Kısaca Terimler
KUR'AN'DA GEÇEN BAZI TERİMLER
RABB
“Rabb”, “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten" demektir. Bu sözcük, mutlak anlamda insanlar için kullanılmayıp sadece Allah için kullanılır. İnsanlar için, evin rabbi, işyerinin rabbi gibi kullanılır. Bu ifadeye en yakın anlamlı sözcük, Fransızcadan Türkçemize geçmiş olan “Patron” sözcüğüdür. Bu sözcük her ne kadar yakın anlam ifade etse de, sadece ticarete özgü bir ifade olması nedeniyle birebir anlamlı sayılmaz. Bu nedenle, “Rabb” tanımını bir iki sözcükle ifade imkanı olmadığından mealimizde sözcüğü Arapça haliyle bırakmak zorunda kalıyoruz. Okurlarımızın bu tanımı belleklerinde iyi tutmaları gerekmektedir.
SALAT
“Salât” sözcüğü yüz yıllardır kasıtlı olarak, öz anlamı dışında “namaz” anlamında çevrilegelmiştir. “Salât” sözcüğünün gerçek anlamını; “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak, arka çıkmak” demektir. Kur’an’da “es Salât” sözcüğü, “sorunlara mali yönden ve zihinsel yönden destek olma, problemlerin çözümünü sırtlama” anlamında özel isim olmuştur. Buradaki sorunlar, sadece bireysel sorunları değil, aynı zamanda, eğitim öğretim, ekonomik ve siyasal sorunlar gibi toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Kısacası salat, sosyal devletin temeli ve simgesidir. Mealimizde özel isim olan “es Salât” hem aslı hem de Türkçesiyle yer almaktadır. Türkçe isim Salât ile ilgili ayrıntılı bilgi Tebyin’de verilmiştir.
SALÂT'IN İKÂMESİ
Kur’ân'daki, “salât'ın ikâmesi” ile ilgili emir ve haber cümlesi niteliğindeki ifadeler genellikle “namazı doğru kılın, namazlarını dosdoğru kılarlar” şeklinde çevirilegelmiştir. Bizim, sözcüklerin anlamları üzerinden yaptığımız tahlil ise bu çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtması bakımından yetersiz kaldığını, hatta yanlış olduğunu göstermektedir.
[q-v-m] harflerinden oluşan [iqâm] sözcüğü, “oturmak” fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı; “ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak” olarak belirtilmiştir.
Buna göre [iqâmi's-salât] tamlamasının anlamı da; “zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların üstlenilerek giderilmesi işlerinin gerçekleştirilmesi ve bunun sürdürülmesi, yani ayakta tutulması, işin kurumlaştırılması” demektir. Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse “salâtın iqâmesi”;
* Zihnî yönü ile, eğitim ve öğretimin yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların ayakta tutulması,
* Mâlî yönü ile, iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek -bekâr ve dulların evlendirilmesi de dâhil- sorunlarının sırtlanması, dertlerine deva olunması için kurumlar oluşturulması ve bunların yaşatılarak ayakta tutulması demektir. Bu konu TEBYİN’de ayrıntılı olarak sunulmuştur.
ZEKAT
Zekât: daha evvel Müzzemmil 20; 13. necm’de geçmiş olsa da iniş sırasına göre Kur’an’da, “zekât” sözcüğü ilk defa burada geçmektedir. O nedenle “Zekât ile ilgili kısaca bilgi veriyoruz.. “Zekât” sözcüğünün anlamı, “temizlik, üreme, çoğalma, bolluk ve övgü” demektir. Kur’an’da bu sözcüğün fiili bu anlamların hepsinde kullanılmıştır. “ez Zekât” olarak kullanılan kalıbı, malın temizlenişine; mal içindeki sail, mahrum ve tüm kamu haklarının çıkarılıp verilmesine isim olmuştur. Biz buna kısaca, “VERGİ” diyoruz. Yalnız bu vergi, sıradan bir vergi olmayıp, İslami çerçevede belirlenen, verilen ve harcanan bir vergidir. Kur’an’a göre verginin verilme zamanı kazanç anıdır. Miktarı ve oranı Kur’an’da belirtilmeyip kamu otoritesine bırakılmıştır. Kamu otoritesi denk bütçeyi yapabilmek için gerekli oranı belirler.
Zekât: daha evvel Müzzemmil 20; 13. necm’de geçmiş olsa da iniş sırasına göre Kur’an’da, “zekât” sözcüğü ilk defa A'raf suresinde geçmektedir. O nedenle “Zekât ile ilgili kısaca bilgi veriyoruz.. “Zekât” sözcüğünün anlamı, “temizlik, üreme, çoğalma, bolluk ve övgü” demektir. Kur’an’da bu sözcüğün fiili bu anlamların hepsinde kullanılmıştır. “ez Zekât” olarak kullanılan kalıbı, malın temizlenişine; mal içindeki sail, mahrum ve tüm kamu haklarının çıkarılıp verilmesine isim olmuştur. Biz buna kısaca, “VERGİ” diyoruz. Yalnız bu vergi, sıradan bir vergi olmayıp, İslami çerçevede belirlenen, verilen ve harcanan bir vergidir. Kur’an’a göre verginin verilme zamanı kazanç anıdır. Miktarı ve oranı Kur’an’da belirtilmeyip kamu otoritesine bırakılmıştır. Kamu otoritesi denk bütçeyi yapabilmek için gerekli oranı belirler.
TAKVÂ:
İnsanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak iyiliklere sarılması, günahlardan uzak durması, dolayısıyla âhrette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması demek olan takvâ, Kur’ân'da ilk önce “şirkten kaçma” ve “âhirete inanma” anlamında ortaya konmuş, daha sonra da imanın yansımasını taşıyan tüm amelleri içine alacak şekilde genişletilmiş bir kavramdır.
O nedenle biz “Takva”yı, “Allah’ın koruması altına girme”, Müttekî”yi de “Allah’ın koruması altına giren kişi” olarak sunuyoruz.
SECDE
"Teslim olma, boyun eğme" anlamında kullanılan secde sözcüğünün vaz'ı ilk ortaya çıkışı, "devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi eğmesi" ve "meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi" anlamındadır. Daha sonra sözcük "ülke krallarının bastırdıkları para üstündeki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi" anlamında kullanılmıştır.
Bütün bunlar, secde sözcüğünün "kişinin bilinçli olarak bir başkasına- kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek-teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması" anlamına geldiğini göstermektedir. Kur'ân'da defalarca nakledilmiş olan "meleklerin Âdem'e secde etmeleri" de bu anlamdadır. Yani melekler, tabiat güçleri, kendilerinden daha güçlü olan Âdem'e, bilgili kimseye, boyun eğmiş ve teslim olmuşlardır.
Görüldüğü gibi, "secde" sözcüğünde "yere kapanmak" anlamı yoktur. Arapçada "yere kapanmak" eylemi harur sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı Âyetlerde harrû sücceden diye geçer ki, bunun anlamı "secde ederek, teslim olarak, yere kapandılar" demektir.
"Teslim olarak yere kapanma" ifadesinin yer aldığı Âyetler şunlardır:
(Yûsuf; 100) Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi ona teslim olarak yere kapandılar. Ve [Yûsuf]" Babacığım İşte bu durum, o rüyamın tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytân benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye lutuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır.
(Meryem; 58) İşte bunlar, Âdem'in soyundan, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahîm ve İsrail'in soyundan ve hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah'ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahmân'ın Âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı.
(Secde; 15) Gerçekten Bizim Âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde ederek yerlere kapanan ve Rabblerine hamd ile tesbîh edenler ve büyüklük taslamayanlar inanırlar.
(İsrâ; 107–109) De ki: Siz ona [Kur'ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur'ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve: "Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir." derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur'ân] onların huşuunu [alçak gönüllüğünü] artırır.
Bir de korkudan yere kapanmak vardır ki, bu secde değildir:
(A'râf; 143) Ne zaman ki Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona konuştu. [Mûsâ]" Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana!" dedi. [Rabbi ona] dedi ki; "Beni sen asla göremezsin velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin." Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere kapandı. [yığıldı] Ayılıp kendine gelince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm [tövbe ettim] ve ben inananların ilkiyim" dedi.
Müminlerin namazda yere kapanmalarının nedeni, geçmişte bağlılığın ve teslimiyetin dışa vurulması yere kapanmak suretiyle olduğu içindir. Müminler geçmişten gelen örfe göre Allah'a teslimiyetlerini bu sembolik davranışla göstermektedirler.
Secde sözcüğünün gerçek anlamı bu şekilde açıklığa kavuştuktan sonra Kur'ân'daki secdesözcüklerinin doğru anlaşılması daha da kolay olmaktadır.
Meselâ, aşağıdaki Âyetlerde geçen secde sözcükleri, "bilinçli olarak bir başkasına- güçlü olması sebebiyle . teslim olunması, boyun eğilmesi" anlamdadır:
(Yûsuf; 4) Hani bir zaman Yûsuf, babasına "Babacığım, şüphesiz ben on bir yıldız Güneş ve Ay'ı gördüm. Onları bana secde ederken [boyun eğerken] gördüm" demişti.
(Yûsuf; 100) Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi ona teslim olarakyere kapandılar. Ve [Yûsuf]"Babacığım İşte bu durum, o rüyamın tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytân benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye lutuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır."
Babasının ve kardeşlerinin Yûsuf'a secde etmeleri, ona teslim olmaları, yaşam düzenlerini onun kontrolüne verip onun otoritesi dışına çıkmamaları anlamına gelmektedir.
(A'râf; 161) Ve bir zaman onlara "Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve 'Hitta,[Günahlarımızı bağışla!] deyin ve secde ederek [teslim olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız" denilmişti.
Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, o şehrin otoritesine teslim olmak anlamındadır. Aynı konu Bakara Sûresinin 58. ve Nisa Sûresinin 154. Âyetinde de konu edilmiştir.
Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur'ân'da bir de teshirî = ister istemez yapılan bir secde türü vardır ki, bu da insanın dışındaki diğer varlıkların Allah tarafından kendilerine kodlandığı şekilde hareket etmeleri ve zorunlu olarak işlevlerini yerine getirmeleri anlamında bir teslimiyet ve boyun eğmeyi ifade etmektedir.
(Ra'd; 15) Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister istemez de sabah akşam yalnızca Allah'a secde ederler.
(Nahl; 49) Göklerde ve yerde olan dâbbehden/canlılardan ne varsa ve melekler Allah'a secde ederler [boyun eğerler, teslimiyet gösterirler] ve onlar büyüklük taslamazlar.
(Hacc; 18) Göklerde ve yerde olanların, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, tüm kıpırdayan canlıların/ hayvanlar ve insanların çoğunun Allah'a secde ettiklerini [boyun eğdiklerini, teslimiyet gösterdiklerini] görmüyor musun?
TESBİH
“Tesbih”, “Allah'ı Kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmek/uzak tutmak, yani Allah'ı yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesile ile yüksek sesle söylemek” demektir.
İsmin tesbihi: Bir ismi “tesbih” etmek [noksanlıklardan uzak tutup yüceltmek] demek, aslında o ismin sahibini “tesbih” etmek demektir. Çünkü bir ismin sahibinin yüceliği ve kutsallığı, o ismin yüceliği ve arınmışlığı ile ifade edilir. Dolayısıyla ismin tesbih edilmesinden maksat, kendisine yakışmayan isim ve sıfatların Rabbimizden uzak tutulması ve adına sürülmüş karaların temizlenmesidir.
- Kur'an'ın indiği dönemde Araplar arasında:
- Meleklerin Allah'ın kızları olduğu,
- Üzeyir'in ve İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu,
- Bazı melek ve putların Allah'a yaklaştırıcı olduğu,
- Cinler ile Allah arasında bir nesep [soy bağı] ilişkisi bulunduğu gibi yanlış ve saçma inanışlar yaygındı. Bu nedenle; “ismin tesbihi” emri ile yapılması gereken, bu tarz inançları yansıtan isim ve sıfatların Rabbimizin isim ve sıfatları arasından derhal çıkartılıp atılmasıdır.
SABR
Esas anlamı “habsetmek, içerde tutmak” olan “sabır”, Kur’an incelendiğinde, “aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek, kararlı olmak, gevşememektir. Yani insanın elinde olmadan başına gelen ve ona büyük üzüntüler veren musibetlere karşı koymak, onların üstesinden gelmek için mücadele etmesidir. Sabrın ne olduğunu incelerken ne olmadığını da belirlemek gerekir. İyi bilinmelidir ki, haksız yere mahkûmiyete boyun eğmek, miskinliğe, uyuşukluğa, hor görülmeye ve aşağılanmaya razı olmak, zillete, haksız tecavüzlere, insan onuruna gölge düşürecek saldırılara katlanmak, bunlara karşı sessiz ve pasif kalmak, dayanmak, dişini sıkmak, sabretmek değildir. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sessiz kalmak, o davranışa ortak olmak demektir. Aksine sabır, bu tarz kötülüklerle mücadele etmek, bunlara karşı çıkmak, bir hakkı savunmak ve korumak için çaba göstermek, bu süreçte kararlı olmaktır.
İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları temin etme konusunda gevşeklik göstermesi sabır değil, acizliktir, tembelliktir, korkaklıktır.
Tüm peygamberlerin de ortak özelliği olan sabrın İslam’da çok önemli bir yeri vardır. Bunu tek kelimeyle veya birkaç sözcükle ifadeye çalışmak sözcüğün anlamını yansıtmamaktadır. O nedenle sözcüğü Arapçadan Türkçeye geliş haliyle bırakıyoruz. Okurlarımız “Sabır” sözcüğünün anlamını iyi bilmelidirler. Sabır konusu Tebyin’de ayrıntılı olarak sunulmuştur.
VEKİL
“Vekil”, “canlı cansız tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” demektir.
ALEM
“Âlemler” sözcüğünün anlamı, “Allah’ın yarattığı, Allah’ın imzasını taşıyan ve Allah’ı tanıma göstergesi olan her şey” demektir.
İBADET
İbâdet sözcüğü, dilimize fonetik olarak Arapça orijinaliyle girmesine rağmen kök anlamı olan "kulluk, kölelik etme" konusundaki insanın tarz ve tavrıyla ilgili asıl anlamını büyük oranda kaybetmiş ve sadece bir takım ritüel, ayin ve davranışlar için kullanılan bir kavram hâline dönüşmüştür.
A-be-de kök fiilinin mastarı olan ibâdet sözcüğü, "kulluk yapmak, kölelik etmek" anlamına gelir. Bu anlamlar bir insanın kayıtsız şartsız teslim olmasını, itaat etmesini, boyun eğmesini ifade eder.
İbâdet'in dinî terim olarak anlamı ise; "kulun sahibine/yaratanına karşı, sahibi/yaratanı tarafından verilen görevleri kayıtsız şartsız kabullenip yerine getirmesi" demektir.
Her şeyin yaratıcısı olan Allah, yarattığı kulları için belirlediği davranış ve yaşam tarzını kullarına çeşitli şekillerde bildirmiş ve en son olarak bütün bu bildirileri Kur'ân'da toplamıştır.
Bu gerçekler ışığı altında ibâdet, Allah tarafından bir talimatname [Kur'ân] ile kullara bildirilen görevlerin kullar tarafından kayıtsız şartsız itaat edilerek ve teslimiyet gösterilerek [boyun eğilerek] yerine getirilmesidir.
Öyleyse ibâdet, halk arasında yaygınlaştığı gibi sadece üç-beş ameli yapmaktan ibaret değildir. İbâdet, Allah'ın kulluk talimatnamesinde vermiş olduğu görevlerin tümünü yapmaktır, hepsini uygulamaktır.
İNZAR
İnzar, “korkutarak, bilgilendirerek ve bilinçlendirerek çekindirme” demektir. Biz, bu sözcüğün emir kalıbını kısaca “uyar” diye sunuyoruz. Değerli okurlarımız bu “uyar!” ifadesinin “korkutarak, bilgilendirerek ve bilinçlendirerek çekindir!” demek olduğunu unutmamalıdırlar.
SUR'UN ÜFLENMESİ
“Borunun üflenmesi” ifadesi, eski devirlerde kullanılan, toplanmayı veya tehlikeyi haber vermek için kullanılan bir yöntemdir. Bu boru genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan yapılırdı. Borunun öttürülmesi, bir içtima borusunun veya sireninin çalınacağını düşündürmekte ya da bir hakemin oyunu başlatan ve bitiren düdüğünün öttürülmesini veya bir okulda dersin başladığını ve bittiğini bildiren zilin çalınmasını çağrıştırmaktadır. Biz bunu “Alarm vurması” olarak anlayabiliriz. Bu ifade, bu âyetin dışındaki yerlerde “Sur’un üflenmesi” olarak yer alacaktır.
SEKAR
“Sekar”ın kök anlamı “Sıcaklığın beyne acı vermesi” demektir. “Sekar” taşıdığı bu anlamlardan dolayı cehennemin özel isimlerinden birisi olmuştur.
Ama paragrafta Rabbimiz “Bilir misin nedir Sekar?” buyurarak toplumun bildiği anlamı kastetmediğini bununla başka bir şey anlattığını göstermiştir. Ki buna benzer örnekler çoktur. Demek oluyor ki Sekar sözcüğüne Rabbimiz 28- 30. âyetlerde yeni bir anlam yüklemiştir:
“Sekar, üzerine “on dokuz” konulmuş, beşer için fevkalâde levhalar yapan, sürekli tutmayan, yok da etmeyen bir şeydir.” Ve Kur’an’ın beşer sözü olduğunu ileri süren küstahlar “sekar”la yüzleşecekler ve sekar sayesinde Kur’an’ın beşer sözü olmadığını kabulleneceklerdir.
BEŞER
“Beşer” sözcüğü “halk, insan” demek olduğu gibi, insanın üzerinde kıl biten yüz, kafa ve vücudunun üst derisi anlamına da gelir.
LEVVAHATÜN
Levvahatün sözcüğü de sesteş bir sözcüktür.
“Levvahatün” sözcüğünün kök sözcüğü olan “levh”, tahta demektir.
“Levh” sözcüğü ayrıca “şimşek çakması, parlamak, uzaktan görünme, yakıp kavurma, deriyi siyahlaştırma, susamışlık” anlamlarına da gelmektedir.
Tüm okurlarımız sözcüklerin bu anlamlarından hareketle değişik anlamlar çıkarıp anlayış seviyelerine göre birini kabullenebilirler.
ŞEYTAN
Şeytan, sözlük anlamı olarak "Haktan uzak olan" demektir. Kavram olarak ise, "Hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı'dır."
Şeytanın kimler veya neler olabileceği, özellikleri ve ayırt edici nitelikleri Kur'ân'da ayrınyılı olarak mevcuttur. Kur'ân'a göre Şeytân:
• Haram yemeyi, haksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden,
• Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi telkin eden,
• Bizi fakirlikle korkutan,
• Bizi kuruntulara düşüren,
• Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
• Kandırmak için bize yaldızlı sözler fısıldayan,
• Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran,
• Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,
• Bizi azdıran,
• İçki/uyuşturucu ve kumarla insanlar arasına düşmanlık ve kin sokmak isteyen,
• Bizi Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak isteyen kişiler ve güçlerdir.
“Kovulmuş şeytan”, “inatçı şeytan” ifadeleri de Kur’an’da “İblis” için kullanılır. “İblis” ise, “insanın düşünme yetisi”dir. Kur’an’da bu yeti kişileştirilerek kullanılır. Ayrıntılı bilgi “Tebyinü’l Kur’an”da görülebilir.
ARŞ
Arş, “En büyük, en yüksek makam koltuğu; taht” demektir. Kur’an’da 26 kez geçer. Bunlardan dördü Neml suresinde Sebe melikesinin tahtı, biri de Yusuf suresinde Yusuf peygamberin tahtı olmak üzere kullar için geçerken 21 tanesi mecâzi olarak Allah’ın tahtı olarak geçer.
İNTİKAM
Suçluyu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlamak.
KAFİR
Allah’ın ilâhlığını, Rabbliğini örten demektir.
İNS ve CİN
“İns”, “cin”, “ins-cin” Sözcükleri
“Cin” ve “İns” sözcükleri Kur’an’da ilk kez burada geçtiğinden bu sözcükler ile ilgili kısaca bilgi veriyoruz.
Bilindiği üzere “Cin”, halk kültüründe “İnsan gibi yiyip içen, üreyen, inanan, bazen ehil insanlarca işçi gibi çalıştırılan, olağanüstü güç ve bilgilere sahip, insanları çarpan, istediklerine zarar veren, erdirici, yüksek değerler ilham eden gizli destekçi güç, görünmeyen yaratık” olarak bilinmektedir. Bu nedenle de Kur’an yanlış anlaşılmaktadır.
“Cin” sözcüğü, aslında “örtülü varlık; insanın beş duyusuyla kavrayamadığı, algılamaya kapalı, mevcudiyeti kesin olan varlıklar veya güç” demektir. Bu sözcüğün karşıt anlamlısı da “İns, İnsan; “beş duyu ile hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran” demektir.
Aşina olduğumuz şu sözcükler de “Cin” sözcüğünün türevlerindendir:
Cennet: “Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer” demektir.
Cinnet: “Aklı, fikri saklanmak, delirmek” demektir.
Cenin: Ana karnında saklandığı için bu adı almıştır.
Cünnet: “Savaşta kullanılan kalkan”; kişiyi oktan mızraktan sakladığı için bu ad verilmiştir.
Kur’an’da “cinn” sözcüğünün “mikroorganizmalar, elektrik, mıknatıs, ışın, radyasyon, ajan [casus], yabancı, kimliği belirsiz kimse” anlamlarında kullandığını göreceğiz.
Bir de Kur’an’da “İns ve Cin” sözcüklerinin beraber kullanıldığını görürüz. Bu iki zıt anlamlı sözcük birlikte kullanıldığında sözcüklerin anlamı farklılaşmakta, başkalaşmakta ve zenginleşmektedir.
Zıt anlamlı iki sözcükten, daha kapsamlı bir anlam çıkarmak her dilde var olan bir uygulamadır. Örneğin: Gece- gündüz, yaş-kuru, canlı- cansız, kedi- köpek, sabah- akşam, yer- gök, iyi- kötü, acı-tatlı, sağa-sola, ileri-geri, aşağı-yukarı, enine- boyuna, ak- kara, irili- ufaklı, dünya- ahret, …… gibi zıt anlamlı sözcüklerin beraber deyimsel kullanımında, kalıbın anlamı, sözcüklerin özel anlamlarından farklılaşmakta, zenginleşmektedir.
Anlamlarının birbirlerine zıt olduğunu gördüğümüz “ins” ve “cin” sözcükleri, birlikte bir kalıp hâlinde kullanıldıklarında, “gördüğünüz-görmediğiniz, bildiğiniz-bilmediğiniz, tanıdığınız-tanımadığınız, yani herkes ve her şey” anlamına gelmektedir. Bunun Kur’an’daki örnekleri pek çoktur.
İLAH
Sözlük anlamı “örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk” demek olan “ilâh” sözcüğü, genelde “ibadet edilen, tapınılan, ululanan” nesnelerin ortak adı olmuştur. “İlâh” sözcüğünün “ibadet edilen varlık” anlamında kullanılmasının sebebi olarak; bu sözcüğe “ihtiyaçları gideren, işlenen amelin karşılığını veren, huzur, rahatlık veren, yücelik, hükmü altına alıp koruyan, musibet anında koruyan” anlamlarının yüklenmiş olması gösterilebilir.
“İlâh” sözcüğü Kur'an'da hem “Hak olsun batıl olsun, ayırım yapılmaksızın, insanların tapındığı varlık” anlamında, hem de “Gerçekten ibadete lâyık olan Hakk mabut” anlamında kullanılmıştır.
SAMED
“Samed” sözcüğü, birçok anlamı olan bir sözcük olup bunların tek bir kelime ile çevrilebilmesi mümkün değildir. Rabbimiz bu sözcüğü özellikle seçmiştir. Bu anlamlar şöyle sıralanabilir:
- Bütün ihtiyaçlar konusunda, kendisine yönelinen, başvurulan efendi, büyük,
- İçinde boşluğu olmayan [içine hiçbir şey konamayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan],
- Bütün her şeyi bilen,
- Halim,
- Şan ve şerefi zirvede olan,
- Her şeyi yaratan,
- Arzu edilen işler hususunda kendisine yönelinen, yalvarılan, sıkıntılı anlarda kendisinden yardım istenilen,
- Dilediğini yapan, istediği hükmü veren, verdiği hüküm hususunda kendisine hesap soracak ve hükmünü reddedecek hiç kimse bulunmayan,
- Yegâne şerefli zat,
- Gani [zengin],
- Kulları üzerinde kahir, kendisinden yukarıda hiç kimse bulunmayan, aşağısındakilere saygı gösterme durumunda olmayan, bütün ihtiyaçlar kendisine arz edilen,
- Yemeyen, içmeyen, doyuran ama doyurulmayan, yarattıkları yok olduktan sonra baki kalan,
- Ebedî ve ezelî olan,
- Ölmeyen, kendisine vâris olunmayan,
- Uyumayan ve uyarılmayan,
- Hiç kimsenin niteliği ile nitelenmeyen,
- Ayıbı, eksiği, kusuru bulunmayan,
- Başına belâ gelemeyen,
- Niteliklerinde ve işlerinde en mükemmel olan,
- Daima galip gelen, asla mağlûp olmayan,
- Yaratıkların, keyfiyetine muttali olamayacağı [nasıl bir şey olduğunu bilemeyeceği],
- Gözlerin idrak edemeyeceği,
- Eksiklikleri ve fazlalıkları bulunmayan.
Bu ifadeleri matematikçilerin ifadesiyle özetlersek: Varlığı ile ilgili olarak hiçbir sayı sistemiyle [doğal sayılardan sanal sayılara kadar] işlem yapılamayan mükemmel, kâmil varlık.
Bu kadar zengin anlamı olan bu sözcüğün, Kur'an'da Allah için kullanılmadan önce tarihte başka bir ilâh için kullanılmamış olması dikkate değer bir husustur.
İSTİVA
“İstiva” ifadesi, mecaz anlam olarak, “Egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı” demektir. Âyetlerde görüleceği üzere “Arşa istva etti” ifadeleri, “En büyük, en yüce makamda egemenlik kurdu, kontrolü eline aldı” anlamındadır. Müteşabih olan bu kavram âyette mecaz olarak kullanılmıştır. “İstiva” sözcüğü, resmi Mushaf’ın Yunus; 3, Ra'd; 2, Furkan; 59, Secde; 4, Ta Ha; 5, A'râf; 54, Bakara; 29. âyetlerinde de yer alır. Âyetteki “istiva eden” ifadesi ile kastedilen de Allah'tır. Çünkü “İstiva” Allah'ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir.
MELEK
“Melâike” ve bunun tekili olan “melek” sözcükleri, “Sesteş” sözcüklerdir. Hem “elçi göndermek” anlamına gelen “ulûk” kökünden hem de; “kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki “ melk” kökünden türemiş olabilir.
“Elçi göndermek” anlamına gelen “ulûk” kökünden türemiş “melek, melaike” sözcükleri, PEYGAMBERLERİ VE VAHY ÂYETLERİNİ İFADE EDERLER.
“Melk” kökünden gelen “melek, melaike” sözcükleri de “doğadaki maddi ve enerjik tüm güçleri ifade eder.
Tespitlerimize göre Kur’an’da geçen bu sözcükler, her iki kökten de türemiş ve türediği kökün anlamına göre farklı manalarda kullanılmıştır. Yani “melâike” sözcüğü, Kur’an’da bazen birinci anlamda, bazen de ikinci nlamda kullanılmıştır. Sözcüğün Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığı ise yer aldığı pasajın söz akışından ayırt edilmektedir.
MELEKLER:
Yukarıda belirttiğimiz gibi, “melek” sözcüğünün anlamı hangi kökten türediğine göre değişmektedir. “Melâike” ve bunun tekili olan “melek” sözcükleri ya “ ulûk” kökünden ya da “ melk” kökünden türemişlerdir.
Buna göre, konumuz olan “melâike” sözcüğü bazen “elçi” anlamına, bazen de “yönetim gücü” anlamına gelmektedir. Sözcüğün nerede hangi anlamda kullanıldığı ise yer aldığı pasajın söz akışından anlaşılmaktadır.
İKİŞER, ÜÇER, DÖRDER KANATLI
Cahiliye Arapları arasında yaygın olan inanışa göre Allah’ın kızları ve yardımcıları olan melekler kanatlı yaratıklardır ve rüzgâr, yağmur, deprem gibi doğa olayları da onların eseridir. Bu cahilî inanışlar kısmen rivâyetlere de girmiş ve peygamberimizin Cebrail’in kanatlarının altı yüz olduğunu bildirdiği iddia edilmiştir. Ayrıca bu tür abartılar İsrafil’in her biri doğudan batıya uzanan tam on iki bin tane kanadı olduğu, Allah’ın Arş’ını da bu kanatlarla taşıdığı gibi fantezilerle de süslenmiştir. Özellikle Ka’bu’l Ahbar rivâyetlerindeki meleklerin kanatları milyonları da aşmaktadır.
Biz, “kanat” sözcüğünün burada “güç”ten kinaye olarak kullanıldığını düşünmekteyiz. Şöyle ki: Bu kanatlar bir bakıma fizik biliminde bir güç birimi olarak kullanılan HP [Beygir Gücü] ifadesi gibidir. Meleklerdeki kanat çokluğu, onların güçlerinin fazlalığını ifade etmektedir. Buna göre, meleklerin kanatları:
* “Melek” sözcüğü “yönetim gücü” anlamında kabul edildiği takdirde, meleklerin kanatları da yağmur, rüzgâr, sel gibi doğa olaylarının “güç”ü olarak;
* “Melek” sözcüğü “haber verici” anlamında kabul edildiği takdirde ise “Kur’an âyetlerinin müteşabih anlamlarının insanlar üzerinde yarattığı etkiler” olarak anlaşılmalıdır.
Bu açıklamalardan sonra konumuz olan âyetlerin takdiri, sözcüklerin değişik anlamlarına göre iki türlü yapılabilir:
a- “Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, gönderdiği âyetleri ikişer, üçer, dörder anlamlı elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.”
b- “Hamd, gökleri ve yeri yarıp parçalayacak olan, rüzgârları değişik şiddette elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.”
Meleklerin bu âyette ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçi oluşları hakkındaki tevilimiz, indirilmiş elçiler olan Kur’an âyetlerinin müteşabih olanlarının birden çok anlamı ifade ettiklerinin bildirildiği yönündedir. Bu anlamı tercih etmemize, 2. âyette geçen “rahmet” ve “Hakiym” ifadeleri ipucu olmuştur.
Âyetin son kısmındaki “Allah … artırır” ifadesiyle Allah’ın gücünün sınırsızlığı, her istediği şeyi yaratacağı ve yaratmasının sürekliliği açıklanmaktadır.
ŞEFAAT
“Şefaat” sözcüğünün sözlük anlamı “Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek”tir. Sözcük zaman içerisinde “Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.
Sözcüğün terim anlamı ise “Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.
Kısaca şefaat “aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir. Şefaat hem dünya hem ahrette söz konusudur. Dünyada hem Allah’ın hem meleklerin hem peygamberlerin hem de insanların birbirine şefaati olur ve olabilir. Ahrette şefaat ise sadece Allah’a aittir.
Halk arasında yaygın olarak “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi; günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlaması, tabir yerinde ise “Allah nezdinde torpil yapması” şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur'an'a terstir.
RUH
“Ruh” sözcüğünün esas anlamı “can” demektir. Sözcük “vücuh” ifade eden yani hakikat ve mecaz olarak birçok anlamda kullanılabilen bir sözcüktür.
Ansiklopedik anlamda “ruh”, “Genel olarak varlığın maddî olmayan boyutu ya da özü” olarak tarif edilmiştir.
“Ruh” sözcüğü, yukarıda verdiğimiz hem sözlük hem de ansiklopedik anlamlara uygun olarak, “manevî benlik” ve “can” kavramları ile eş anlamlı kabul edilmiştir. Geniş anlamda “canlılık, duygu” demek olan ve ayrıca “karakter” anlamına da gelen “ruh” sözcüğü, mecazen bir şeyin özünü, en önemli ve en can alıcı noktasını ifade eden bir anlam taşımaktadır. Meselâ pasif kimseler hakkında kullanılan “ruhsuz” sıfatı sözcüğün geniş anlamına, “meselenin bütün ruhu buradadır” şeklindeki deyimleşmiş cümle de mecaz anlamına birer örnek teşkil eder. Sonuç olarak, yukarıdaki anlamlar etrafında “ruh” ile ilgili yüzlerce deyim üretilmiştir.
“Ruh” sözcüğünün geleneksel dinî terim anlamı, çok genel bir ifadeyle “Bedensel varlığı yaratıldıktan sonra Allah tarafından üflenmek suretiyle insana kazandırılan canlılık” şeklinde tanımlanmaktadır.
“Ruh” sözcüğü Kur'an'da “İlâhî esinti, vahy/bilgi” anlamında kullanılmıştır, geleneksel anlamdaki ruh ile alakası yoktur. Kur'an'da bahsedilen “ruh” [ilâhî esinti, vahiy], sadece bilerek ve isteyerek bu ruha sahip olan ve onu hayatına geçiren kişilere ve toplumlara anlamlı bir canlılık veren, onları kokuşmaktan koruyan bir şeydir.
EV (BEYT)
Burada “bu Ev” ifadesi ile kastedilen, Beytüllah [Allah’ın evi], yani Kâbe’dir. Kur’an’da Allah orası için “evim” ifadesini kullanmıştır. “Allah’ın evi” ifadesi “Allah’tan başkasına ait olmayan ev” demek olup oranın kamu mülkü olduğu anlamına gelmektedir. Bu da orada sosyal meseleler görüşülecek, kamusal ihtiyaçlara çözümler üretilecek, topluma ait [eğitim, yasama, yürütme gibi] konularda kararlar alınacak demektir.
“Bu Ev’in Rabbi”
“Rabb” sözcüğü, “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, programlayıp yöneten” demektir.” "Bu Ev’in Rabbi” denilerek Rabbin “Ev”e izafe edilmesi, Kâbe’nin yapılışının ve işlevlerinin tümünün Allah tarafından programlanıp uygulandığını göstermektedir. Gerçekten de o ev, Allah adına yeryüzünde yapılmış ilk evdir, orası bereketlidir, orada bolluk vardır.
Kureyşliler, Kâbe’ye hacc ve umre için gelen binlerce insana verilen hizmetleri kendi aralarında paylaşmışlardı. Her sülâlenin belirli bir görevi vardı. Kâbe’nin bekçiliği, bakıcılığı, hacılara su dağıtımı, hacılara yardım, hacılara para toplama, yemek yedirme, hacıların mahkemeleşmesi gibi birçok iş Kureyş tarafından yapılmaktaydı. Bu kutsal turizm, Kureyşlilere tarifi zor bir üstünlük ve saygınlığın yanında, bol kazanç da sağlıyordu. Ne var ki, Kureyşlilerin Mekke’de sürdükleri bu sefa onların kendi gayretlerinin değil, Allah’ın Kâbe ile ilgili plânlarının bir sonucuydu. Nitekim Allah’ın Kâbe ile ilgili bu plânı günümüzde de yürümekte ve kutsal turizm bugün Suudî Arabistan devletini ihya etmektedir.
KARİAH
- “Kariaah” sözcüğü, “çok şiddetle vuran, çok şiddetle yüklenen şeyler, insanlara şok yaşatan ciddî felâketler” anlamındadır.
İnsanlar, göklerin çatlaması, güneş ve ayın söndürülmesi, yıldızların bulandırılması, dağların yürütülmesi, denizlerin kaynatılması, kısaca her şeyin hercümerç olması sonucunda şoka girerek ne yaptıklarını bilmez hâlde serserice dolaşacaklardır. Evrendeki tüm varlıklar kontrolsüz bir şekilde birbirlerine çarpacaklar ve birbirlerinin felâketlerini oluşturacaklardır. O gün kimse için dönüş veya kaçış imkânı bulunmayacaktır.
İşte, bu yüzden kıyamet “en büyük felâketin kapıları çalması” anlamında “el-Kariah” olarak isimlendirilmiştir.
VEFAT
“Vefat”, “tastamam verme, eksiltmeden yerine getirme” demektir. “vefat”, Allah’ın insanlara, ölecekleri andan hemen önce yaşatacağı, herkese yaptıklarının ve yapması gerekirken ötelediklerinin hepsini eksiksiz fazlasız göstereceği, haber vereceği bir süreçtir. Başka bir ifade ile “vefat”, Rabbimizin, insanın hayatındaki tüm kayıtları en ince ayrıntısı ile tıpkı bir yazarkasanın “Z raporu” gibi, ölüm anından kısa bir süre önce hiç eksiksiz fazlasız ortaya koyuvermesidir. Bu “ortaya konuş” ise insanın yapısına yaratılıştan yerleştirilmiş olan “koruyucular, bellekler, elçiler [hafıza hücreleri]” ile sağlanmaktadır. Rabbimiz meselenin önemine binaen “ölme, öldürme” demeyip ölümü, ölüm öncesinin o esrarengiz olaylarının adıyla vermektedir.
SÖZ (KAVL)
Burada konu edilen “Söz”, Sad; 84, 85 ve Secde; 5’te konu edilen “Cehennemin ins ve cin [herkes] tarafından doldurulması”na yönelik, Rabbimiz tarafından alınmış bir ilke kararıdır. Rabbimizin bu kararı Kur’ân'da bazen “el-kavl” bazen de “kelimetü Rabbik” şeklinde geçer.
MELE-İ A‘LÂ
Âyetin orijinalindeki [MELE-İ A‘LÂ]: [mele’] sözcüğünün esas anlamı, “dolu olan” [depo] demektir. Zaman içerisinde “reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri” için de mecâz anlamda kullanılmıştır. Bu kişilere mele’ denilmesi, onların bilgi, deneyim ve anlayışla dolu olmalarından kaynaklanmıştır.
Eski tefsirciler, mele’ sözcüğünün “reisler, ileri gelenler” [konsey] şeklindeki mecaz anlamından yola çıkarak âyetteki, [el-mele'il-a‘lâ] tamlamasını, içindeki a‘lâ [yüce] sıfatından dolayı “yüce konsey” olarak değerlendirmişlerdir. Ancak, bu yüce konseyin ne olduğu hakkında ortada sağlam bir kanıt bulunmadığından, bunların “göklerdeki melekler”, “kerrûbiyûn/mukarrebûn” [Allah'a en yakın olan melekler] olduklarına dair mesnetsiz bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir. Ama iş bununla kalmamış, Allah'ın başucundaki meleklerin [yüce konseyin] muhabbetlerini dinlemek üzere şeytânlar da göklere çıkarılmış ve orada yıldızlarla bombardımana tutulmuşlardır.
Bize göre ise, sözlük anlamı “yüce dolu, yüce depo” demek olan mele-i a‘lâ ile kastedilen, “vahiydir, Kur’ân âyetleri”dir. Çünkü Kur’ân, herkesin ihtiyacını karşılayacağı her şey ile dopdoludur; herkesin ihtiyaç duyduğu/duyacağı bilgiler, eksiksiz olarak Kur’ân'da depo edilmiştir. Kur’ân'ın içindekiler ıvır-zıvır şeyler olmayıp, en değerli, en yüce şeylerdir. Zaten 69. âyetin önü ve arkası iyi anlaşıldığında, [mele-i a‘lâ] ifadesi ile “Kur’ân”ın kasdedildiği hemen görülür. Zira, 70. âyette “vahyedildiği” bildirilen ve 68. âyette de kâfirlerin “yüz çevirdikleri” şey Kur’ân'dır. Şimdiye kadar tahlilini yaptığımız sûrelerde hep gördüğümüz ve aşağıdaki âyetlerde de göreceğimiz gibi, müşrikler daima Kur’ân'ı tartışma konusu yapmışlardır. Ayrıntılı bilgi Tebyin’de verilmiştir.
[Mele-i a‘la] ifadesi, Sâffat/8'de de yer almış ve orada da “yüce depo” anlamında ve Kur’ân'ın bir niteliği olarak zikredilmiştir.
AĞAÇ (ŞECER)
Pasajda geçen “şecer (ağaç)” ve “varakılcennet (cennet yaprakları)” ifadeleri "mal, altın, gümüş, deve, arpa buğday ve hurma" demektir. Bunun ayrıntıları Tebyin’de verilmiştir.
Kıssayı anlatan âyetlerdeki ifadeler ve sözcüklerin gerçek manaları göstermektedir ki, Allah insanın mal tutkusundan uzak olmasını istediği için Âdem ve eşini mal düşkünü olmaktan menetmekte, İblis de Âdem ve eşini mal ile aldatmaktadır.
Görüldüğü gibi, âyetteki ifadeler tam anlamıyla hayatın gerçeklerini yansıtmaktadır. Âdem ve eşinin, nimetlerin tadına varınca onların esiri olmaları ve tutkuyla bağlandıkları bu nimetlerden ayrılmamak için onlara sımsıkı sarılmaları, bugün de karşılaşılabilecek manzaralardır. İğreti dünya hayatının süslerinden bir tanesini bile dışarıda bırakmadan hepsine sahip olan veya olmak isteyen, faydalandığı süsleri âdeta üzerine yapıştırıp tam anlamıyla bir süs istifçisi hâline gelen insanlar hiç de az değildir. O hâlde, Rabbimizin sözleri kesinlikle bir masal gibi algılanmamalı ve bilinmelidir ki, "kendisine ilham edilmiş fücurun İblis'in etkisiyle dışa vurması" şeklinde ortaya çıkan çirkin insan davranışları, Âdem ve eşine kadar dayanmaktadır.
MESCİD
Mescid”, [secede, yescüdü] fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup, “secde edilen/ettirtilen yer” demektir ki bunun, bugün kılınan namazlardaki secde yeri ile alâkası yoktur. Bu; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin ikna edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer”; kısaca “eğitim-öğretim, ikna alanı” demektir.
ARAF
ASHÂB-I A'RÂF: "Bu dünyada az seviyede de olsa, Kur’ân hakkında bilgi sahibi olan, Kur’ân necmlerini bilen" kimselerdir.
Bu kimseler, sahip oldukları Kur’ân bilgisiyle kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bilebilirler. Bize göre, Kur’ân'dan en az on necm öğrenmiş olan insanlar, başkaca bir sosyal bilgiye, tahsile gerek kalmadan, kişilerin yaşam tarzlarına bakarak cennetlikler ile cehennemlikleri ayırt edebilirler.
NAMAZ
“Namaz” sözcüğü Hindçe'den Farsça'ya, Farsça'dan da Selçuklular döneminde Türkçe'ye geçmiştir. Farsça'daki ilk anlamı, “ateş önünde saygıyla eğilmek” demektir. Sanskritçe, “saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin Farsça'ya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “selam vermek” anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hind kültüründe de görülebileceği üzere “eğilerek” yapılan bir fiildir.
Namaz” sözcüğünün Farsça'daki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı, Arapça ve Kur’ân'da [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Âyetin orijinalindeki ً[tezarru‘an] ifadesi, [d-r-a] kökünden türemiş “tefe‘ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı “zillet ve tevazu göstermek”tir Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” öğeliği itibariyle “zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir. Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere bu ibadetin kuramlaştırılacak bir şekli yoktur. Mü’min rabbine karşı zilletini gönlüne göre yapar. Namazda rekat, kıbleye dönme, abdest alma, örtünme, belirli âyet ve duaları okuma vs. gibi herhangi bir koşulu yoktur. Bunlar sonradan ihdas edilmiş şeylerdir. Kısacası namaz, kalp ve kalıbın birlikte Allah’a niyazıdır.
Âyetin orjinalinde yine [vav] bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd'dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve “gizleyerek” demektir. Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır.
ASA
Klasik kaynaklara göre “Asa” sözcüğünün tam karşılığı “BİRİKİM, sıkı tutulan” demektir. Bu anlamıyla da tam tamına “Kur’an” sözcüğünün de karşılığıdır. Bunun bastona isim olması da sadece el ve parmakların üzerinde toplanması değil “üzerine dayanmak, yaprak silkeleme, silâh, kazma olarak kullanma vs. gibi birçok yararın da toplanması”dır.
Bu sözcüğü Musa’ya izafe ettiğimiz zaman, “Musa’nın birikimi, Musa’nın sıkı; kuvvetle tuttuğu” demektir. Ki bu, âyetlerden anlaşılacağı üzere “Musa’ya yapılan vahiyleri ve Musa’nın deneysel bilgi birikimi”ni ifade eder. Musa’nın asasının ne olduğu açıkça beyan edilmektedir. Bakara 63, 93, A’af 145, 171, Meryem 12’den de “kuvvetle tutulacak şeyin Kitap; İlahi vahiyler olduğu açıkça anlaşılır. Ayrıca 181. Necm’de görüleceği üzere Yunus suresinde Rabbimiz, “… Nihâyet etkili söz söyleyen bilginler gelince, Musa onlara “Ne atacaksanız atın!” dedi.
Onlar ortaya atınca da Musa “Sizin getirdiğiniz şey bir göz boyama, aldatmacadır. Şüphesiz, Allah onun boş ve asılsızlığını ortaya çıkaracaktır. Şüphe yok, Allah kargaşacıların işini düzeltmez. Ve Allah, günâhkârların hoşuna gitmese de, hakkı, Kendi kelimeleriyle ortaya koyup gerçekleştirir” dedi. …” şeklinde açıklamada bulunarak, sihirbazların sopayla değil, Allah’ın kelimeler” ile mağlup edildiğini açıkça bildirir.
“Asa” sözcüğü Kur’an’da altı kez geçer. Bunlardan Taha 18’deki “Asa”, çoban asasıdır. Bildiğimiz bastondur. Ki Rabbimiz Musa’ya bu asayı ilk vahiy anında bıraktırmıştır. Diğerleri ise “Musa’nın vahy ve deneysel olarak öğrenmiş olduğu bilgi birikimi”dir. Musa’nın Firavun’a karşı, sudan geçmek için, taş kalpli israiloğullarını adam etmek için kullandığı asa, Musa’nın bilgi birikimi; kendisine yapılan vahyler ve o zamana kadar öğrendikleri ve edindiği deneyimlerdir.
SÜ'BAN
“Sü’ban” sözcüğü, su ve kan akması anlamındaki “seab” sözcüğünden gelir. Vadide sel yataklarının kıvrım kıvrım olması, sevgilinin uzun saçlarının kıvrım kıvrım olması, şairlerin gözünde bu sözcükle ifade edilir. Bu sözcüğün çoğulu da “sü’ban” şeklindedir. “Sü’ban” sözcüğü tekil olarak da “uzun, güçlü, fare avlayan yılan anlamında kullanılır.
Demek oluyor ki “Süb’an” sözcüğünün esas anlamı, selin, önüne gelen her şeyi içine alıp sürüklemesi demektir. Fareleri avlayıp yutan yılana da bu ismin verilmesi yılanın şekil, uzunluk ve kıvrımlığı itibariyle dereye benzemesi ve önüne çıkan fareyi yutmasındandır. Musa’nın birikiminin buna benzetilmesi de İlahi vahyin, her türlü beşeri plan ve desiseleri; batılı yok edip yutmasındandır.
YED-İ BEYZA
Yed
Âyetin orijinalindeki “yed” sözcüğü genellikle “el” diye çevrilir. “Yed” sözcüğü Mecaz olarak, “kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay,.. elle yapılan işlerin tümü “anlamında kullanılır.
Burada konu edilen güç, diğer âyetlerde; resmi mushafın Neml 12, Kasas; 32’de “cebindeki/ koynundaki güç” olarak nitelenmektedir. Bu güç, Harun’dur.
Beyza
Bu sözcük Türkçemizde kullandığımız “beyaz” sözcüğü ile aynı kökün türevlerindendir. Bu sözcükle ilgili de şu bilgiler verilmektedir:
Kökü yumurta demektir. Beyaz, sözcüğü de “yumurta rengi” demektir. Bu sözcüğün “Beyzae” kalıbı, aşırı beyazlığı, parlaklığı ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz bayana, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, kameri ayların ondört onbeşinci geceki görünümlerine “Beyza” denir. “yed-i Beyza”, tamlaması “ispatlanmış, kanıt” demektir. Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre biz bu sözcüğü “bembeyaz” anlamıyla ifade edebiliriz. Bu ifade, mükemmelliğin kusursuzluğun mecazi olarak ifade edilişidir.
Âyetlerde konu edilen “güç”ün, görenlere karşı bembeyaz; kusursuz, mükemmel oluşu da Harun’un ifade ve hitabet yeteneğinin mükemmelliğidir. Âyetlerden anlaşıldığına göre Musa peygamberin ifade yeteneği, ama İbranice’yi iyi bilemeyişi, ama dilindeki bir problem nedeniyle zayıf idi. Musa’nın bu kusuru, kendisine kardeşi Harun’un vezir, sekreter, sözcü olarak verilmesiyle giderilmiştir. Bunu Ta Ha suresindeki pasajda açıkça göreceğiz.
SİHİR
Sihir, “bir şeyi, göz boyayarak, el çabukluğu yaparak veya başka taktiklerle gerçeğinden başka bir şekilde göstermek” demek olup mutlaka göz boyama anlamında değildir. İyi bir anlatım, konferans da “ bizi büyüledi, hayran bıraktı şeklinde ifade edilir. O nedenle biz, “sihirbaz” sözcüğünü “büyüleyici, etkin bir bilgin” olarak takdim ettik.
YEMM
Âyetin orijinalinde yer alan “Yemm”, bahr; çok su demektir. Leys bu sözcüğü “derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz olarak tarif etmiştir. Ama Kur’an’da Ta Ha 39, âyette “Musa’nın annesine bebeği “Yemm”e bırakması vahyedilip ve Musa’nın sandığı Yemm’de sahile vurması açıkça açıklandığına göre bu iddia doğru olmaz. Zira Musa Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.
Bu sözcüğün Süryaniceden Arapçalaştırıldığına da inanılır.
Ayrıca bu Kitab-ı Mukaddesteki bu sözcüğün İbraniceden İngilizceye bazı çevirilerde “Red sea (kızıl deniz)”, bazı çevirilerde “reed sea (saz, kamış denizi)” olarak çevrilmesi, çok çok düşündürücdür.
Bu sözcük, A’raf 136, Ta Ha 39 (iki kez), 78, 97, Kasas; 7, 40 ve Zariyat; 40’ta geçer.
Musa’nın ailesinin ve Firavun’un yaşadığı yerler dikkate alındığında Musa pasajlarında geçen “bahr ve yemm” kelimelerini “bol su; nehir olarak çevirmek gerekmektedir Bu âyetlere bakıldığı zaman Firavun’un, kesinlikle bebek Musa’nın bırakıldığı suda boğulduğu, denizde; Kızıldeniz’de boğulmadığı anlaşılmaktadır.
BAHR
“Bahr”, “ister tatlı ister tuzlu olsun çok su” demektir. Bu sözcük “kara parçası” sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı “yarmak” demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri “bahr” sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara (denizlere) “Bahr” denmesi yaygındır. (Lisan Bhr” mad, Tac. Bhr Mad.)
Yine Musa’nın ailesinin ve Firavunun yaşadığı kent dikkate alındığında buradaki ‘bahr’ sözcüğünden de Nil nehrinin kastedildiği anlaşılır.
“Bahr” sözcüğü, Musa ile ilgili âyetlerde: Resmi Mushaf; Bakara; 50, A’raf; 138, Yunus; 90, Ta Ha; 77, Şuara; 63 ve Duhan; 24’te geçer.
DARB
“Darb” sözcüğünün “hakikat” manası, “Bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak” demektir. Bu asıl anlamdan hareketle, bu sözcük, “vurmak, çarpmak, yarmak, sıkıştırmak, yola gitmek, kalp atışı, nabız vuruşu, örnek vermek vs. gibi yüzlerce anlamda kullanılır. Biz bunu Tebyin’de Sad suresi kapsamında Eyyüb peygamber ile ilgili bölümün tahlilinde ayrıntılı olarak verdik.
Bu sözcüğün buradaki anlamı gerçek anlamı olan “bir şey üzerinde bir şey oluşturma”dır.
FURKAN
Mürselât Sûresinde de açıkladığımız gibi, Kur'ân'ın isimlerinden biri olan furgân sözcüğü, "iki şeyi birbirinden ayırmak" anlamındaki farg kökünden türemiştir ve - fâriga sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında, farg sözcüğünün türevleri olan tefrig, firag, firgat, fırga, tefriga, ferig sözcüklerinin somut şeyler [mahsusat] için; - fârikât, - fârûg ve - furgân sözcüklerinin ise soyut şeyler [makulât] için kullanıldığı görülür.
Resmi mushafa göre Bakara Sûresi'nin 53. ve Enbiyâ Sûresi'nin 48. âyetlerinde Mûsâ peygambere verildiği söylenen Furgân, soyut şeyler olan hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur'ân'a da isim olarak verilmiştir.
HAYYE
“Hayye” sözcüğü de Musa pasajını doğru anlamadaki kilit sözcüklerden biridir. Bu nedenle bu sözcük ile ilgili ayrıntıları veriyoruz.
“Hayye” sözcüğü “Hayat” sözcüğünden gelmekte olup anlamı “bir kere yaşam” demektir. Bu sözcük Araplarda birçok örneğiyle söylenir:
Yılana uzun ömürlü olmasından dolayı “Hayye” denir.
Gözü keskin olana o, hayyeden daha iyi görür derler.
Hain sinsi olana o hayyeden daha zalim derler.
Çevresine, toplumuna yararlı olanlara, onları koruyanlara o, bölgenin yeryüzünün hayyesi denir.
Kadın erkek uzun yaşayana “o hayyenin tekidir” derler.
Kişi akıl zeka ve dehada zirvede olduğu zaman “o, vadinin hayyesidir” denir.
“Hayye”, teşbih olarak Büyük Ayı yıldız kümesinin İkizleri ile Alkaid (ölü sönük yıldız) arasındaki yıldızlara denir. (Lisan Hayye mad. Tac; “hayye” mad.)
Tahiyye, selamlama; “Allah sana ömür versin sözcüğü de yine aynı kökten gelir.
Özetlersek bu sözün açıkça anlamı, “hayat ve canlılık” demektir. Yılana “hayye” yılan demek olmayıp o varlığın uzun ömürlü oluşunu nitelemektedir. Ta Ha’da “hayyetün tes’a (koşup duran tes’a) denilmiştir. Bunun Türkçemizdeki tam karşılığı, “Yedi canlı” deyimidir. Ki bu deyimin anlamı “Defalarca ölüm tehlikesiyle karşılaşmasına rağmen her seferinde sağ kurtulmak” demektir. Bu sözcük, birçok hastalıktan, beladan felaketten kurtulan kişiler için kullanıldığı gibi, kedi ve yılan için de kullanılır.
Bu âyetteki “hayye” sözcüğünü anlamak için Rabbimizin Musa’nın sağ elindekini bir başka nitelemesini daha dikkate almak gerekiyor. Rabbimiz Musa’nın sağ elindekini Neml; 10 ve Kasas; 31’de “sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir” diye nitelemiştir. Yani Musa’nın sağ elindeki şey “Hareket ettiren görünmez bir varlığa” benzemektedir. Peki bu hareket sağlayan görünmez varlık nedir? Bu insanların ve hayvanların canıdır, ruhudur.
Bu ifade de vahyin RUH niteliğidir. Kur’an’ın bir adı da Ruh olduğu gibi Musa’nın sağ elindekinin (Kitabının) adı da Ruh’tur. Nitekim Rabbimiz Şuara; 193’te “Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Güvenilir Can; ilâhi mesajlar- güvenilir bilgi indi. Ve şüphesiz o (güvenilir can; güvenilir bilgi), kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı” buyurarak geçmiş kitapların da Ruh; Can özellikli olduğunu bildirmiştir.
HABL - HİBAL
Âyetin orijinalindeki sözcüklerin “Hakikat” anlamları “Onların ipleri ve değnekleri” şeklindedir. Yukarıda, “ısıyyıhim” sözcüğünün tekili olan “Asa” sözcüğünün “birikim” demek olduğunu ayrıntılı olarak açıklamıştık. Ayetin orijinalindeki “hıbal” sözcüğü de, “habl” sözcüğünün çoğuludur. “Habl” sözcüğünün esas anlamı ise, mutlak ip demek olmayıp “bağlanılan ip”, demektir. Ayrıca bu sözcük “ verilen söz”, “sözleşme” anlamına da gelir. Nitekim Kur’an’da (Resmi Mushaf, Al-i Imran; 103) “Hablüllah (Allah’ın ipi)” ifadesiyle insanları Allah’a bağlayan Kur’an kastedilir. Burada konu edilen, onların birkimlerinin, eski inançlarının, bilgilerinin, tezlerinin, tutundukları şeylerin değersizliğdir. Bu sözcükleri, Türkçedeki “çer-çöp, ipsiz sapsız, eften püften” deyimleri gibi de anlamak mümkündür.
DÂBBETÜN MİNE’L-ARZ
“Debb” kökünden türemiş olan “dabbeh” sözcüğü de “hafif hafif yürüyen, kıpırdayan [debelenen], gözle takip edilemeyecek kadar yavaş hareket eden veya hareketi gözle izlenemeyen şey” anlamına gelmektedir. Kur’an’da geçen “Dabbeh” sözcüklerine bakıldığında âyetlerin hepsinde de “dabbeh” sözcüğü irili ufaklı tüm canlı yaratıklar için kullanıldığı görülmektedir.
Bu âyette ise “dabbeh” sözcüğü, diğerlerinden farklı olarak “dabbetü’l-arz” tamlaması hâlinde geçmektedir. Bu, farklı bir kullanım olup “yer canlısı” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu âyetin de “dabbeh” sözcüğünün farklı bir tamlama içinde kullanıldığı Neml/82. âyeti gibi, bağımsız olarak ele alınması ve incelenip açıklanması gerekir.
MİNE’L-ARZ [YERYÜZÜNDEN]” İFADESİ
“Dabbeh”, mahşerde ortaya çıkarılacak yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracı olup kendisine yüklenmiş olan “insanların Allah’ın âyetlerine gerektiği gibi inanmadıkları” duyurusunu anons edecektir. Ayrıntılı bilgi TEBYİN’dedir.
BUZAĞI:
Âyetteki lâfzî mana “saf hale getirilmiş buzağıyı getirmeye” şeklindedir. İbrahim peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, bu âyette “haniyz” sözcüğüyle, Zariyat/26’da ise “semiyn” sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi -sırasıyla- “kızartılmış” ve “semiz” olarak aktarmışlardır. Ne var ki, koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen “kızartılmış” ifadesi ile ancak canlı bir hayvan için kullanılan “semiz” ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir.
Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının “saf hâlde bulunan” ve “güç veren” bir buzağı olduğu anlamına ulaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, biz bu buzağının A’raf suresindeki “aldatıcı sesi olan ceset buzağı” gibi, “altın” olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu tevilimize göre, İbrahim peygamber müjdeci elçilere müjdelik olarak “altın” vermiştir. Burada olayın tamamı açıklanmamıştır. Olayın biraz daha ayrıntısı Hicr; 51- 58’de anlatılır. İbrahim müjdeliği müjdeyi aldıktan sonra vermiş olmalıdır.
ARŞ’I TAŞIYANLAR
60/40 [Mü’min, 7- 9]
Burada bu ifade ile kastedilenler, “Allah ile ilgi bilgileri taşıyanlar”dır. Bunlar, Allah’ın varlığına, birliğine ilâhlığına Rabliğine gösterge olan tüm varlıklar ve Arş’ın sahibi tarafından görevlendirilmek suretiyle Allah bilgisini, “tevhid”i bir yerden bir yere götürenler, Allah’ı tanıtıp öğreten peygamberlerdir.
“ma meleket eymanühüm"
74/23 [Mü’minun, 1- 11]
Ayetlerde geçen “ma meleket eymanühüm [sözleşmelerinin sahip oldukları] ifadesi, genelde “cariyeler” olarak anlaşılagelmiştir. Cariyelerle ilgili sayısal bir sınırlama olmadığı gibi onlar ile nikâh da gerekmediği anlayışı hakim olmuştur. O halde “ma meleket eymanühüm [sözleşmelerinin sahip oldukları]” ifadesiyle kimlerin kast edildiğinin tahlil edilmesi gerekir:
Bilindiği üzere, İslam dini geldiği zaman dünyanın her tarafında olduğu gibi Arabistan coğrafyasında da kölelik müessesesi mevcut idi. Satın alınma, miras yoluyla gelme, baskınla kaçırma, harp esirlerinin köleleştirilmesi ve köle bağışı gibi yollarla kölelik müessesi devam edip gidiyordu. İslam dini sıcak savaş dışında esir almayı, savaşta alınan esirlerin de köleleştirilmesini yasakladı (Enfal/62 ve Muhammed/4). Böylece İslamiyet kölelik müessesini tedricî bir metotla tamamen yasaklamış oldu. 19. Yüzyılla başlayan süreçte ise İngiltere başta olmak üzere diğer devletler de köleliği yasaklayarak bu müesseseyi ortadan kaldırdılar. Ne yazık ki, bir İslam devleti olan Osmanlı Devleti, zenci köle ticaretini 1857’de, beyaz köle ticaretini ise ancak 1909’da yasaklamıştır.
Kölelik müessesesinin devam ettiği süreçte, yerel ve uluslar arası töreler gereği kadın ve erkek köleler belirli koşullar, sözleşmeler çerçevesinde koruyucu ailelerin himayelerine verilirler, bu hami aileler onların iş gücünden yararlanırlar ve onları himaye ederlerdi. Köleler din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmalarına rağmen, ekonomik ve siyasi açıdan özgür olmazlardı. Miras yoluyla, gasp yoluyla köle edinme ortadan kalktıktan sonra harp esirlerinden değişime tabi tutulmayan, fidye; kurtulmalık verilmeyen ve kendi ailesinden himaye edecek kimsesi bulunmayan hanımlar yine belirli koşullar çerçevesinde birilerinin himayesine verilirdi. Bazen de köleliğin kalkmadığı komşu bir ülkeden hediye olarak köleler gönderilirdi.
Pasajda konu edilen “ma meleket eymanühüm [sözleşmelerinin sahip oldukları]” kadınlar bu şartlar çerçevesinde “himaye altında olanlar”dır. Bunlar, o günün geleneğine göre belirli noktalarda eksikli kabul edilirlerdi.
Konumuz olan ayette “veya sözleşmelerinin sahip oldukları” ifadesi ile anlatılan kadınlar bunlardır. Bunlar ile cinsel ilişkiye girebilmek için mutlaka yakınlarından izin alınması ve örfe göre mehirlerinin verilmesi suretiyle nikâhlanmaları şarttır (Nisa/24). İslam dini nikâhsız cinsel ilişkiyi tasvip etmez. Nikâhsız gönüllü ilişkiyi zina, nikâhsız ve gönülsüz ilişkiyi ise tecavüz sayar.
Ayette bu kadınların “veya” ifadesiyle ikinci bir grup sayılması, geçmişlerindeki bilinmez noktalar ve o günün örfünde mehir açısından asıl hemşehrileriyle eşit olmamalarından kaynaklanmaktadır. Nikâhın temeli bir olmasına rağmen, detayda farklılık söz konusudur. Bu tür hanımlara somut örnek olarak şu isimler verilebilir: Peygamberimizin eşlerinden “Müminlerin Annesi Safiye” bir savaş esiridir; Mariye de kendisine hediyedir. Peygamberimiz her ikisi ile de nikâhlanmıştır. Ayrıca bu iki kadın Kur’an’da [Tahrim ve Ahzab surelerinde] Resulullah’ın “eşleri” olarak nitelenmiştir.
Bugün kölelik müessesi kaldırılmış, törelerin yerini yerel ve evrensel hukuk almıştır. Bu kavramı bu gün toplama kamplarındaki, sığınma evlerindeki ve esirgeme kurumlarındaki bayanlar olarak ele almamız gerekir.
CİBRİL, CEBRAİL
87/2 [Bakara, 98]
Cibril, Cebrail, “Allah’ın onarması, tamir etmesi,” anlamında olup, Kur’an âyetlerinin bir niteliğidir. Halk anlayışındaki gibi, Allah’tan elçilere vahiy getiren bir melek yoktur. Vahyi Allah aracısız elçilerinin beynine yerleştirir. Cebrail indiren değil inendir. Aksi çeviri ve sunumlar yanlış ve Kur’an ile çelişir.
MİYKAL, MİKAİL
Miykal’ de İbraniceden Arapçaya geçmiş bir sözcük olup “koruyan, gözeten büyük şef” demektir. Bu da Rasülüllah’ın, Tövbe; 128’deki tanıtılan özellikleridir. Kısaca Kur’an’da konu edilen “miykâl, Miykail”, Rasülüllah Muhammed’dir.
ORUÇ
Oruç, “yemeyi, içmeyi, konuşmayı ve cinsel ilişkiyi bırakmak” demektir. Toplumlarca, “konuşmama” maddesini dikkate almadan tutulan oruç, gerçek ve İslam dininde, insanı takvaya; Allah’ın koruması altına ulaştırmak için öngörülen oruç değildir. Zorunlu işi olanlar ve hastalar tutmak zorunda değildir; ama tutanlar doğru dürüst tutmalıdırlar.
İLA
Îlâ’, “kocanın eşiyle cinsel ilişkiyi; yemin, adak veya şarta bağlayarak, belirli veya belirsiz bir süre kendisini bundan menetmesi” anlamında bir terim olan îlâ’, evlilik akdinin sona ermesine yol açabilen bir yemin türüdür. Eşlerine kızan erkekler bu yolla kadına eziyet ederlerdi.
İslâm'dan önce Hicaz yöresi Arapları tarafından bir boşama yöntemi olarak da uygulanan îlâ’, genellikle uzun vadeli veya süresiz olması nedeniyle, kadını baskı altına almak, ona sıkıntı ve zarar vermek için kullanılmaktaydı. Çünkü karısına îlâ’ yapan erkek kocalık görevini yapmaz, îlâ süresinin sonuna kadar evlilik akdi devam ettiği için kadın boşanmış da sayılmaz, bunalım içinde günlerini geçirirdi. Kur’ân bu zulme son vererek, îlâ’yı dört ay ile sınırladı. Koca bu süre içinde ya kefâret vererek eşine dönecek, ya da dört aylı süre dolunca evlilik sona erecektir. İslâm dini, aile hukukuyla ilgili bu ve benzeri birçok hususta yeni ilkeler ve köklü çözümler getirmiş, erkeğin ailedeki mutlak hâkimiyetini ortadan kaldırmıştır.
MEHİR
Kur’ân'a göre mehir; kadının “geçim sigortası”dır. Bu kural, kadının zayıflığından değil, –kadının sosyal ve kültürel yönden önemine binaen– korunması gerektiğindendir. Dul kalması durumunda “iddet” süresince geçinebileceği bir mal ya da paranın kadına verilmesi, onun geçimini sağlamak için uğraşmasına, yuvasından uzaklaşıp sıkıntılara katlanmasına gerek bırakmayacaktır. Böylece kadın, taciz, tecavüz ve sarkıntıya uğramak riskinden uzak olacaktır. Kısacası Allah, kadını onurlandırmak, korumak ve mağduriyetini engellemek için ona mehir verilmesini emretmiştir. Konunun ayrıntılı açıklaması, Tebyin’de mevcuttur.
CÜNÜP
“Cünüp” sözcüğü kısaca; “uzak olan; kopuk” anlamına gelmektedir. Nisa suresinin 43. ve Maide suresinin 6. âyetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılmaktadır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan hayattan, dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Buradan anlaşılan odur ki cünüplük; meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl değil, şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâldir.
BAHÎRE
Araplar, dişi deve beş kez doğurduğu zaman, ona binmeyi ve sırtına yük yüklemeyi haram sayarlardı. Yünlerini de kesmezlerdi Beşinci yavrusu erkek olursa kurban ederler, dişi olursa kulaklarını yararlardı. Bu onun adandığını gösterirdi.
SÂİBE
İçlerinden biri hastalandığında, ya da bir şeyi kaybolduğunda veya acı bir durum baş gösterdiğinde bir deveyi salıvermeyi adarlardı. Hasta iyileştiğinde veya kayıp olan şey bulunduğunda yahut acıklı durumdan kurtulduklarında deveyi azat eder; ona yük vurmazlar, sırtına binmezler ve onu kesmezlerdi. Onu başıboş salıverirlerdi.
VASÎLE
Koyun biri erkek biri dişi olmak üzere ikiz doğurduğunda erkeğini boğazlamazlar, “Kız kardeşi ona ulaştı” derlerdi. Bu tür koyunlara da vasîle derlerdi.
HÂM
Bir erkek devenin sulbünden on tane deve dünyaya geldiğinde ya da bu deve yavrusunun yavrusunu gördüğünde (yani, dede olduğunda), ona yük vurmazlar ve onun sırtına binmez, “Kendini korudu [himaye etti]” derlerdi.*
*İşte Kuran
Yorumlar -
Yorum Yaz