• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

42Furkan Suresi 1-9, 50-52, 10-20




Mushafta Bozuntu Yapılan Ayetler


42Furkan Suresi 1-9, 50-52, 10-20


Hatalı Çeviri:
1, 2. Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, hiç çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir.

3. (Kâfirler) O'nu (Allah'ı) bırakıp, hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler.

4. İnkâr edenler: Bu (Kur'an), olsa olsa onun (Muhammed'in) uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir, dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır.

5. Yine onlar dediler ki: (Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır.

6. (Resûlüm!) De ki: Onu göklerde ve yerdeki gizlilikleri bilen Allah indirdi. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

7. Onlar (bir de) şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!

8. Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yeyip (meşakkatsizce geçimini sağlayacağı) bir bahçesi olmalıydı. (Ayrıca) o zalimler (müminlere): Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız! dediler.

9. (Resûlüm!) Senin hakkında bak ne biçim temsiller getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve (hidayete) hiçbir yol da bulamazlar.

50-52.

10. Dilerse sana bunlardan daha iyisini, altlarından ırmaklar akan cennetleri verecek ve sana saraylar ihsan edecek olan Allah'ın şanı yücedir.

11. Onlar üstelik kıyameti de yalan saydılar. Biz ise, kıyameti inkâr edenler için alevli bir ateş hazırladık.

12. Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.
13. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (cehennemin) dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yokoluvermeyi isterler.

14. (Onlara şöyle denir:) Bugün (yalnız) bir defa yok olmayı istemeyin; aksine birçok defalar yok olmayı isteyin!

15. De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takvâ sahiplerine vâdedilen ebedilik cenneti mi? Orası, onlar için bir mükâfat ve (huzura kavuşacakları) bir varış yeridir.

16. Onlar için orada ebedî kalmak üzere diledikleri her şey vardır. İşte bu, Rabbinin üzerine (aldığı ve yerine getirilmesi) istenen bir vaaddir.

17. O gün Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki: Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?

18. Onlar: Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda (seni) anmayı unuttular ve helâki hak eden bir kavim oldular, derler.

19. (Bunun üzerine ötekilere hitaben şöyle denir:) İşte (taptıklarınız), söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar. Artık ne (azabınızı) geri çevirebilir, ne de bir yardım temin edebilirsiniz. İçinizden zulmedenlere büyük bir azap tattıracağız!

20. (Resûlüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı. (Ey insanlar!) Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan (vesilesi) kıldık; (bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.


Doğru Çeviri:
Necm: 96
1Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı127 indiren ne cömerttir/ ne bol bol nimet verendir! 2Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır.

3Kâfirler ise, O'nun astlarından, bir şey oluşturamayan, kendileri oluşturulmuş olan, kendileri için zarar ve yarara gücü olmayan, ölüme, hayata ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya güçleri yetmeyen ilâhlar edindiler.

4Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimseler, “Bu Kur’ân, o'nun/ Muhammed'in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.

5Ve “O Kur’ân, yazılı duruma getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah-akşam/ sürekli kendisine okunmaktadır” dediler.

6De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.”

7,8Ve inkâr etmiş olanlar: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece O'nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.

9Senin için nasıl örnekler getirdiklerine bir bak! Artık onlar sapmışlardır, hiçbir yola da güç yetiremezler.

50Ve andolsun Biz, öğüt almaları için Furkân’ı, aralarında çeşit çeşit şekillerde anlattık, ama insanların çoğu sadece iyilikbilmezlikte dayattılar.

51Şâyet dileseydik Biz elbette her kente bir uyarıcı gönderirdik.

52Öyleyse kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere itaat etme ve Furkân ile onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat yap, uğraşı ver!

10Öyle cömerttir ki O, dilerse sana hazineden, onların dediği bahçeden daha hayırlısını; altından ırmaklar akan cennetleri verir, senin için saraylar da yapar.

11Aslında onlar kıyâmeti yalanladılar. Biz ise kıyâmeti yalanlayanlara çılgın alevi hazırladık.

12O çılgın alev onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler.

13Ve bağlanmış kimseler olarak cehennemden dar bir yere atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler.

–14Bugün bir ölüm değil birçok ölüm isteyin!–

15De ki: “Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa Allah'ın koruması altına girmiş kişilere söz verilen sonsuzluk cenneti mi?” 16Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. –Bu, Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.–

17Ve o gün Rabbin, onları ve onların Allah'ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der.

18O sahte ilâhlar dediler ki: “Tüm noksanlıklardan arındırırız Seni. Senin astlarından yardım eden, yol gösteren ve koruyan yakınlar edinmek bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Öğüt'ü/ Kitab'ı terk ettiler ve değişime/ yıkıma uğramaya giden bir topluluk oldular.”

19İşte taptıklarınız sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim şirk koşarak yanlış; kendi zararına iş yaparsa, Biz ona büyük bir azabı tattıracağız.

20Biz, senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir.


1Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ ne bol bol nimet verendir! 2Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır.


1. Ayet:

1Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ne bol bol nimet verendir!

Bu ayet, bundan evvelki Ya Sin suresinin 69, 70. ayetlerindeki "Ve Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirlerin üzerine Söz’ün hakk olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır" ifadesinin devamı niteliğindedir.

Bu ayette Kur’an’ın "furkan" özelliği ön plâna çıkarılmıştır. Mürselat suresinde de açıkladığımız gibi, Kur’an’ın isimlerinden biri olan " الفرقان Furkan" sözcüğü, "iki şeyi birbirinden ayırmak" anlamındaki " فرق fark" kökünden türemiştir ve " فارقةfarika" sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında, "fark" sözcüğünün türevleri olan tefrik, firak, firkat, fırka, tefrika, ferik sözcüklerinin somut şeyler [mahsusat] için; " فارقات farikat", " فاروق Faruk" ve "الفرقان furkan" sözcüklerinin ise soyut şeyler [makulât] için kullanıldığı görülür.

Bakara suresinin 53. ve Enbiya suresinin 48. ayetlerinde Musa peygambere verildiği söylenen "Furkan", soyut şeyler olan hakk ile batılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur’an’a da isim olarak verilmiştir. Halife Ömer’e verilen "Faruk" unvanı da onun hak ve batılı iyi ayırmasından dolayıdır. [Lisanü’l-Arab; c.7, s. 82- 85, Tacü’l-Arus; frk mad.]

Kur’an’ın "Furkan" olarak anıldığı birçok ayet vardır:

185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir. [Bakara/185]

3,4Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât'ı ve İncîl'i de indirmişti. Furkân'ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır. [Âl-i Imran/3, 4]

Ayette isim verilmeden "kul" ifadesi kullanılarak muhatap alınan kişinin "Allah elçisi Muhammed" olduğuna dair Kur’an’da ipucu niteliğinde pek çok ayet (En’âm 7, Nisa 136, Nahl 89, Bakara 23, İnsan 23) vardır.

Buna karşılık, Razi ve Kurtubi, Abdullah b. Zübeyr’in, ayetteki " عبده abdihi [kulu]" sözcüğünü " عباده ıbadihi [kulları]" olarak okuduğunu nakletmişlerdir. [Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Bu kıraate göre ayetin anlamı "Âlemlere uyarıcı olsun diye, kullarına Furkan’ı [Ayırıcı’yı] indiren ne cömerttir!" şeklinde olmaktadır. Bu kıraati aşağıdaki ayetler de onaylamaktadır:

10Hiç kuşkusuz Biz size, öğüdünüz/şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacak mısınız? [Enbiya/10]

136Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhîm'e ve İsmâîl'e ve İshâk'a ve Ya'kûb'a ve torunlarına indirilene, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik; onlardan hiç birini diğerinden ayırmayız ve biz ancak O'nun için islâmlaştıranlarız [sağlamlaştıran/esenlik-mutluluk kazandıran birileriyiz]." [Bakara/136]

TEBAREKE

" تبارك Tebareke" sözcüğü, "üreme" ve "fazlalık" anlamındaki " برك berk, بركة bereket" sözcüklerinin " تفاعل tefâale" kalıbındaki bir türevidir. Sözcüğün kökü olan "berk", "bereket" genellikle "hayırlı olan bir şeyin bolluğu" olarak ifade edilir.

Bu sözcüğün bedevîlerce ilk kullanımı, "deve ve kuşların subaşlarına toplanması, birikmesi" ve "havuza suyun dolması" anlamlarında kullanılmıştır. [Lisanü’l-Arab; c:1, s:398] Bu temel anlama göre, "tebareke" sözcüğü "bollaştıran, hayırlı ve güzel nimetleri bol bol veren" demek olmaktadır. Nitekim bizim "ne cömerttir" şeklinde yaptığımız çeviri de sözcüğün bu öz anlamını ifade etmektedir. Ne var ki, sözcük zaman içerisinde "mukaddes" anlamında kullanılır olmuş ve "tebareke" lâfızları Allah için "O, ne kutludur!" anlamıyla ifade edilir olmuştur. Ancak bize göre, sözcüğün yer aldığı ayetlerin içerdiği mesajlar dikkate alınarak öz anlamı ile kullanılması gerekmektedir.

"Tebareke" sözcüğünün türediği kök olan "berk" sözcüğü, türevleriyle birlikte Kur’an’da 31 kez yer almıştır. Konumuz olan "tebareke" sözcüğü ise Kur’an’da 9 ayette geçmektedir. Bu ayetlerin üçü [1, 10 ve 61. ayetler] bu surede olup diğerleri Mümin 64: Müminun 14: Mülk 1: A’râf 54: Zühruf 85: Rahman 78’dedir.

Ayette geçen "âlemler" ifadesi, tüm zamanların insanlarını kapsamaktadır. Ya Sin suresinin tahlilinde de değindiğimiz gibi, Allah elçisi, A’râf/158, En’âm/19, Sebe/28 ve Enbiya/107. ayetlerin açık ifadeleriyle sadece Arap toplumuna değil, tüm insanlara [âlemlere] gönderilmiş bir elçidir ve tüm insanları uyarmakla yükümlüdür.

2. Ayet:

2Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır.

1. ayette Kur’an’ı indiren olarak "sonsuz cömert" niteliğini ön plâna çıkaran Rabbimiz, bu ayette dört niteliğini daha hatırlatmaktadır. Bu nitelikler "göklerde ve yerde Kendisinden başkasının sözünün geçmemesi, yani evrenin hakimiyetinin Kendisine ait olması", "çocuk edinmemiş olması, yani Kendinden başka kimsenin ilâhlığa lâyık olmaması", "hükümranlıkta ortağının bulunmaması" ve "her şeyi yaratıp yarattıklarını şaşmaz bir ölçü ile ölçülendirmesi"dir. (Ölçü konusu Kamer suresinin 49. ayetinde de karşımıza gelmiş ve Seyyid Kutub’un konu ile ilgili yazısı Kamer suresinin sonunda ek olarak verilmişti.)

2. ayet, Kur’an’da Allah’ı niteleyen yüzlerce ayetin bir özeti mahiyetindedir. Allah’ın sıfatlarını tanıtan bu ayetlerden üç tanesi aşağıdadır:

107Göklerin ve yerin egemenliğinin şüphesiz yalnız Allah'a ait olduğunu ve sizin için Allah'ın astlarından bir yakın ve bir yardımcı olmadığını bilmedin mi? [Bakara/107]

111Ve de ki: "Tüm övgüler, hiçbir çocuk edinmeyen, sahiplikte ve yönetimde Kendisinin herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan Allah'a özgüdür; başkası övülemez." Ve Allah'ı ululadıkça ulula! [İsra/111]

49Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet her şeyi bir ölçü, ayar ile oluşturduk. [Kamer/49]



3Kâfirler ise, O'nun astlarından, bir şey oluşturamayan, kendileri oluşturulmuş olan, kendileri için zarar ve yarara gücü olmayan, ölüme, hayata ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya güçleri yetmeyen ilâhlar edindiler.


2. ayette Kendi niteliklerini bildiren Rabbimiz, sözde tanrıların niteliklerini de bu ayette sayarak akıllı insanlara bir mukayese imkânı vermiştir:

- O putlar bir şey yaratamazlar. İlâh niteliği verilecek olanın ise yaratıcı olması gerekir. Nitekim Allah her şeyi yaratandır (Zümer/62, Mümin/62).

- O putlar kendileri yaratılmış oldukları için başkasına muhtaç durumdadırlar. İlâh niteliği verilecek olanın ise hiçbir şeye muhtaç olmaması gerekir. Nitekim Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, çok zengindir (Tegabün/6).

- O putların kendilerine fayda veya zarar verecek güçleri yoktur. Dolayısıyla başkalarına ne fayda ne de zarar verebilirler (A’râf/197). Allah ise her şeye güç yetirendir (Mülk/1).

- O putların ne hayat vermeye, ne öldürmeye ve ne de öldürdükten sonra diriltmeye güçleri yeter. O hâlde bunlara "ilâh" denemez. Allah ise yaratır, rızklandırır, öldürür ve sonra tekrar diriltir (Rum/40).

Sözde ilâhların nitelikleri ayette çoğul ifadelerle anlatılmış ve böylece melek, elçi, cinn, veliyler, Ay, Güneş, taş, ağaç ve hayvanlardan edinilmiş putların hepsi ayetin kapsamı içine alınmıştır.

İnsanoğlunun sahte ilâhlar edinme temayülü sebebiyle Rabbimiz bu konuda insanları sık sık uyarmıştır:

81Ve onlar, kendileri için bir güç, şan, şeref olsun diye Allah'ın astlarından ilâhlar edindiler. [Meryem/81]

20-25O sırada o kentin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. Dedi ki: "Ey toplumum! Uyun elçilere! Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kişilere ki, onlar "kılavuzlanan doğru yol"u bulmuşlardır. Bana ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim O beni yoktan yaratana? Siz de sadece O'na döndürüleceksiniz. Ben, hiç O'nun astlarından ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden], Kendisinden bana bir zarar dileyecek olsa, ilâhların yardımı, torpili benden yana hiçbir yarar sağlamaz ve o ilâhlar beni kurtaramazlar. Şüphesiz ki ben, ilâhlar edindiğim takdirde apaçık bir sapıklık içindeyim. Şüphesiz ki ben, Rabbinize iman ettim. Haydi, kulak verin bana!" [Ya Sin/20–25]

74Bir de onlar, kendileri yardım olunmaları için Allah'ın astlarından ilâhlar/tanrılar edindiler. [Ya Sin/74]


4Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimseler, “Bu Kur’ân, o'nun/ Muhammed'in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.

5Ve “O Kur’ân, yazılı duruma getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah-akşam/ sürekli kendisine okunmaktadır” dediler.

6De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.”


4–6. Ayetler:

Bu ayet gurubunda, Kur’an karşısında âciz kalan ve mevcut düzenlerinin bozulmasından korkan inatçı kâfirlerin olur olmaz isnatlarda bulunarak Furkan [Kur’an] hakkında yaptıkları sataşmaları ve onlara verilen cevap aktarılmaktadır. Dikkat edilirse, müşrikler Kur’an’ın peygamberimizin kendi düzmesi olmadığını bilmektedirler ama Kur’an’ın Allah tarafından vahyedildiği gerçeğine inanmak yerine, birileri tarafından ona öğretildiğini iddia etmektedirler. Bu isnat başka ayetlerde de yer almıştır:

103Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar "Sadece, o'na bir beşer öğretiyor" diyorlar. Peygamber'e öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Kur’ân ise apaçık bir Arapça'dır. [Nahl/103]

Klâsik kaynakların hepsinde, peygamberimize bu insafsız iftirayı atanların Nadr b. Hars b. Abdüddar ile arkadaşları olduğu, peygamberimize Kur’an öğreten kişilerin de Mekke’de ustalık yapan Bizans asıllı Cibra, Yesar ve Addas adındaki azat edilmiş köleler ile Habeşli büyücü Ubeyd b. Hadr adlı kişi olduğu belirtilmektedir. [Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Bu kaynaklarda verilen bilgilere göre Cibra adlı köle Amir b. Rabia tarafından; Yesar, Ala b. El Hadrami tarafından; Addas da Huveytip b. Abdüluzza tarafından azat edilmişlerdir.

Görüldüğü gibi, peygamberimize Kur’an öğrettiği ileri sürülen bu kişiler, sosyal yönden çok zayıf ve yeni Müslüman olmuş "gariban" kişilerdir. Bu kişilerin, edebiyat bir tarafa, doğru dürüst Arapça bildikleri bile tartışmalıdır. Zaten Rabbimiz de müşriklerin akıl ve mantıkla bağdaşmayan bu saçma iddialarını "zalimce" diye niteleyerek reddetmiştir.

Dördüncü ayette nakledilen "Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir" iddialarından Rasülüllah’a Mekke dışındaki Mekke’nin nimetlerine göz dikmiş kimseler, ülkeler ile işbirliği yaptığı ithamı da anlaşılmaktadır. Ki bu ithamlar, geçmişte Musa peygambere de yapılmıştı. A’râf/120-126’da görülebilir.

Müşriklerin iddiaları gerçekten saçmadır, çünkü her şeyden önce kâfirlerin elinde iddialarını kanıtlayacakları herhangi bir bilgi, belge, kanıt bulunmamaktadır. Eğer bu iddiaları kanıtlamaya yarayacak bir delil mevcut olsaydı, her türlü güç kuvvet ellerinde olan ve her türlü zorbalığı rahatça yapan bu kâfirler mutlaka bu delili ortaya çıkarırlar veya kendilerine karşı hiçbir hak iddia edemeyen bu garibanlara yaptıklarını itiraf ettirebilirlerdi. Diğer taraftan, söz konusu bu kişiler, azat edilmiş de olsalar, eski sahiplerinin baskılarına boyun eğerek kendilerine maddî açıdan herhangi bir çıkar sağlamayan peygamberi desteksiz bırakabilirlerdi. Ayrıca durum müşriklerin iddia ettiği gibi olsaydı, kendileri de Müslüman olan bu kişiler, neden yalancı, düzmeci bir insana inanıp onun söylediklerine uysunlar, niçin düzenbazlığını bildikleri bir kişiyi peygamber olarak kabul etsinlerdi? Bu iddialar doğru olsaydı, bu şahısların bundan bir çıkarı olması gerekmez miydi? Peygamberimizin yanından hiç ayrılmayan eşleri, evlâtları, evlâtlığı Zeyd, Ebubekir ve diğer yakınları peygamberin böyle bir ilişki içinde olduğunu fark etmezler miydi? Böyle bir şey sezseler ona inanır, onun için canlarını ve mallarını ortaya koyarlar mıydı?

Kısacası, Rabbimizin dediği gibi bu iftira "zalimce" idi. Zalim müşriklerin böyle insafsızca saldırıları birçok kez olmuş ve Rabbimiz her defasında bu iddiaları reddetmiştir:

8Ya da onlar, "Kur’ân'ı, Muhammed uydurdu" diyorlar. De ki: "Eğer onu ben uydurmuşsam bana Allah'tan olacak şeye güç yetiremezsiniz; beni Allah gibi cezalandıramazsınız. O, sizin neyin içine atıldığınızı daha iyi bilir. Sizinle benim aramda tanık olarak O yeter. Ve O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." [Ahkaf/8]

24Ya da onlar, "Allah'a karşı yalan uydurdu" mu diyorlar? İşte eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; bâtılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, göğüslerde bulunan şeyleri çok iyi bilendir. [Şûra/24]

93Ve Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde "Bana vahyolundu" diyenden ve "Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim" diyenden daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri ölümün şiddetleri içindeyken, görevli güçler de onlara ellerini uzatmış, "Canlarınızı çıkarın. Bugün, Allah'a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız" derlerken bir görsen! [En’âm/93]

Müşriklerin bu davranışlarına karşılık insaf sahibi olan "Ehl-i Kitap"tan aklı başında hiç kimse böyle bir iddiada bulunmamış, bu kimseler Kur’an karşısında hemen iman etmişlerdir:

107,108De ki: "Siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve "Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir" derler."

109Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır. [İsra/107–109]

51Ve andolsun Biz, Söz'ü [vahyi/Kur’ân'ı] öğüt alırlar diye birbiri ardınca yolladık.
52Sözden [vahiyden/Kur’ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e [vahye/Kur’ân'a] de inanırlar. [Kasas/51, 52]

10De ki: "Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız ... Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez." [Ahkaf/10]

47Ve işte böylece Biz, sana Kitab'ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz Kur’ân'a inanıyorlar. Ve ehli kitabın dışındakilerden/Araplardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek örtbas eden kimseler bile bile reddeder. [Ankebut/47]

114Ve O, size Kur’ân'ı ayrıntılı/hak-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah'tan başka bir hakem mi arayayım?" Ve kendilerine Kitap verdiğimiz şu kişiler, Kur’ân'ın şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen onların bu kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda sakın şüphecilerden olma. [En’âm/114]

36Ve kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilen ile sevinirler. Karşıt grup oluşturanlardan, onların bir kısmını tanınmaz hâle getiren kişiler de vardır. De ki: "Ben, ancak Allah'a kulluk etmekle ve O'na ortak kabul etmemekle emrolundum. Ben yalnızca O'na davet ediyorum, dönüşüm de yalnız O'nadır." [Ra’d/36]

Konumuz olan ayette "Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir" denilmek suretiyle çok ince bir noktaya temas edilmiş ve Allah’ın her sırra vakıf olduğu vurgulanmıştır. Zira Kur’an, içerdiği gaybe ait bilgiler, indiği dönemde insanların gizli kararlarını ortaya döken yapısı, topluma yönelik en üst düzeydeki ahlâkî ilke ve yasaları, afak ve enfüse ait mucizevî bilgileri ile ancak ve ancak her şeyi bilen, her sırdan haberdar olan yüce bir kudret tarafından yazılmış olabilir. Bu yüce kudret Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.

Kur’an’ı indiren Allah her sırra vakıftır, her şeyi bilir:

2,3Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, aralarında şu fısıltıyı gizlediler: "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?"
4De ki: "Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve O, en iyi işiten, en iyi bilendir." [Enbiya/2–4]



7,8Ve inkâr etmiş olanlar: “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece O'nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar: “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler.

9Senin için nasıl örnekler getirdiklerine bir bak! Artık onlar sapmışlardır, hiçbir yola da güç yetiremezler.


7–9. Ayetler:

Kur’an’a yönelik ithamları reddedilince müşrikler bu kez Allah elçisine karşı saldırıya geçmişlerdir. 7–9. ayetlerden oluşan yukarıdaki paragrafta inkârcıların bu ithamları konu edilmiştir. Kâfirlerin itirazları, peygamberin onlardan birisi, yani kendileri gibi yiyip içen, sokaklarda gezen biri olmasıdır. Beklentileri ise kendilerinin de görebileceği uyarıcı bir meleğin elçiyle beraber aralarına inmesi, ya da elçiye bir hazine verilmesi veya elçinin yiyip içeceği bir çiftliğinin olmasıdır. (Kâfirlerin bu beklentilerine cevap 20. ayette gelecektir.)

Kâfirlerin alay kokan bu talepleri Kur’an’da birkaç kez yer almıştır:

* Ve "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız" dediler. Sen de ki: "Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!" [İsra/90–93]

Kâfirlerin bu taleplerinin benzeri daha evvel Firavun tarafından Musa peygambere de yapılmıştı:

* Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: "Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?" dedi. [Zühruf/51-53]

Demek oluyor ki, Musa peygamberin Firavun’u ile peygamberimizin karşıtları arasında bir fark yoktur.

Büyüklenmeleri sebebiyle iyi düşünemeyen ve gerçeği göremeyen gururlu kâfirler, Rabbimiz tarafından bu ayet grubunda "zalim", "sapmış" ve "hiçbir yola güç yetiremeyen" şeklindeki sıfatlarla nitelenmektedir. Bu niteliklerin hepsi de ağır bir kınanmayı ifade etmektedir.



50Ve andolsun Biz, öğüt almaları için Furkân’ı, aralarında çeşit çeşit şekillerde anlattık, ama insanların çoğu sadece iyilikbilmezlikte dayattılar.

51Şâyet dileseydik Biz elbette her kente bir uyarıcı gönderirdik.

52Öyleyse kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere itaat etme ve Furkân ile onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat yap, uğraşı ver!


50–52. Ayetler:

Klâsik eserlerin çoğunda, 50. ayetteki "onu" zamirinin 48. ayetteki "su" sözcüğüne gönderilmesi sonucu, 50. ayette suyun çeviriminin kastedildiği yönünde açıklamalar yapılmıştır. Bize göre ise bu, uygun olmayan bir yaklaşımdır. 50-52. Ayetler teknik ve anlam bilgisi açısından dokuzuncu ayetin devamıdır. Zira gruptaki son ayet olan 52. ayetteki "ve onunla onlara karşı büyük bir cihat yap" ifadesinde yer alan "onunla" zamiri "Furkan"a gittiğine göre, 50. ayetteki "onu" zamiri de "Furkan"a raci olmalıdır. Dolayısıyla burada evrilip çevrilen Kur’an’dır. Yani, Kur’an’daki "afak" ve "enfüs"e dair ayetler [deliller], evrile çevrile, birçok değişik şekildeki örneklerle anlatılmakta, bazılarının görmezden geldiği öğütler bu örneklemelerle verilmektedir.

51. ayetten öğrendiğimize göre, her kente bir uyarıcı gönderilmemiştir. Bu, insanların birliğini ve toplumların düzenlerini sağlamaya yönelik bir uygulamadır. Eğer her kente bir elçi gönderilseydi, muhtemelen her kent kendi peygamberini takım tutar gibi tutacak ve diğer kentlere hasım olacaktı. Böyle bir durumda ise, düzen sağlamak için gönderilmiş olan elçiler, düzensizliğin sebebi hâline geleceklerdi. Hâlbuki istenen; insanların tefrikaya düşmeden birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıdır. İşte bu yüzden peygamberler her kente değil, toplumlara gönderilmiş ve toplumların bir peygambere uyması istenmiştir.

24Şüphesiz Biz, seni hak ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik/elçi yaptık. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir. 25Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi. 26Sonra Ben, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni tanımamak/tanıtmamaya yeltenmek nasıl oldu? [Fatır/2 26]

CİHAD

"Cihad" yazımızda ayrıntılı olarak tahlil ettiğimiz " جهاد cihad" sözcüğünü kısaca "İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için tüm imkân ve kaynakları; bilgiyi, kalemi, medyayı, malı, mülkü seferber etmek" şeklinde tanımlamak mümkündür.

52. ayette Rabbimiz elçisine, Kur’an ile büyük bir cihad yapmasını emretmektedir. Yani elçi cihadında silâh olarak Kur’an’ı kullanacaktır. Diğer bir ifade ile söylenecek olursa, elçi, Kur’an’dan başka silâh kullanmayacaktır. Demek ki; küfrü, şirki, nifakı yıkmak için en etkin silâh Kur’an’ın içerdiği mesajlardır. Tarihe bakıldığında da aynen böyle olduğu görülmektedir.

52. ayetteki "kâfirlere itaat etme" ifadesi, kâfirlerin uzlaşma arayışları içinde olduklarını göstermekte ve aynı zamanda da elçiye kesinlikle böyle bir uzlaşma yapmamasını emretmektedir. Rabbimizin kâfirlerle uzlaşmayı yasaklaması başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

9-16Onlar arzu ettiler ki, sen onlara yağ çekesin, onlar da hemen sana yağ çeksinler. Çok yemin eden, aşağılık, alaycı, gammaz; arkadan çekiştiren, arabozucu, kovuculuk için gezip duran, mal ve oğulları var diye hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış, kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı şu asalakların hiçbirine itaat etme. Âhireti yalanlayan o kişi, âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman: "Daha öncekilerin masalları" dedi. Yakında Biz onun burnunu sürteceğiz [Kalem/9–16]

1De ki: "Ey kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini kabul etmeyen kişiler! 2Ben sizin taptıklarınıza tapmam/ben sizin yaptığınız kulluğu yapmam. 3Siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz/siz de benim yaptığım kulluğu yapmazsınız. 4Ve ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim/ben asla sizin yapmış olduğunuz kulluğu yapıcı değilim. 5Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz/siz de benim yapmakta olduğum kulluğu yapıcı değilsiniz. 6Sizin dininiz/inanç ve yaşam ilkeleriniz sadece sizin için, benim dinim/inanç ve yaşam ilkelerim de sadece benim içindir." [Kâfirun/1–6]


10Öyle cömerttir ki O, dilerse sana hazineden, onların dediği bahçeden daha hayırlısını; altından ırmaklar akan cennetleri verir, senin için saraylar da yapar.


Bu ayet de suiistimal edilmiş ayetlerden birisi olup rivayetlerde bu ayetin, diğer ayetlerin aksine, elinde cennet saraylarının anahtarları bulunan cennetlerin bekçisi Rıdvan tarafından indirildiği, peygamberimizin ise bunları reddedip fakirliği ve kul-elçiliği tercih ettiği anlatılmaktadır. Oysa bu ayette Rabbimiz, kudretini ve sonsuz cömertliğini ifade edip dilerse onların saydıkları sözde değerlerden daha hayırlısını elçisine vereceğini bildirmektedir.



11Aslında onlar kıyâmeti yalanladılar. Biz ise kıyâmeti yalanlayanlara çılgın alevi hazırladık.

12O çılgın alev onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler.

13Ve bağlanmış kimseler olarak cehennemden dar bir yere atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler.

–14Bugün bir ölüm değil birçok ölüm isteyin!–

15De ki: “Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa Allah'ın koruması altına girmiş kişilere söz verilen sonsuzluk cenneti mi?” 16Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. –Bu, Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.–

17Ve o gün Rabbin, onları ve onların Allah'ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der.

18O sahte ilâhlar dediler ki: “Tüm noksanlıklardan arındırırız Seni. Senin astlarından yardım eden, yol gösteren ve koruyan yakınlar edinmek bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Öğüt'ü/ Kitab'ı terk ettiler ve değişime/ yıkıma uğramaya giden bir topluluk oldular.”

19İşte taptıklarınız sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim şirk koşarak yanlış; kendi zararına iş yaparsa, Biz ona büyük bir azabı tattıracağız.



11–19. Ayetler:

Bu ayet gurubunda kâfirlerin içlerinde tutup da açıkça söyleyemedikleri asıl maksat ve sırları Rabbimiz tarafından açığa vurulmaktadır. Kıyamet gününe inanmadıkları deşifre edilerek onları bekleyen akıbet ve olacaklar anlatılmaktadır.

Birçok ayette belirtildiği gibi, kâfirler demektedirler ki: "Yeryüzündeki bu hayattan başka bir hayat yoktur. Yaptıklarımızdan dolayı hesaba da çekilmeyeceğiz. Ölüm, her şeyin sonu demektir. Bu sebeple; Allah’a ibadet etmişsin, kâfir, müşrik olmuşsun, hiç fark etmez. Elde fırsat varken bu fırsat değerlendirilmeli, dünyadaki her türlü zevkin tadına varılmalıdır."

Bu durumda, onların Kur’an ve elçi hakkında ileri sürdükleri saçmalıklar aslında birer bahanedir. İçlerinde sakladıklarını zannettikleri esas düşünceleri kıyameti inkâr etmek ve onu yalan saymaktır. 11. ayet onların bu saçma kabullerine karşı Rabbimizin tepkisini bildirmektedir.

Kâfirlerin sırları deşifre edilip akıbetleri bildirildikten sonra, 12 ve 13. ayetlerde uyarı amaçlı olarak mahşerden ve cehennemden bazı sahneler canlandırılmıştır. Bu sahnelerde müşriklerin helâki çağırmaları, onların "Yetiş ey ölüm, yetiş!" diye bağrışacaklarını düşündürmektedir. Nitekim toplumda dayanılmaz acı ve sancı içinde kıvranan kişilerin de "Allah’ım, canımı al da kurtar!" tarzında yakarışına çokça rastlanmaktadır.

Bu sahnelerle henüz yüz yüze gelmemiş olanlara sanki "Bir kere değil, bin kere ölüm isteseniz de kurtuluşunuz yok! Gelin, aklınızı başınıza alın!" şeklinde bir uyarının yapıldığı 14. ayetten sonra 15, 16. ayetlerde takva sahiplerine vaat edilen ebedîlik cennetinin karşılık ve gidilecek yer olarak daha iyi olduğu, bu vaadin yerine getirilmesini Allah’ın üstlendiği vurgusuyla bildirilmektedir.

17–19. ayetlerde ise kâfirlerin dünyada iken ilâh edindikleri şeylerle yüzleştirildiklerini anlatan bir mahşer sahnesi yer almaktadır.

17. ayetteki "onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyler" ifadesi ile kastedilenler "cansız putlar" değil, çeşitli müşrik toplumların tanrılaştırdıkları melekler, peygamberler, veliyler, şehitler ve dindar kişilerdir.

Bu yüzleşme sahneleri Kur’an’da birçok kez yer almıştır:

40Ve o gün Allah, onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: "Şunlar mı size tapıyorlardı?" diyecektir.
41Onlar: "Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim koruyucu, yol gösterici yakınımz Sensin. Tam tersi onlar gizli güçlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı" dediler.
42Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz, ortak koşma inancına batmış o kişilere: "Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!" deriz. [Sebe/40–42]

116-118Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?" Îsâ: "Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin" dedi. [Maide/116, 118]

5Ve Allah'ın astlarından kıyâmet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışlarından habersizler de.
6İnsanlar bir araya toplandığı zaman da taptıkları kimseler kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını kabul etmeyenler idiler. [Ahkaf/5, 6]

18. ayette geçen " الذّكر zikr" sözcüğü ile Kur’an ve ondan evvelki tüm vahiyler kastedilmiştir. Zira öğüde kulak vermeyen kişi sadece son peygamber zamanında olmamış, ilk peygamberden bu yana her peygamber döneminde de var olmuştur.

Yine 12 ve 13. ayette geçen " ثبورsübur" sözcüğü "helâk olmak, perişan olmak" [Lisanü’l-Arab; c.1, s.655] demek olup bir başka ayette daha geçmektedir:

102Mûsâ dedi ki: "Sen kesinlikle bildin ki, âyetleri, birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ve ben de senin yıkıma uğramışlığına kesinlikle inanıyorum." [İsra/102]



20Biz, senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir.



Hatırlanacağı üzere, 7. ayette müşrikler Allah’ın elçisinin kendi içlerinden birisi olmasını kabullenmemişler ve onunla birlikte bir melek gelmesini istemişlerdi. Konumuz olan bu ayet onlara verilen cevap mahiyetindedir. Kur’an’a bakıldığında, Nuh peygamberden bu yana müşriklerin hep aynı bahaneleri ileri sürdükleri görülmektedir. Halbuki Yüce Allah, geçmişte de elçilerini elçinin gönderildiği toplumun içinden ve yiyen, içen, çarşıda pazarda yürüyen kişilerden seçmiştir.

75Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara âyetleri nasıl açığa koyuyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl döndürülüyorlar! [Maide/75]

109Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin kendi halkından, kendilerine vahyettiğimiz birtakım olgun kişileri elçi olarak gönderdik. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip dolaşmadılar mı? Ki kendilerinden önce gelip geçenlerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar! Elbette âhiret yurdu Allah'ın koruması altına giren kişiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? [Yusuf/109]

8Ve Biz o elçileri yemek yemez birer ceset yapmadık. Onlar sürekli kalıcılar/ölümsüz de değillerdi. [Enbiya/8]

Ayette geçen "fitne" sözcüğü "ateşe atmak, belli aşamalardan, sıkıntılardan geçirmek suretiyle eğitmek, olgunlaştırmak, arı duru hâle getirmek" demektir. Sözcüğün bu ayetteki kullanılışı için "insanların zor görevlerle, zorluklarla, birbirleriyle olan ilişkilerindeki sorumluluk ve duyarlılıkla denenmesi, deneyim kazanıp olgunlaşmasının sağlanması veya sınanması" şeklinde bir açıklama getirmek mümkündür. Çünkü sözcük ayette "Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık" ifadesi içinde geçmektedir. Bu ifadeden Allah’ın elçileri toplumlara, toplumları elçilere, insanları birbirlerine deneme aracı yaptığı anlaşılmaktadır. Yani insanlar, aralarındaki babalık-evlâtlık, idarecilik-tebaalık, güçlülük-zayıflık, zenginlik-yoksulluk, hastalık-sağlık, bilgi-bilgisizlik gibi ilişkiler dolayısıyla birbirleriyle sınanmaktadırlar.

155,156Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiklik ile sizi zayıf düşüreceğiz/imtihan edeceğiz. Kendilerine bir musibet geldiği zaman, "Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O'na döneceğiz" diyen şu sabredenlere de müjdele!
157İşte onlar; Rablerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, kılavuzlandıkları doğru yolu bulanların da ta kendisidir. [Bakara/155-157]

-Sabrediyor musunuz!-

Daha önce Müddessir ve Asr surelerinin tahlilinde ayrıntılı açıklamalar yaptığımız "sabr", "aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle yapılan mücadele" demektir. Bu ahlakî tutum, Rabbimizin bizden istediği ödevlerin ilk sıralarında yer alır. "Sabr" sözcüğü ile katlanmayı değil, göğüs germeyi kasteden Rabbimiz, her fitnenin, belâlanmanın ardından bu zor durumlarla mücadeleyi icap ettiren "sabr"a yönelik mesajlar vermiştir:

108Allah dedi ki: "Sinin oraya! Bana konuşmayın da. 109Şüphesiz Benim kullarımdan bir grup: "Rabbimiz! Biz iman ettik; artık bizi bağışla, bize merhamet et, Sen merhametlilerin en iyisisin" diyorlardı. 110İşte siz onları alaya aldınız; sonunda da onlar, size Benim anılmamı, öğüdümü unutturdu/terk ettirdi. Ve siz onlara gülüyordunuz. 111Şüphesiz ki bugün Ben, sabretmelerine karşılık, onları ödüllendirdim; onlar, kazançlı çıkanların ta kendileridir." [Müminun/108- 111]

Ayetin sonundaki "Ve senin Rabbin çok iyi görendir" ifadesi, yapılan sınamanın sonuçlarının kesinlikle değerlendirilmekte olduğunu, hiçbir şeyin zayi olmayacağını anlatmaktadır.*



127 Bu âyette Kur’ân'ın furkân özelliği ön plâna çıkarılmıştır. Mürselât sûresi'nde de açıkladığımız gibi, Kur’ân'ın isimlerinden biri olan furkân, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki fark kökünden türemiş olup fârika sözcüğü ile aynı anlama gelir. Yaygın kullanımına bakıldığında, fark sözcüğünün türevleri olan tefrik, firak, firkat, fırka, tefrika, ferik sözcüklerinin somut şeyler [mahsusat] için; fârikât, fârûk ve furkân sözcüklerinin ise soyut şeyler [makulât] için kullanıldığı görülür.

Resmi Mushaf: Bakara/53 ve Enbiyâ/48 âyetlerinde Mûsâ peygambere verildiği söylenen furkân, soyut şeyler olan hak ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur’ân'a da isim olarak verilmiştir.




*İşte Kuran, Furkan Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim