• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

İnsanda Bulunan Koruyucu Sistemler




İnsanda Bulunan Koruyucu Sistemler



Kur’an’ı Kerim, insanın üzerinde bir takım koruyucu sistemlerin varlığından söz eder. Bu koruyucu sistemleri öğrenmek için 36 Tarık Suresi 1-7. ayetlerin incelenmesi gerekmektedir.



36 Tarık Suresi 1-4

1-4.Bilginler ve Târık; delip geçen Kur’ân âyetleri grubu tanıktır ki, kesinlikle her benliğini tamamlamış varlığın üzerinde birtakım koruyucular vardır.


Ayetlerin Hakikat anlamı, “Semâ’ya ve Târık’a kasem olsun ki, –Târık’ın ne olduğunu ne bildirdi sana? (O) delip geçen necmdir. – Hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde bir takım koruyucular bulunmasın. [mutlaka her insanın üzerinde bir takım koruyucular vardır].” Şeklindedir.


HÂFIZ: Günlük hayatımızda, “Kur’ân’ı ezberlemiş kişi” anlamında kullandığımız حافظ [hâfız] sözcüğü, “koruyucu” demektir. Sözcüğün Kur’ân’ı ezberleyen kişiler için kullanılıyor olması da aslında o kişilerin ezberlemek sûretiyle Kur’ân’ı korumalarındandır. Âyetteki حافظ [hâfız] sözcüğü, nefy edatından sonra kullanılmış olup nekredir ve bu şekilde kullanıldığı için “genellik” ifade eder. Bundan dolayı da “bir koruyucu” değil, “bir takım koruyucular” anlamına gelmektedir.


Kasem cümlesi, sözcüğün bu “genellik” ifadesi dikkate alınarak okunduğunda, târık vesemâ‘nın kanıt gösterilmesi sûretiyle, her insanda bir takım koruyucuların bulunduğunun iddia edildiği görülmektedir.


Biyoloji biliminin gelişmesi sonucu, bilim adamları tarafından teşhis edilmiş ve ortaya konmuştur ki; bu bir takım koruyucular, “bağışıklık sistemi, endokrin sistem [iç salgı sistemi] ve beyindeki dikkat fonksiyonu gibi zihinsel fonksiyonlar”dır.


Her insanın üzerinde var olan bu koruyucular hakkında sûrenin sonuna, “Hormonlar ve Yaşam” ile “Bağışıklık Sistemi” adlı iki bilimsel yazı alıntılanmıştır. Rabbimizin insanların gözlerine sokarcasına yarattığı mucizeleri biraz daha yakından tanımak isteyenlerin bu yazıları dikkatlice okumalarını öneriyoruz. Ayrıca insanın biyolojik ve psikolojik yapısını inceleyen bilim adamlarının da, insanın yapısında “koruyucular” olduğunu bildiren ilk bilginin Kur’ân’da yer aldığı gerçeğini herkese ilân etmelerini bekliyoruz.


Buradaki hâfız sözcüğü, Ra‘d/11, En‘âm/61 ve İnfitâr/10-11′deki sözcükleri aynı olan ifadeler ile karıştırılmamalı ve kesinlikle “melek” olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü hâfızsözcüğünü burada “melek” olarak anlamak ve çevirmek, Kur’ân’ın asıl mesajının anlaşılmasına engel teşkil ettiği gibi, dinde de hurafelerin oluşmasına yol açmaktadır.

–Târık’ın ne olduğunu ne bildirdi sana? (O) delip geçen necmdir.–

Târık sözcüğünün, “tokmak gibi şiddetle vuran” anlamına geldiği yukarıda açıklanmıştı. Burada ise târık‘ın bir “necm” olduğu bildirilmektedir. Necm sözcüğünün “yıldız” manası dikkate alınırsa, birçok eserde yer aldığı gibi, târık‘ı “vuruşlu yıldız” olarak kabul etmek mümkündür. Ancak bu “vuruşlu yıldız”ın her insan üzerinde bulunan bir takım koruyucuların varlığına nasıl kanıt teşkil ettiği [delil gösterildiği], düşünülmesi gereken bir durumdur. Yüce Rabbimizin kasem cümlesinin içinde bir parantez açarak târık‘ın “delip geçen necm” olduğunu belirtmesi, târık‘ın hangi açıdan delil olduğu konusundaki bu müşkülü ortadan kaldırmaktadır.


Kur’ân’ı iniş sırasına göre okuyup anlayanlar, necm sözcüğünün, “Kur’ân’ın inen her bir pasajı”nı ifade ettiğini iyi bilmektedirler. Kur’ân’ın inen her pasajı öyle sert ve etkili bir vuruş yapmaktadır ki, âdeta tokat gibi inen bu vuruşlar kâfirlerin yüreklerini hoplatmakta, kalplerini paramparça etmekte ve toplumdaki küfür ve şirk bloklarını delip geçmektedir. Câhiller güruhunun bütünlüğünü bozan “necm”lerin etkileri, hatırlanacak olursa Mürselât sûresi’nde şöyle sıralanmıştı:


1-7.Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. (Mürselât/1-7)


Bununla beraber târık‘ı sözcük anlamıyla “vuruşlu yıldız” olarak değerlendirildiğinde Kur’ân’ın mucize bir beyanda bulunmuş olduğu ortaya çıkar. “Vuruşlu yıldız” ile ilgili bilim teknik kitaplarından araştırma yapılabilir.


Bu açıklamalara göre, her insanın üzerinde yaratılıştan birtakım koruyucular olduğu iddiasının kanıtı ve tanığı olarak Kur’ân [târık] ve bilginler [semâ] gösterilmiş olmaktadır. Yani, Kur’ân’da ileri sürülen “herkesin üzerinde bir takım koruyucuların bulunduğu” yolundaki tezin doğruluğunun kanıtı olarak bilim adamları, dolayısıyla da bilim adamlarının yapacakları araştırmalar sonucunda elde edecekleri bulgular gösterilmiştir. Bu da, şu demektir: İnanmıyorlarsa, buyursunlar bilim adamları kendileri araştırsınlar.



36 Tarık Suresi 5-7
5.Onun için insan neden oluşturulmuş olduğuna bir baksın; 6,7omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkan, atıcı bir sudan; “östrojen” ve “testosteron”dan başlanarak oluşturuldu.


İnkârcıların “Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” sözleriyle âhireti inkâr etmelerine karşılık Rabbimiz Kaf sûresinde onlara kendi çevrelerinden örnekler vererek âhiretin olacağına dair kanıtlar göstermişti:

4.Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır.
5.Aksine, gerçek kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için onlar karmakarışık bir iş içindedirler.
6.Peki, onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, onu Biz hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve süslemişiz! 7,8.Ve Biz, Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü iç açıcı-göz alıcı her çiftten bitkiler bitirdik, 9-11.Biz, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek taneler, kullara rızık olmak üzere tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte diriliş böyledir.(Kaf/4-11)


5-7. âyetlerden oluşan pasajda ise Rabbimiz, rahmeti gereği, inançsızlara bu kez kendi bünyelerinden kanıtlar göstermektedir.


MÂ-İ DÂFİK [ATAN SU]: دافق [dâfik] sözcüğü ism-i fail olup “atan” demektir. “Su” demek olan ماء [mâ] sözcüğü ile birlikte oluşan ماء دافق [mâ-i dâfik] tamlaması ise “atan su” anlamına gelir. Böyle olmasına rağmen mâ-i dâfik ifadesi bugüne kadar, dâfik sözcüğü sanki ismi mef‘ul imiş gibi kabul edilip “atılan su” olarak çevrilmiştir. Sözcüğün yanlış çevrildiğini bilenler, kendilerini, deyimi neden gerçek anlamıyla çevirmediklerine ilişkin bir açıklama yapmak zorunda hissetmişler ve bir takım zorlama yorumlar yapmışlardır. Netice olarak deyim hep gerçek anlamı dışında kullanılmış ve mâ-i dâfik deyimi ile “atılan su” anlamına uygun gelen “meni”nin ve “nutfe”nin kasdedildiği ileri sürülmüştür. Ne var ki, bu zorlama kabul, ortaya başka bir sorun çıkarmıştır. Allah’ın bildirdiği mâ-i dâfik‘in [atan su'yun] صلب [sulb] ile ترائب [terâib] arasından çıkmasına karşılık, zorlama yorumcuların ifadesiyle “atılan su”, vücudun bu bölgesinden çıkmamaktadır. Dolayısıyla zorlama yorumcuların, deyimin gerçek anlamına ters düşen açıklamaları, Allah’ın bildirdiğine ve dolayısıyla bilime ters düşmüştür.


Bize göre mâ-i dâfik‘in [atan, atıcı su'yun] ne olduğunu anlamaya çalışırken iki noktaya dikkat edilmelidir: A) 5. âyetin başındaki ف [fe] edatının bu âyeti hangi cümleye bağladığı, B) Mâ-i dâfik‘in [atan, atıcı su'yun] vücudun neresinden çıktığıdır.


5. âyetin başında bulunan ve “onun için” diye çevirdiğimiz ف [fe] edatı, 5. âyeti kendisinden evvelki 4. âyete bağlamaktadır. Dolayısıyla 5. âyeti, 4. âyetle birlikte değerlendirerek anlamaya çalışmak gerekmektedir:


kesinlikle her benliğini tamamlamış varlığın üzerinde birtakım koruyucular vardır.Onun için insan neden oluşturulmuş olduğuna bir baksın


Bu âyetlerde insanın kendi üzerindeki koruyucuları görmesi için insanın yaratılış aşamalarına, yaratılış özelliklerine bakması, bu özellikleri incelemesi istenmekte; insanın bu koruyucu sistemlerden biri olan atan su koruyucusundan başlanarak yaratıldığı bildirilmektedir. Gerçekten de insan, burada belirtilen atan su koruyucularından olan “östrojen”, “testosteron” ve meninin atılması için gerekli kalp atım sayısının artmasını, kan basıncının yükselmesni, heyecanı, kaslarda enerji oluşumu için faaliyetleri hızlandırma ve gerekli kasılmaları sağlayan, böbreküstü bezlerde üretilen “adrenalin”den başlanarak yaratılmıştır. Üstelik bu koruyucuların salgı merkezleri kol, bacak, boyun, baş bölgesinde değil, tam âyette belirtildiği gibi sulb ve terâib arasında bulunmaktadır.


SULB: الصّلب [sulb] sözcüğünün esas anlamı, “sertlik, katılık, taş gibi katılaşmak” demektir. Daha sonra “asmak, haç, haça germek” gibi anlamlara da uzanmıştır. Meselâ, Hıristiyanlara “Ehl-i Salîb” denir. Genelde insanın dik durmasını sağladığı, sert, sağlam ve katı olduğu için, başın arka dibinden kuyruk sokumuna kadar uzanan omurgaya da sulbdenmiştir.


Türkçe’ye “sert, katı” ve “bel kemiği, omurga” anlamlarıyla geçmiş olan sözcük, spermleri ve erkeklik hormonlarını üreten er bezlerinin kuyruk sokumu bölgesinde yer alması bakımından “döl, nesil, zürriyet” anlamına da gelmekte, “bir kimsenin sulbünden gelmek” ifadesi o kimsenin öz evlâdı olmak anlamında kullanılmaktadır.


TERÂİB: التّربة [teribe] sözcüğünün çoğulu olan ترائب [terâib] sözcüğü Lisânü’l-Arab‘a göre, “göğüs tahtası” tabir edilen, iki meme ile boyun halkası kemiklerinin arasında kalan göğsün sağ ve sol tarafındaki üstten dört kaburgaya, özellikle de göğüste gerdanlık takılan yere denir. Teribe de, göğüs kemiğinin sağ ve sol kaburgaları oluşturan her boğumudur.


Arapça’da من [min] edatı, içinde bulunduğu cümleden, teb’iz [kısımlama, bazısını alıp bazısını almama], cinsin beyanı, ta’lil [sebep gösterme], mukâbele [karşılık], bedel ve ibtida-i gâye [amacın başlangıcı, ilk amaç] gibi bir takım anlamların elde edilmesi için kullanılır. Ama asıl olarak cümledeki “ibtida-i gâyeyi” [amacın başlangıcını, ilk amacı] belirler. Yani, bu edat, cümledeki olayın zaman veya mekân yönünden ilk hareket noktasını belirtmektedir. Meselâ, “İstanbul’dan İzmir’e geldim” cümlesinde kullanılan من [min=den] edatı, yolculuğun İstanbul’dan başladığını anlatır. Âyetteki dâfik sözcüğünün “atan, atıcı” şeklindeki asıl anlamı dikkate alındığında, من [min] edatı da yaratılışın atan veya atıcı bir sudan başlatıldığını belirtmiş olmaktadır. Eğer dâfik sözcüğü ism-i mef‘ul kabul edilip esas anlamı dışında “atılan” olarak anlaşılırsa, bu takdirde de min edatı ile asıl olan ibtida-i gâye anlamının değil, تبعيض [teb’iz=kısımlama, bazısını alıp bazısını almama] anlamının elde edilmesi uygun düşmektedir.


Sonuç olarak, dâfik sözcüğünün ve min edatının esas anlamları ile Kur’ân’ın büyük mucizelerinden biri daha ortaya çıkmaktadır. İnsanlık kendi yaratılış şeklini inceleyip öğrenebilecek düzeye geldikçe, Kur’ân’ın asırlar önce verdiği bilgilerin bilimsel gerçeklerle örtüştüğünü görebilmekte ve Kur’ân mucizelerinden biri ile daha yüz yüze geldiğine tanık olmaktadır. Buradaki mucize, kasem cümlesinin tezi olan “her insanda bir takım koruyucuların bulunduğu” ve “atan, atıcı” olan bu koruyucuların insan yaşamının ilk başından itibaren devrede olduğu iddiasının bilimsel gerçeklerle tam bir uyum içinde olduğudur:


Tüm canlılar, dokularının kimyasal yapısına bağlı olarak … doğuştan bir bağışıklık taşır. … Bağışıklığın oluşmasını sağlayan mekanizmalar henüz tam olarak anlaşılamamıştır.


Taşıyıcı kanalları olmayan bu bezlerden salgılanan hormonlar hedef doku ve organlara kan dolaşımı yoluyla taşınır. … Hormonlar büyüme ve üreme etkinliklerinin yanı sıra canlının iç dengesinin korunmasıyla ilgili birçok fizyolojik etkinliği düzenler. … Progesteron, gebeliğin kesintiye uğramadan sürmesini sağlar.*




*İşte Kuran, Tarık Suresi







Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim