O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def-i hacet için yerleşim yerlerinden uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise Medîne’nin berduşlarını-zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan câriyelere veya fâhişe görünümlü kadınlara (ki câriyeler de fâhişeler de örtüsüz olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde bulunmazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan câriyeler ile fâhişe görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.


İşte böyle bir ortamda Peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine almalarını söyleyen âyet inmiş ve tanınıp sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir (bkz. Ahzâb/59).


Âyette açık ve net olarak “cilbab”larını [ev dışı elbiselerini] giyen kadınların tanınacağı-bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani, bu âyete göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemeleridir; daha dindar, daha namuslu ve daha takvâlı olacakları değil.


Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi, sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin Kur’ân’da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekir.


Bazıları “cilbab”ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış görüşler olup, Kur’ân ile bağdaşmaz. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık-kıyafet konusunu belirleyen diğer âyette, Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar (Nûr/31) denilmektedir. Eğer cilbab, –bazılarının dediği gibi–vücudu baştan aşağı örten bir elbise olsaydı, göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31′deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’ân’a göre de vücudu baştan aşağı örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.


Cilbab, Râgıb’a göre “gömlek ve örtünün adı”; İkrime’ye göre de, “boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.”


Bu durumda cilbab, o günkü Arap kadınlarının hür ve câriyelerin ayırt edilmesi için giydikleri –başlardan aşağıyı değil– boyunlardan/omuzlardan aşağıyı örten, bugünkü ceket, pardösü, manto gibi bir elbise [üniforma] çeşididir.


Âyetten anlaşıldığına göre “cilbab” [muhsanlık üniforması/pardösü, ceket] giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklıklardan da gerdanları gözükebilir. Yani, “cilbab”ın tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması gerektiğini gösteren bir kayıt yoktur. Zaten o günkü Arap kadınlarının bir kısmının gerdanları açıkta dolaştığı bilinmektedir. Hatta İslâm’ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Ka‘be’yi çırılçıplak tavaf ettikleri Kur’ân’da ve târih kaynaklarında yer almaktadır.17


Her ikisi de Medenî olan Ahzâb ve Nûr sûrelerinin iniş târihlerinden yola çıkarak, Nûr/31′in daha evvel indiğini ve bu âyetin daha sonra inen Ahzâb/59 ile nesh edildiğini, bundan hareketle de “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu iddia etmek, âyetin ahkâmını göz ardı etmek demektir.


Sonuç olarak Ahzâb/59′un amacı, mü’min kadınların câriye veya fâhişe sanılarak incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir.



Konumuz Nûr/30-31. âyetler:
30.Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir.


31.Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah’a dönüş yapın!(Nûr/30-31)

 
Görüldüğü gibi bu âyetlerde iffet; kuralları, kapsamı ve istisnâları ile açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisnâ, Nûr sûresi’nde bulunan bir istisnâ daha vardır. Bunun baştan açıklanmasında, Nûr/30-31′in bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:

60.Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar, artık zînetlerini dışa vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.(Nûr/60)

 
Bu âyette, zînetlerini açığa vurmama emrinden istisnâ edilenler bildirilmiştir. Erkekler, nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlara arzu duymaz, bu yaştaki kadınlar fitneye sebebiyet vermezler. Bu nedenle de başkalarına serbest olmayan şeyler bu gibi kadınlara serbest kılınmıştır. Ayrıca yaşlı kadınların sağlık yönünden [kemik erimesi] güneş ışını almaya daha fazla ihtiyaçları vardır ve âyet, müstesnâ kılmak [dış elbiselerini çıkarmalarına ruhsat vermek] sûretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama ne gariptir ki kendilerine bu imkân verilmiş olan kadınların çoğu, Yüce Allah’ın verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.



Yukarıdaki istisnâ dışında kalan mü’min kadınların örtünmelerine ilişkin hükümleri içeren Nûr/31 âyetinin cümle cümle tahlil edilmesin yarar vardır:

Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle.
30. âyette, mü’min erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse yasaklanan, bakışların tamamı değil, bir kısmıdır. Âyetin sadedinden, bu bakışların, davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem kadının hem de erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekir. Bu arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i İmrân/14′te bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de fıtratlarında bulunduğundan, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle muhtemeldir.


