55Enam Suresi 105-113, 115-117, 124-125
Mushafta Bozuntu Yapılan Ayetler
55Enam Suresi 105-113, 115-117, 124-125
Hatalı Çeviri:
105. Böylece biz âyetleri geniş geniş açıklıyoruz ki, «Sen ders almışsın» desinler de biz de anlayan toplum için Kur'an'ı iyice açıklayalım.
106. Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir.
107. Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.
108. Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.
109. Kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a andiçtiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?
110. Yine O'na iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içerisinde bırakırız.
111. Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler.
112. Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.
113. Âhirete inanmayanların kalpleri ona (yaldızlı söze) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam etsinler diye (böyle yaparlar).
114. (De ki): Allah'dan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitab'ı açık olarak indiren O'dur. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur'an'ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma!
115. Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.
116. Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.
117. Muhakkak ki senin Rabbin, evet O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. O, doğru yolda gidenleri de iyi bilendir.
Doğru Çeviri:
Necm: 204
105İşte böylece Biz, sana, “Sen ders görmüşsün/ bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin” desinler ve bilgilenip duran toplum için açığa koyalım diye âyetleri evirip çeviriyoruz/geniş geniş açıklıyoruz.
106,107Sen Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy. Ortak koşanlardan da uzak dur. Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri de değilsin!
108Ve onların Allah'ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah'a sövmesinler. Biz, her önderli topluma yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
109Ve ortak koşanlar, kendilerine bir alâmet/gösterge gelirse, ona kesinlikle iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah katındadır.” Onlara alâmetler/ göstergeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?
110Ve Biz, onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.
111Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah'ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.
112,113Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!–
115Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
116Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.
117Şüphesiz ki senin Rabbin, Kendi yolundan kimlerin saptığını en iyi bilenin ta kendisidir. Ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları daha iyi bilendir.
124Ve onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah'ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir aşağılık ve çetin bir azap dokunacaktır.
125Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü aşırı sıkıntılı hale getirir ki, sanki o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar.
105İşte böylece Biz, sana, “Sen ders görmüşsün/ bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin” desinler ve bilgilenip duran toplum için açığa koyalım diye âyetleri evirip çeviriyoruz/geniş geniş açıklıyoruz.
Bu ayette Rabbimiz, Kur’an’ın detaylandırılma sebebini açıklamaktadır. Buna göre; Kur’an’ın çok güzel açıklamalar içermesi, müşrikler arasında elçinin birisinden ders aldığı takıntısını yaratmakta, inanmış olanların ise ortaya daha çok açık kanıt konmasından dolayı inançlarını pekiştirmekte, mutluluklarını arttırmaktadır.
Rabbimiz, müşriklerin içinde bulundukları bu psikolojik durumu birçok ayette belirtmiştir:
4Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kimseler, "Bu Kur’ân, o'nun/Muhammed'in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir" dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.
5Ve "O Kur’ân, yazılı duruma getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah-akşam/sürekli kendisine okunmaktadır" dediler. [Furkan/4, 5]
24,25Ve onlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denildiği zaman, onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için, "Öncekilerin efsaneleri" dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! [Nahl/24,25]
106,107Sen Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy. Ortak koşanlardan da uzak dur. Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri de değilsin!
Bu ayetlerde peygamberimiz, görevi bir daha kendisine hatırlatılarak teselli edilmiş ve her türlü fırsat, imkân verilmesine rağmen inanmamakta direnenleri Allah’a bırakıp onlara mesafeli durması konusunda uyarılmıştır.
107. ayette "vekil" ve "hafız" nitelemelerinin birlikte yapılması, bu ayetlerin de 66, 67 ve 104/68. ayetlerle aynı paragrafta olduğunu göstermektedir.
Konumuz olan ayetlerden anlaşıldığına göre, inanç konusunda insana tam bir özgürlük tanınmıştır ve bu sebeple de elçinin bu konuda zorlayıcı bir etkinliği olmamalıdır. Başka bir ifade ile insanlar, iradelerine karışılmadan, hürriyetleri kısıtlamadan inanacaklarsa inanmalı, küfredeceklerse küfretmelidirler. Bu ilke aşağıdaki ayette daha açık bir ifade ile ortaya konmuştur:
29Ve de ki: "O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin/inanmasın." Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! [Kehf/29]
Bu durumda, elçinin din konusunda kendine göre bir yol izlemesi, keyfî davranması söz konusu değildir.
15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: "Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!" dediler. De ki: "Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım." [Yunus/15]
20Ve yeryüzüne bakmıyorlar mı, o nasıl yayılmış?
21,22Haydi, öğüt ver/hatırlat, şüphesiz sen, sadece bir öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. [Ğaşiye/20- 22]
40Ve onlara vaat ettiğimizin bir bölümünü sana göstersek yahut sana geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırsak, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. [Ra'd/40]
108Ve onların Allah'ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah'a sövmesinler. Biz, her önderli topluma yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
Bu ayette, tüm Müslümanlar, gayrimüslimlerin tapındıkları şeylere [sahte ilahlarına ve inanış ilkelerine] karşı kötü söz söylemekten kaçınmaları konusunda uyarılmaktadır. Bu uyarısıyla Rabbimiz müminler için çok önemli bir kural ortaya koymuş olmaktadır. Bu kural, müşriklerin düşmanlık tepkisiyle Allah hakkında kötü sözler söylememeleri için, onların sözde tanrılarına, yanlış inançlarına sövmemektir.
Ayette yasaklama emri çoğul olarak ifade edildiği için muhatap tüm müminlerdir. Başka ayetlerde yanlış inançlara karşı çıkmaları istenen müminler, bu ayet ile de karşı çıktıkları inançların temel unsurlarını aşağılamaktan ve yanlış yoldaki insanların duygularını incitmekten men edilmektedir. Rabbimizin bu incelikli uyarısı gereğince; müminler yanlışlıklara karşı çıkacaklar ama karşısındakileri tahrik etmeyecek, onlara nazikçe nasihatte bulunacaklardır:
125Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir. [Nahl/125]
Müminlerin unutmaması gereken bir diğer husus da amellerin ancak Allah tarafından değerlendirileceğidir. İnsanlar birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırabilirler ama bütün davranışların nihai değerlendirmesi sadece Allah’a aittir ve mahşerde yapılacaktır.
Müminlerin bazı tavırlarına karşı bir uyarı olarak inmiş olması muhtemel olan bu ayetin iniş sebebi hakkında "Esbab-ı nüzul" kayıtlarında şunlar yer almaktadır:
Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç husus zikretmişlerdir:
a- İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Allah Teâlâ'nın "Siz de, Allah'ı bırakıp taptıklarınız da, hiç şüphesiz ki cehennem kütüğüsünüz (Enbiya/98)" âyeti nazil olunca müşrikler Hz. Peygambere "ilahlarımıza sövüp hakaret etmekten vazgeçmezsen, biz de senin ilahını hicvederiz" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Derim ki: Bu rivayette bence iki müşkil söz konusudur:
1- Âlimler bu surenin bir defada [toptan] nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh "Bu ayetin sebeb-i nüzulü şudur" demek nasıl mümkün olur?
2- Müşrikler Allah'ın varlığını kabul ediyor ve "putlara ibadet ancak Allah katında şefaatçi olacakları için makbul olmuştur" diyorlardı. Bu böyle olduğuna göre, onların Allah'a hakarete ve sövmeye yeltenmeleri nasıl düşünülebilir?
b- Süddî şöyle demiştir: Ebu Talib'in vefatı yaklaşınca Kureyş kabilesi şöyle dedi: "Ebu Talib'e varıp ondan kardeşinin oğlu [Muhammed'i] bizimle uğraşmaktan vazgeçirmesini isteyelim. Çünkü o öldükten sonra, Muhammed'i öldürmekten utanırız. Eğer Ebu Talib öldükten sonra, Muhammed'i öldürmeye kalkarsak, bütün Araplar ‘Kureyş'i Muhammed'i öldürmekten alıkoyan Ebu Tâlib idi. O ölünce, Muhammed'i öldürdüler’ derler. Bundan dolayı bir toplulukla birlikte Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Nadr b. Hars, kalkıp Ebu Talib'e gittiler ve ona ‘Sen bizim büyüğümüzsün’ deyip düşündükleri şeyleri söylediler. Ebu Talib de Hz. Muhammed (s.a.s)'i çağırdı ve ‘Bunlar senin kavmin ve amcaoğullarındır. Senden, onları kendi dinleriyle baş başa bırakmanı istiyorlar ve seni dininle baş başa bırakmayı teklif ediyorlar’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.s], ‘Allah'dan başka ilah yoktur’ deyiniz!’ dedi. Onlar bunu kabul etmeyince Ebu Talib, ‘Bu kelimeden başka bir şey söyle; çünkü senin kavmin bundan hoşlanmıyor’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Ben, onlar güneşi getirip elimin içine koysalar bile, bundan başkasını diyecek değilim" dedi. Onlar da, Hz. Peygamber'e, "O hâlde, ilahlarımızı [putlarımızı] tenkit etmekten vazgeç. Aksi hâlde, biz de seni ve sana bunu emredeni tenkit ederiz" dediler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah 'a söverler" sözünden maksat budur. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb]
109Ve ortak koşanlar, kendilerine bir alâmet/gösterge gelirse, ona kesinlikle iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah katındadır.” Onlara alâmetler/ göstergeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?
110Ve Biz, onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.
110. ayette geçen "Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz" ifadesi, Tin suresinden başka Ya Sin/8-10’un tahlilinde de belirttiğimiz gibi, inatçı müşriklerin içinde bulundukları kötü duruma düşmelerine sebep olan fiillerin de Rabbimiz tarafından yaratıldığını ifade etmektedir. Yani müşrikler, Allah’ın yaratmış olduğu yollardan "hakk"a değil de "batıl"a sarılarak yanlış inançlara saplanmakta, yanlış inançlar ise insanın dinleme, anlama, kavrama yeteneklerini devre dışı bırakarak bu zavallıların kör ve şaşkın hâle gelmelerine, kısacası kalplerinin mühürlenmesine yol açmaktadır.
111Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah'ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar.
Bu ayet grubunda Rabbimiz, müşriklerin kendilerine bir mucize gelmesi hâlinde inanacaklarına dair ettikleri yeminleri yerine getirmeyeceklerini, hatta istediklerinden de fazla mucize gelse bile inanmamaya kararlı olduklarını bildirmektedir.
109. ayetin iniş sebebi hakkında klasik eserlerde şunlar yer almaktadır:
"Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah'a yemin de ettiler ki, herhâlde kendilerine bir ayet, istedikleri bir mucize gelse [bu cümleden olarak Safa tepesi altın olsa] muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet edildiğine göre bazı müminler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri ayetin inmesiyle iman edecekleri ümidine düştüler." [İbn Kesir]
Bir başka kaynakta ise şöyle nakledilir:
Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şu izahı yapmışlardır:
a- Onlar şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer dilersek biz onların tepesine gökten bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğili kalır (Şuarâ/4)" ayeti nazil olunca, müşrikler Allah'a yemin ederek, eğer kendilerine bir mucize gelirse, muhakkak O'na inanacaklarını söylemişlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur."
b- Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî şöyle demiştir: "Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Bize, Musa'nın âsasıyla taşa vurduğunu, böylece de taştan su fışkırdığını; Hz. İsa'nın ölüleri dirilttiğini ve Hz. Salih'in dağdan bir dişi deve çıkardığını söylüyorsun. O hâlde, seni tasdik edebilmemiz için, sen de bize bir mucize getir" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Neyi arzu ediyorsunuz?" deyince, onlar, "Safa tepesini bizim için altın haline getirmeni istiyoruz dediler ve eğer bunu yaparsa hep birlikte Ona uyacaklarına yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) dua etmek için ayağa kalktı. Derken, Cebrail (a.s) kendisine gelerek, "Eğer istersen bu olur; ama bu olur da, onlar da o zaman seni tasdik etmezlerse, Allah onları toptan imha eder. Eğer onlar kendi hallerine bırakılırlarsa, hiç değilse bir kısmına Allah imana dönüş nasip eder" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Öyleyse ben de mucize istemek için duadan vazgeçiyorum. Bari bazıları imana gelseler!" dedi. İşte bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi. [Razi; el Mefatihu’l-Gayb]
111. ayetin iniş sebebi hakkında "Esbab-ı nüzul" kayıtlarında şunlar yer almaktadır:
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur'ân-ı Kerim ile en çok istihza edenler beş kişi idiler: Velid b. Mugîre el-Mahzûmî, Âs b. Vâil es-Sehmî, Esved b. Abdiyeğûs ez-Zühri, Esved b. Muttalib ve Hars b. Hanzala... Sonra bunlar, Mekkeli bazı kimselerle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelip "Bize, senin Resûlullah olduğuna şahitlik edecek melekleri göster veya bizim için ölülerimizden bazılarını dirilt de onlara, söylediğin şeylerin hak mı, batıl mı olduğunu soralım. Yahut da kefil olarak, yani iddia ettiğin şeye şahit olarak Allah'ı ve melekleri getir" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Biz defalarca şunu anlattık: Müfessirler bu surenin bir defada nazil olduğu hususunda ittifak edince, "Bu ayet, falanca hâdise hakkında nazil oldu" demek, çok müşkil bir mesele olur. Ama bizim açıkladığımız izah şekline gelince, ki bu da, bundan maksat, onların bir kısmının "şayet kendilerine bir ayet gelirse Hz. Muhammed'e iman edecekleri hususunda var güçleriyle yemin etmiş oldukları" şeklindeki sözlerine cevap olmasıdır. İşte Allah Teâlâ bu sözü, onların yalan söylediklerini, gelmiş olan ayetlerden sonra başka ayetler göndermede bir fayda bulunmadığını, aksine doğruyu yalandan ayırmak için mutlaka tek bir mucizenin dahi kâfi geleceğini, bundan fazlasını istemenin ise sırf bir tahakküm ve işi yokuşa sürme ve ihtiyaç duyulmayan bir şey olduğunu; aksi hâlde onların, ikinci mucizenin izharından sonra üçüncüsünü, üçüncüden sonra dördüncüsünü isteyebileceklerini, delilin ve durumun, bir noktada karar kılıp son bulmaması gerekeceğini, bunun ise nübüvvet kapılarının kapanmasını icab ettireceğini beyan etmek için zikretmiştir. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb]
Müşriklerin mucize geldiği takdirde inanacaklarına dair ettikleri yeminler oldukça ciddi bir görünüm arz etmiş olmalı ki, Rabbimiz 111. ayette onların inanmayacaklarını kesin bir ifade ile tekrarlamıştır. Çünkü onların dilleriyle söyledikleri şey gönüllerine uymuyordu ve maksatları da mucize görüp inanmak değil, işi yokuşa sürmekti. Yani, onların bu davranışı münafıklıktan başka bir şey değildi:
* İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir/bilgisiyledir. Ve mü’minleri bilsin ve münâfıklık yapan kimseleri –kendileri oturup dururken kardeşleri için: "Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi" diyen kimseleri– bilsin diyedir. Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız" denilmişti. Onlar: "Biz, savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık" dediler. Onlar o gün, imandan çok Allah'ın ilâhlığını, rabliğini örmeye yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, haydi kendinizden ölümü uzaklaştırınız." [Âl-i Imran/166-168]
* Bedevi Araplardan geri bırakılmış; sizinle gelmemiş olanlar, sana yakında, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti/alıkoydu. Hadi Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile" diyeceklerdir. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: "Allah, size bir zarar dilediyse veya bir yarar dilediyse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Tam tersi Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." [Feth/11]
* Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime'si hak olmuş olan kimseler, kendilerine bütün alâmetler/göstergeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. [Yunus/96,97]
112,113Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!–
Bu ayetler, müşriklerin kör ve şaşkın olarak bırakıldığına dair 110. ayetteki ifadenin tefsiri mahiyetindedir. Bu ayetlerde, müşriklerin kendi kendilerini nasıl kandırdıkları ve çevrelerindekileri de kendilerine benzetmek için nasıl etkilemeye çalıştıkları açıklanarak müminler uyarılmakta, ayrıca bu durumun yeni bir şey olmayıp inkârcılar tarafından her peygambere karşı uygulanmış bir siyaset olduğu belirtilerek peygamberimiz teselli edilmektedir.
96,97Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime'si hak olmuş olan kimseler, kendilerine bütün alâmetler/göstergeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. [Âl-i Imran/184]
34Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. [En’am/34]
43Senin için senden önceki elçilere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz senin Rabbin kesinlikle bağışlama sahibidir ve acı veren bir azabın sahibidir. [Fussılet/43]
31Ve işte böyle, Biz her peygamber için günahkârlardan bir düşman kılmışızdır. Ve yol gösteren ve yardımcı olarak Rabbin yeter. [Furkan/31]
ZUHRUFU’L-KAVL
"Zuhruf" aslında "altın" demektir. Sonradan genel olarak "ziynet, süs" anlamında kullanılır olmuştur. [Lisanü’l Arab; c. 4, s. 353]
Buna göre, "zuhrufu’l-kavl" deyimi de "sözün süslenmişi, yaldızlı sözler" demektir. Gerçekten de tarihe bakıldığında, Hakk’a çağıran elçilere karşı halkı kışkırtıp galeyana getirenlerin çoğunlukla yalanlarını edebî sanatlarla süsleyen şairler olduğu görülmektedir.
Yüzlerce tanımı yapılmış olan şiir, kısaca "bir benzetme sanatı"dır. Şiir hiçbir zaman "gerçek" değildir. Dolayısıyla şiir, bir nesnenin veya olayın gerçeğini değil, benzerinin [taklidinin, sahtesinin] sunumu olan süslü sözdür.
Bu konu Şuara suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak incelendiğinden, "Şiir Nedir?" başlıklı bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.
115Ve Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek biri yoktur. O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
Rabbimizin "doğruluk ve adalet" yönüyle tastamam ve mükemmel [baliğa] olan sözlerinin değiştirilmesinin mümkün olmadığının bildirildiği bu ayette konu edilen "değişmez söz", bize göre, Allah’ın daha evvel Tevrat ve İncil’de peygamber göndereceğine dair verdiği sözüdür. Muhammed (as)’in elçi olarak gönderilmesi ile de bu söz yerini bulmuştur.
28Allah dedi ki: "Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim. 29Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri değilim." [Kaf/29]
Ayette Rabbimizin kelimeleri "tam, mükemmel, doğru, adil, değiştirilemez söz" olarak nitelenerek onların eksiklikten, eleştirilmekten uzak olduğu da beyan edilmiş olmaktadır.
116Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.
117Şüphesiz ki senin Rabbin, Kendi yolundan kimlerin saptığını en iyi bilenin ta kendisidir. Ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları daha iyi bilendir.
Bu ayetlerde Rabbimiz peygamberimizi ve onun şahsında tüm insanlığı uyarmaktadır. Anlaşıldığına göre, insanların çoğunluğu bilgi yerine zanna uymakta, Allah’ın sözleri yerine atalarının sözlerine inanmakta, bu sebeple de çoğunluk tarafından benimsenmiş inançlar, teoriler, düşünce ve ilkeler sırf çoğunluk tarafından paylaşılıyor diye doğru olarak kabul edilmektedir. Oysa bu saçmalıkların çoğunluklar tarafından kabul edilmesi hiçbir zaman onların doğruluğuna delil olamaz. Doğrular doğru olma niteliklerini onları doğru kabul eden çoğunlukların kabullerinden değil, bizzat kendilerindeki gerçeklikten alırlar. Doğru olan, en iyi işiten ve en iyi bilen, hükümleri en mükemmel, en doğru, en adil olan Allah’ın sözleridir. Bu sebeple, çoğunluğa uyulduğu takdirde doğru yoldan sapılmış ve çoğunlukların gerçek olmayan zanlarına mahkûm olunmuş olunur.
Rabbimiz yukarıdaki ayetlerde insanların çoğunluğunun yüz çevirdiğine işaret ederek çoğunluğa uyulduğu takdirde yoldan sapılacağını ihtar etmektedir. Kendi yolundan sapanları en iyi bilen Rabbimiz, bu sapkınlığa çoğunlukların zanna uyarak hayal peşinde koşmalarının neden olduğuna işaret etmektedir.
Bu husus Kur’an’da onlarca kez dile getirilmiştir: Âl-i Imran/110, Bakara/100, 243, A’raf/17, 102, 131, 187, Yunus/55, 60, Hud/17, Yusuf/21, 38, 40, 68, 103, Ra’d/1, Nahl/38, İsra/89, Furkan/50, Rum/6, 30, Sebe’/28, 36, Mümin/57, 59, 61, Casiye/26, Maide/59, 103, En’am/37, 116, Enfal/34, Tövbe/8, Saffat/71
124Ve onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah'ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir aşağılık ve çetin bir azap dokunacaktır.
125Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü aşırı sıkıntılı hale getirir ki, sanki o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar.
Bu ayetlerde, kentlerdeki ileri gelenlerin her zaman entrikalar çeviren suçlular olduğu bildirilmekte ve densizliklerinden bir örnek verilmek suretiyle bunların şımarıklıkları sergilenmektedir.
Bu ayetlerle ortaya konan sosyal vakıa, geçmişten günümüze hep aynı şekilde devam edip gelmektedir. Çünkü suçlulardan olan bu ileri gelenler, kurmuş oldukları düzendeki rabliklerinden ve fıskufücurlarından olmamak ve sömürülerine devam etmek için her zaman elçilere karşı çıkmışlar, çevrelerini ve güçlerini hep bu yolda harcamışlardır.
İleri gelenlerin kendilerine de vahy gelmediği takdirde inanmayacaklarını söyleyerek sergiledikleri densizlikleri, aslında onların sonu gelmeyen talep ve mazeretlerinden biridir.
21Bize kavuşmayı ummayanlar da, "Bizim üzerimize melekler/doğal güçler indirilmeliydi" ya da "Rabbimizi görmeli değil miydik?" dediler. Andolsun ki onlar kendi içlerinde büyüklüklerine inandılar ve büyük bir azgınlık yapmak sûretiyle azgınlaştıkça azgınlaştılar. [Furkan/21]
52İşin aslında içlerinden her kişi, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin istiyor. [Müddessir/52]
90-93Ve "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız" dediler. Sen de ki: "Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!" [İsra/90-93]
Esbab-ı nüzul kayıtlarında bu ayetlerin Kureyş ileri gelenlerinden Velid b. Mugira’nın peygamberimize söylediği "Şayet nübüvvet gerçek olsaydı ona ben senden daha layık olurdum. Çünkü ben senden daha yaşlı ve daha zenginim" şeklindeki sözleri üzerine yahut aynı mealdeki Ebu Cehil'in sözleri üzerine indiği ileri sürülmüştür. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]
Kentlerdeki ileri gelen suçlularla ilgili olarak Kur’an’da pek çok ayet (Furkan/31, İsra/16, Sebe'/31-35, Zühruf/23, Nuh/21-23) vardır:
125. ayette geçen "Allah ... göğsünü açar" ifadesi, "Allah’ın zihinlerden ve kalplerden İslâm hakkındaki her tür kuşku ve kararsızlığı gidermesi, kişiyi İslâm gerçeği konusunda iyice ikna ederek mutlu ve huzurlu kılması" anlamına gelir. Bu ifadedeki "göğsün açılması" deyimi hakkında detay, İnşirah suresinin tahlilinde bulunmaktadır.
125. ayetten ilk bakışta Allah’ın bazı kullarını doğru yola ilettiği, bazılarını da saptırdığı yolunda bir anlam çıkıyorsa da, buradaki "kimi saptırmak isterse" ifadesi, her şeyin Allah’ın yaratması çerçevesinde ve Allah’ın kontrolünde cereyan ettiği anlamındadır. Bu konudaki detay da Tekvir suresinin tahlilinde "Meşiet" başlığı altında verilmiştir.
13Onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet günü kesinlikle sorgulanacaklardır. [Yunus/25]
Bu ayette, bazı ruhsal durumlardan dolayı göğsünde darlık ve sıkıntı oluşan kişi, gökyüzüne doğru yükselmekte olduğu için göğsünde darlık ve sıkıntı hisseden kişiye benzetilir. Gerçekten de gökyüzüne doğru yükseldikçe, Atmosfer basıncı azalmakta ve kan, basınçla damarları ve kalbi zorlamaktadır. Ayrıca yukarı çıkıldıkça azalan oksijen nefes alma güçlüğü doğurur ve göğsümüzün içindeki akciğerlerde sıkıntı ve daralma hissedilir. Bu darlık ve sıkıntı gökyüzüne yükseldikçe artar ve sonunda yaşamın mümkün olmadığı noktaya gelinir.
Dağlar
Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde insanlar balonla veya uçakla gökyüzüne yükselmediler. Toriçelli’nin basıncın ilk ölçümlerini 1643 yılında gerçekleştirdiğini düşünürsek, bu dönemde basıncın azalmasıyla ilgili bir bilgiden söz etmek de mümkün değildir. Ayrıca o dönemde kan dolaşımı ve akciğerler hakkında ciddi bir bilginin varlığından da söz edilemez. Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde insanların dağlara çıktığı ve dağların tepelerinde nefes alma zorluğuna kısmen tanık oldukları düşünülebilir. Fakat ayette dağların tepesine çıkınca göğsün dar ve sıkıntılı olmasından değil, gökyüzüne çıkıldıkça oluşan bir süreçten bahsedilmektedir. Dağların tepesinde göğsünün sıkıştığına kısmen tanık olan kişi bu durumu deniz seviyesinden gittikçe göğe doğru yükselmesine değil de bir dağın üstüne çıkmış olmasına da bağlayabilir. Göğe yükselme ifadesi dağa çıkmanın çok üzerinde mesafeleri kapsayan bir ifadedir. Bu ifadenin doğrulanması için bu mesafenin aşılması gerekmektedir.
YAŞAMIMIZA UYGUN YARATILAN BASINÇ VE OKSİJEN
Deniz seviyesinden 3000 metreye kadar oksijen ve basınç oranı insanın fizyolojik faaliyetlerini rahatça yürüteceği seviyededir. 3000 metre ile 5000 metre arası gibi mesafelerde nefes almanın zorluğu ve kan basıncının artışı hissedilir. 7500 metreye gelindiğinde dokular ciddi şekilde oksijen eksikliği hisseder ve basınç düşmesinin dolaşım sistemine verdiği rahatsızlık hissedilir. Bu mesafenin üzerine çıkıldığında kişi bilincini yitirir; dolaşım, solunum, sinir sistemleri görevlerini yapamaz hale gelmeye başlar.
Hava basıncı
Basınç değişiklikleri dolaşım sistemini doğrudan etkiler, atardamar ve toplardamar basınçlarını artırır. Beden boşluklarındaki gazların dengesi, kandaki ve dokulardaki gazların (özellikle azotun) dağılımı bozulur. Basınç değişikliğinin doğrudan mekanik etkisi ise damar sertliği olan kişilerde damar yırtılmalarıyla ortaya çıkar. Gaz hacimlerindeki değişikliklerin yol açtığı olaylar da şöyle sıralanabilir: Orta kulak boşluğundaki hava değişikliklerine bağlı olarak, kulak zarı yırtıkları, orta kulak iltihabı, yüzdeki sinüslerde bulunan havaya bağlı olarak sinüs iltihapları, diş boşluklarındaki (çürük ya da dolgu) havaya bağlı olarak diş ağrıları ve sindirim sistemindeki havanın dış ortama atılma güçlüklerinin yol açtığı karın ağrıları...
Görüldüğü gibi, insanın biyolojik yapısıyla, oksijenin yeryüzünden gökyüzüne doğru belirlenmiş oranı, Atmosfer’in yeryüzünden gökyüzüne doğru ayarlanmış basıncı, mükemmel bir düzenlemeyle yaratılmıştır. Bu uyum sayesinde nefes almamız ve kan dolaşımımız rahatça mümkün olur. Prof. Michael Denton bu konu hakkında şu yorumu yapar: "Eğer havanın yoğunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti... Muhtemel Atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak hayat için uygun bir sayısal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan birçok şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi ve Atmosfer’in de bu aralıkta olması elbette ki çok mükemmel bir uyumdur."
Kuran ayetinin göğe yükselenin göğsünün dar ve sıkıntılı olmasıyla ilgili yaptığı benzetme Allah’ın Kitabı’nın bir mucizesidir. Bu mucizeyi incelerken Evren’de karşımıza çıkan Atmosfer’in basıncıyla, oksijeniyle mükemmel yaratılışı ve bu yaratılışların bizim biyolojik yapımıza uygunluğu ise Allah’ın yaratışlarındaki mükemmelliklerinin örnekleridir.*
*İşte Kuran, Enam Suresi
Yorumlar -
Yorum Yaz