Âyetteki ırzın korunması, “zina ve zinâya uzanan hareketlerden kaçınmak”tır.



Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler.
Zînet, “güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye yarayan süs” demektir, ki sözcük Kur’ân’da, hem olumlu hem de olumsuz olarak bu anlamda kullanılmıştır.


Şeytânın, inkârcılara, kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En‘âm/43 ve Enfâl/48 âyetleri ile Kârûn’un, kavminin karşısına zîneti ile çıktığını bildiren Kasas/79 âyeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnektir. Olumlu anlamda kullanıma örnek âyetler ise; Allah’ın imanı mü’minlere sevdirerek kalplerini süslediğini bildiren Hucurât/7 âyeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren Fussilet/12 âyeti ile Mülk/5 âyeti ve Mûsâ peygamberin, Firavun’un büyücüleriyle buluşma gününün –kendi zaferinden emin olduğu için– “zînet günü” olmasını istediğini bildirdiği Tâ-Hâ/59 âyetidir.


Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür (Kehf/46) âyeti de, hem zînet sözcüğünün kapsamını belirtmekte, hem de Arapların zînet sözcüğüne nasıl bir anlam yüklediğini en açık şekilde ortaya koymaktadır.


Ancak, konumuz olan âyette, kadınlardan nâ-mahrem olanlara göstermemeleri emredilen ve ayaklarını yere vurmak sûretiyle belli etmemeleri istenen zînetler, hiç şüphesiz bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazıbent ve gerdanlık gibi takılar değildir. Bu âyetteki zînet’in bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, âyetin hedefi açısından son derece isabetsiz olur. Çünkü, bir an için zînet sözcüğü ile takıların kastedildiği düşünülecek olursa, Allah’ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarında sakınca görmediği zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise, hem takı takmanın sakıncasız görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi abes bir durum ortaya çıkar ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmeyen takının bir anlamı olmaz.


Bu âyetteki zînet sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, âyetin bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları, cinsel tahrik unsuru olmaktan çok; gurur, kibir ve gösteriş amacı ile takılan eşyalardır. Eğer bu âyet ile gösterişin ve böbürlenmenin önüne geçilmek istenseydi, zînetlerin herkesten saklanması talimatı verilirdi. Oysa âyette kadınların zînetlerini diğer kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu hâlde bu âyette konu edilen zînet, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandıran “zînet”lerdir. Ayrıca Allah, Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz (A‘râf/31-32) buyurmak sûretiyle, kadın-erkek herkesin takı türünden olan zînetlerini, mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisnâ getirmemiştir. Demek oluyor ki, bu âyetteki zînet sözcüğü, süs eşyası değil, “kadının, erkekler tarafından çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan vücut organları” anlamındadır. Ancak, zînet olan bu organlardan sadece belli organlar anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun zînet olduğu unutulmamalıdır.


Rivâyete dayalı tefsirlerin bir kısmında âyette geçen zînet’in, “takılar”ı, diğer kısmında ise “takı yerleri”ni ifade ettiği belirtilir. Bu müfessirlere göre zînetin gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi haydi haydi haram olur. Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret olan bu zînetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.


Sonuç olarak, Nûr/31′deki zînet sözcüğü, âyetin devamından da kolayca anlaşılacağı gibi, “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan, kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlar”dır.



KADININ SAÇLARI ZÎNET MİDİR?
Saçlar doğal hâlleriyle zînet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere boyanıp şekillendirilen saçlar, zînet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı cinse olan arzularını uyandıracağından, bu âyet kapsamında tutulmalıdır. Zaten, kadınların başlarını örtmelerinin, zînetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli olduğu, örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar ibaresinden değil, âyetin bu kısmından çıkartılır.


KADININ SESİ ZÎNET MİDİR?
Normal olarak ses zînet değildir. Ama, çeşitli gayretlerle sahibini şuh, işveli gösteren ve karşı cinse mesaj veren sesler zînet sınıfına girer.


… –görünenler hariç– …

Bu istisnâ cümlesiyle ilgili olarak bugüne kadar yazılanlar, âyetin lâfzî manasını ifade etmekten uzaktır. Çünkü meal ve tefsir sahipleri bu âyetle bağlantılı olarak, rivâyetler ve hikâyeler arasında kaybolmuşlar, tatmin ve ikna edici bir görüş ortaya koyamamışlardır.


Yüz ve eller dışında kadın vücudunun avret olduğuna dair onlarca rivâyet ve görüş vardır. Hatta bazıları, görünenler hariç ifadesinden hareketle, kadınların giydiği elbisenin bile zînet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüşlerin hiç biri kaynağını Kur’ân’dan almamaktadır. Bu görüş sahipleri, Kur’ân’ın konuşmadığı bir konuda, hükümler vererek, Kur’ân’ı Arap câhiliye kültürüne kurban etmişlerdir. Hâlbuki âyet açık ve nettir.


Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu zînettir. Erkek için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu zînet; kadın için de, karşı cinsi cezbetmeye yarayan bir silâh gibidir. Fakat hayat; ev dışına çıkmayı ve çalışmayı gerektirmektedir. Yani, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev görür vaziyette açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların zînet olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, gamzelerine binlerce şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte görünenler/açıkta olan zînetler bunlardır: eller, ayaklar ve –kaşları, gözleri, dudakları ve yanakları ile beraber– yüz. Ama bu zînetler açıkta olmalıdırlar, aksi takdirde işlev göremezler. Ayrıca, yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişinin kimliğinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden tefrik edilirler ve bu tefrik, sosyal hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması anlamına gelir, ki bu durumda –yüzü örtülü olduğu için– hırsız, cani, zâni tesbit edilemez. Dolayısıyla bu organlar, zînet olmalarına rağmen açıkta olmalıdır. Göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı, baldırı, bacağı açıkta olmayan kadının toplum içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüzün, eller ve ayakların açıkta olmaması, çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz etkiler. Bunlar dışındaki organlar ise, mü’min kadınlar tarafından açıkta bırakılmamalı ve erkekler için tahriklere, kendileri için de tacizlere meydan verilmemelidir.


Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre yolda Peygamberimizin eşlerine rastlayanlar, kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek onlarla konuşmuşlardır. Onların yüzleri kapalı olsaydı, tanınmaları mümkün olmazdı.
Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin durumudur. Zannedildiği gibi toplumda iffetin sağlanması sadece kadınların görevi değildir. 30. âyette kendilerine, Bakışlarının bir kısmını kıssınlar emri verilen erkekler de toplumda iffetin sağlanması hususunda sorumlu olup onlara da, kadınların örtmek zorunda olmadıkları zînetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, “bakışlarını kısarak” bakmak zorundadır. Böylece toplumda iffet, her iki cins tarafından ortaklaşa sağlanacaktır.



NOT:

Âyette kadınlara, görünenler hariç zînetlerini örtüyle örtmeleri değil, açığa vurmamaları, belli etmemeleri söylenmiştir. Yani, kastedilen cildin görünmemesi, üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, zînetlerin belli edilmemesidir. Zira, dar kıyafetlerle göğüslerin, belin, kalça ve kasıkların yapısının, çıplakmış gibi hissedilmesi, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri, böyle durumları kapsamaktadır. Allah’ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunmalı, dişilik dışa vurulmamalıdır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu sahte bir görüntüdür. Çünkü tesettür adı altında giyilen modaya uygun elbiseler, kadınların zînetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır. Tesettür, artık bir kazanç sektörü hâline gelmiş ve modaya kurban edilmiştir. Bir başka ifade ile tesettür, zâhiren kadını örtmekte, aslında ise daha çekici hâle getirmekte, yani bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.



Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.

Âyetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, خمر [humur] sözcüğünün doğru anlaşılmasına bağlıdır.


خمر [humur], “örtmek” anlamındaki hamr kökünden türetilmiş ve “örtü” demek olan hımar sözcüğünün çoğuludur. Lügatlerde,18 hımar’ın “başörtüsü” anlamında olmayıp, genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü anlamında da “mikna” ve “nasîf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte kadının başörtüsünün adı olan hımar sözcüğünün, Kur’ân’ın indiği dönemde de bu örfî anlamı taşıyıp taşımadığı kesin olarak tesbit edilememektedir.


جيب [ceyb]; “yaka, gömleğin göğüs yırtmacı”dır. Örtülerini yakalarının üstüne koysunlarcümlesinde, hımar sözcüğü, genel anlamı olan “örtü” olarak değerlendirilirse, âyette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani âyette, başın değil, göğsün/gerdanlığın örtülmesi emredilmiş olur.


Ama hımar sözcüğü, özel anlamı olan “başörtüsü” olarak değerlendirilir ve Kur’ân’da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, âyette kadınlara, başörtülerini yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu takdirde hımar, saçları da kapatan “başörtüsü” demek olur. Kur’ân’ın indiği dönemde hür kadınların başörtüsü kullandıkları sâbit olduğundan, sözcüğün Kur’ân’da bu anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır.


Hımar sözcüğü üzerinde bugüne kadar birçok yorum yapılmış ve bu yorumlar sonucunda olur-olmaz birçok görüş ortaya çıkmıştır. Delile dayalı ortak bir görüşe varılamaması, toplumda yerleşmiş yanlışlara karşı çıkma ve düzeltme çaba ve cesareti gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur.


Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatiren sâbit olduğundan, biz âyette, göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtülerinin uçlarını göğüslerinin üzerinde birleştirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği görüşünü tercih ediyoruz. Dikkat edilirse Kur’ân’da “başlarını-saçlarını örtsünler” şeklinde bir ifade bulunmamakta, “örtülerini/başörtülerini salsınlar” denilmektedir. Bu durumda âyetten, başların örtülü olduğu ve bu fiilî durumun problem teşkil etmediği sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve âyette de bu kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması sûretiyle kapatılması istenmektedir. O çağda Arap kadınlarının göğüslerinin görülebildiği, bu yüzden de taciz, tecavüz ve zinâya davetiye çıkardıkları anlaşılmaktadır. İşte baş örtüsünün göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir.


Sonuç olarak âyetin bu kısmında, başların örtülmesi gerektiğine dair bir talep yoktur. Başların örtülmesi; zînetleştirilmiş saçların saklanması, –yukarıda açıkladığımız gibi– âyetin, zînetlerini açığa vurmasınlar… bölümünden anlaşılmaktadır.


Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler.



Burada zikredilen sınıfların bir kısmı, Rasûlullah’ın eşlerine yönelik âyette de yer almıştı:

Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz [Peygamber'in eşleri], Allah’a takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah, her şeye en iyi tanıktır. (Ahzâb/55)

Yalnız âyetin orijinalindeki nisâihihinne sözcüğü üzerinde durulması gerekir. kadınlar,
Buradaki nisâihinne sözcüğü, –Ahzâb/55′te de geçmekte olup– “o kadınların kadınları” demek iken biz sadece “kadınlar” şeklinde çevirdik. Bizce bu sözcüğün sonundaki hinne cemi müennes zamiri, âyetin icaz ve edebî yapısından, armonik özellik sebebiyle yer almıştır. Yani, bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması, üslûp birliği ve gâlip ihtimale göredir [ilm-i me‘ânî]. Dolayısıyla anlamlandırılırken bu zamir, ihmal edilerek nisâihinne ifadesi, “o kadınların kadınları” olarak değil, “kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bunun bir örneği de Hakka/17′de geçmişti. Bu hususu dikkate almayan birçok müfessir ve fakih, “kadınların kadınları”nın kimler olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.


Âyetteki ifade ile kadın cinsi/tüm kadınlar kastedilmiştir. Dünyadaki tüm kadınlar [müslim veya gayr-i müslim] birbirlerinin mahremidirler, yani birbirleriyle evlenemezler. Dolayısıyla, kadının kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, zînetlerin açığa vurulmaması emrinin istisnâları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık olduğu için kaale alınmamıştır.



yeminlerinin sahip oldukları,

Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hakk sahibi oldukları/kendilerinin himayesine verilen kişileri ifade etmektedir. Bazıları, burada sadece câriyelerin murat edildiğini söylemişlerse de âyetin ifadesi geneldir ve kadın-erkek tüm himaye altındakileri kapsar. Himaye altındaki kimseler, üzerlerinde hakk sahibi olanlarla sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan gizlenmek ve bir şey gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike [himaye eden bayan], himaye ettiklerinin mahremi durumundadır.


kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,

Bunlar; yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir.

kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar,


Bu ifadedeki ‘avret sözcüğü, bazıları tarafından “zînet” sözcüğü ile karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun sonucunda da, “kadının her tarafı avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün bir uzantısı olarak hanımlara, “avrat” denmektedir. Kur’ân’ın rûhuna aykırı olan bu yanlış ve ilkel anlayış, ne yazık ki asırların ürünüdür. Dikkat edilecek olursa Kur’ân’da “kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.


عور [‘avr] sözcüğünden türeyen عورة [‘avret] –çoğulu, عورات’tır [‘avrât'tır]– sözcüğü, lügatte “yarık, yırtık, açık, gedik, korumasız” demektir. İlk vaz‘ı, “ağızdaki ön dişlerin gedikliği” anlamındadır.19



Sözcüğün Kur’ân’da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün geçtiği diğer âyetlere de bakılması gerekir:

13.Ve hani bunlardan bir grup: “Ey Yesrib/Medîne halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber’den izin istiyorlardı. Hâlbuki evleri savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı.(Ahzâb/13)

 
58.Ey iman etmiş kimseler! Yasalar çerçevesinde himayenizde bulunanlar ve sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah eğitim-öğretiminden önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece eğitim-öğretiminden sonra izin istesinler. Bunlar, sizin için açık ve korumasız üç zamandır. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.(Nûr/58)

 
Görüldüğü gibi ‘avret sözcüğü, Ahzâb/13′te 2 kez geçmekte ve her ikisinde de “açık, korumasız” anlamında kullanılmaktadır. Nûr/58′de ise çoğul hâliyle ‘avrât olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak için kullanılmış ve sabah salâtı öncesi, kaylûle denilen öğle vaktindeki uyku zamanı ve yatsı salâtı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de kişiye özel bu zamanlar; korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı zamanlardır.


Yukarıdaki âyetlerden ‘avret sözcüğünün, “muhkem olmayan, sağlam olmayan, kendini koruyamayan” anlamlarında kullanıldığı kesin olarak öğrenildikten sonra, konumuz olan Nûr sûresi’ndeki,‘avrâtu’n-nisâ [kadınların avretleri] tamlamasının daha kolay anlaşılması mümkündür. Avrâtu’n-nisâtamlamasındaki ‘avret sözcüğü de, aynı anlamda olup, kadınların korunmasız, karşı koyamayan, savunma yapamayan yerleri için kullanılmıştır. Kadınların bu pasif organları ise, cinsel organı ile makatıdır. Çünkü bu organlar; el, ayak ve göz gibi kendisini dış etkilere karşı koruyamaz, haricî etkilere tepki veremez; müdahalelere karşı pasiftir.


Kadının avreti konusunda rivâyetlerden kaynaklanan onlarca görüş üretilmiş, mezhepler de birbirinden farklı olarak değişik avret yerleri benimsemişlerdir. Meselâ, Mâlikîler avreti, “galiz [birinci dereceden] avret” ve “hafif [ikinci dereceden] avret” olmak üzere iki kısıma ayırmışlar, cinsel organ ile makatı galiz avret, zînet sayılan organları da hafif avret olarak kabul etmişlerdir. Mâlikîlerdeki bu anlayışın, yani zînet sayılan yerlerin ikinci dereceden avret olduğu anlayışının, daha takvâlı bir hayatın amaçlanmasına yönelik, ihtiyatlı bir görüş olarak değerlendirilmesi mümkündür. Fakat bu konudaki yorumcuların ekserisi, kadındaki avreti diz ile göbek arasındaki bölge olarak kabul etmişlerdir. Bizce bu sınır, hem âyetteki organları hem bu organlara yaklaşma sınırlarını içine aldığından kabule en şayan olanıdır. Ama âyetin açık ifadesi de kesin olarak bilinmeli ve aksi iddia edilmemelidir. Çünkü, eğer Allah isteseydi bu konuda da –Mâide/6′da olduğu gibi– milimetrik sınırlar belirlerdi. Kur’ân’da böyle sınırlar belirlenmediğine göre, ayrıntıların değerlendirilmesi Yüce Allah tarafından kullara bırakılmış demektir. Zaten bu konudaki görüşlerin çokluğu ve birbirinden farklılığı da konunun Allah tarafından kullara bırakılmış olmasındandır.


Bu açıklamalardan sonra konumuz olan âyetteki, kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar ifadesine dönülecek olursa, burada bizce, kadınlarının cinsel organlarının işlevlerini henüz öğrenmemiş, bunu anlayabilecek yaşa gelmemiş çocuklar kastedilmektedir. Bu yaşlardaki çocukların cinsel organları da gelişmemiş olduğundan, karşılıklı olarak bir etkilenme söz konusu olmaz.



Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar.

Burada, örtünmelerine rağmen çeşitli hareketlerle zînetlerini açığa vuran kadınların, bu gibi davranışlarda bulunmamaları emredilmektedir. Daha açık bir şekilde ifade edilecek olursa, kırıtmak, kalça sallamak, göğüsleri sarsmak için sert adımlar atmak gibi karşı cinsi tahrik ve teşvik eder tarzdaki davetkâr davranışlar yasaklanmaktadır.



Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah’a tevbe edin!

Âyetin bu kısmından anlaşılması gereken mesaj şudur: Âyetin üzerinde durduğu konularda, seferberlik gibi topluca hareket edilip kampanyalar düzenlenmeli, bu hususta geçmişte yapılan hatalar Allah’a havale edilmeli, ama bundan sonra elbirliğiyle yukarıda verilen emirler uygulanmalıdır.


Bu âyetlerdeki kurallar, toplumsal yaşamın huzuru için gerekli olup kadın-erkek herkesin, çarşı-pazarda bunlara uyması gerekir.


Dinimiz, –yukarıda açıkladığımız ölçülerde– örtünmeyi/zînetleri açığa vurmamayı emretmekle birlikte, örtünmek/zînetleri açığa vurmamak için belli bir kıyafet ve model getirmemiştir. Bu demektir ki, kıyafet zamana göre değişebilir. Önemli olan, Kur’ân’ın getirdiği ölçülere uygun olarak vücudun zînet sayılan kısımlarının açığa vurulmamasıdır. Kur’ân’daki ölçüler dahilinde, toplumların hoş görüp yadırgamadığı kıyafetlerin giyilmesinde bir sakınca yoktur. Örtünmenin/zîneti açığa vurmamanın, Allah’a karşı yapılması ise İslâm dışı bir anlayıştır.


Giderek ağırlaşan geçim şartları, kadının da ailesine ve ülkesine ekonomik katkıda bulunmasını zorunlu hâle getirmiştir. Toplumun birer parçası olan kadın ve erkek, her yerde beraber olmak durumundadır. İslâm’ın koyduğu ölçülere uyulması kaydıyla bunda hiçbir sakınca yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki bir kadın, evinin içinde ya annedir, ya eştir, ya gelindir, ya kızdır, ya da kız kardeştir. Ama aynı kadın evinin dışında sadece kadındır, bir dişidir. İslâm dini, çok kolay uygulanabilen basit kurallarla, kadının hem evinde hem de evi dışında mutlu ve temiz bir hayat yaşamasını sağlamaktadır. Çünkü İslâm, kolaylık dinidir, insanı zora ve tabiatının aksi şeylere zorlamaz.


Bir kez daha vurgulayalım ki, örtünme Allah’a karşı değil, kullara karşı olup tahrik ve taciz gibi fitne ve fesatları önlemeye yöneliktir. Bazı çevrelerde görülen; kadının, evinin içinde anası, babası, amcası, dayısı gibi mahremlerinin yanında dahi başını örtmesi gerektiği inancı, İslâm’a aykırıdır. Dini zorlaştırmaktan başka bir anlamı olmayan bu davranış, dinin yararına değil zararınadır. Hiç kimsenin din adına hüküm koymaya hakkı yoktur.*



387 Âyetlerde geçen mâ meleket eymanühüm [sözleşmelerinin sahip oldukları] ifadesi, genelde “cariyeler” olarak anlaşılagelmiştir. Cariyelerle ilgili sayı sınırlaması olmadığı gibi onlarla nikâh da gerekmediği anlayışı hâkim olmuştur. O hâlde mâ meleket eymanühüm [sözleşmelerinin sahip oldukları] ifadesiyle kimlerin kast edildiğinin tahlil edilmesi gerekir:

İslâm geldiğinde dünyanın her tarafında olduğu gibi Arabistan coğrafyasında da kölelik müessesesi mevcut olup satın alma, miras kalma, kaçırma, harp esirlerinin köleleştirilmesi gibi yollarla devam ediyordu. İslâm, sıcak savaş dışında esir almayı ve savaşta alınan esirlerin köleleştirilmesini yasakladı (Enfâl/67 ve Muhammed/4) ve böylece de kölelik müessesini tedricî bir metotla tamamen yasakladı. 19. yüzyılda İngiltere başta olmak üzere diğer devletler de köleliği yasaklayarak bu müesseseyi ortadan kaldırdılar. Ne yazık ki, sözde bir İslâm devleti olan Osmanlı Devleti, zenci köle ticaretini 1857'de, beyaz köle ticaretini ise ancak 1909'da yasaklamıştır. Geniş açıklama için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 167.

Kölelik müessesesinin devam ettiği süreçte, yerel ve uluslararası töreler gereği kadın ve erkek köleler belirli koşullar, sözleşmeler çerçevesinde koruyucu ailelerin himayelerine verilirler, bu hami aileler onların iş gücünden yararlanır ve onları himaye ederlerdi. Köleler din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmalarına rağmen, ekonomik ve siyasî açıdan özgür değillerdi. Miras ve gasp yoluyla köle edinme ortadan kalktıktan sonra harp esirlerinden değişime tâbi tutulmayan, fidye verilmeyen ve ailesinden himaye edecek kimsesi bulunmayan hanımlar yine belirli koşullar çerçevesinde birilerinin himayesine verilirdi. Bazen de köleliğin kalkmadığı komşu bir ülkeden hediye olarak köleler gönderilirdi.

Pasajdaki mâ meleket eymanühüm [sözleşmelerinin sahip oldukları] ile, “bu şartlar çerçevesinde himaye altında olan kadınlar” kast edilmiştir. Bunlarla cinsel ilişkiye girebilmek için mutlaka yakınlarından izin alınması ve örfe göre mehirlerinin verilmesi sûretiyle nikâhlanmaları şarttır (Nisâ/24). İslâm, nikâhsız cinsel ilişkiyi tasvip etmez; nikâhsız gönüllü ilişkiyi zina, nikâhsız ve gönülsüz ilişkiyi ise tecavüz sayar.

Âyette bu kadınların, “veya” ifadesiyle ikinci bir grup sayılması, geçmişlerindeki bilinmez noktalar ve o günün örfünde mehir açısından asıl hemşehrileriyle eşit olmamalarından kaynaklanmaktadır. Nikâhın temeli bir olmasına rağmen, detayda farklılık söz konusudur. Bu tür hanımlara somut örnek olarak şu isimler verilebilir: Peygamberimizin eşlerinden “Safiye” bir savaş esiridir; Mariye de kendisine hediyedir. Peygamberimiz her ikisi ile de nikâhlanmıştır. Ayrıca bu iki kadın Kur’ân'da [Tahrîm ve Ahzâb sûrelerinde] Rasûlullah'ın “eşleri” olarak nitelenmiştir.

Bugün kölelik müessesi kaldırılmış, törelerin yerini yerel ve evrensel hukuk almıştır. Bugün bu kavramın, toplama kamplarındaki, sığınma evlerindeki ve esirgeme kurumlarındaki kadınlar olarak ele alınması gerekir.






*İşte Kuran, Nur Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim