Mecaz ve Kinaye Şems Suresi 1-16
MECAZ VE KİNAYE
ŞEMS SURESİ
Şems suresi Mekke’de 26. sırada inmiştir. Adını birinci ayetteki “الشّمس eş-Şems [Güneş]” sözcüğünden alan surenin iniş sırası ile ilgili herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. 15 ayetten oluşan sureyi, 14. ayeti iki ayet saymak suretiyle 16 ayet olarak kabul edenler de vardır.
Hatırlanacak olursa, 24. sure olan Abese suresinin 17-32 ayetlerinde dikkatler insanın enfüsî [içsel] yapısına ve afaka [çevreye] çekilmiş, insanın gerek kendi iç ve dış yapısından gerekse çevresindeki varlıklardan ve bu varlıkların fonksiyonlarından yola çıkarak Rabb’e ulaşmasının gerekirliği vurgulanmıştı. Bunca kanıta rağmen bunu yapmayan ve kâfir kalan kişi de yadırganmış idi. Abese suresinden sonra ise Kur’an’ın ve Kur’an’la kurulan ilişkinin yararlarının açıklandığı Kadr suresi âdeta bir parantez gibi araya girmişti.
Şems suresinde tekrar Abese suresindeki konuya dönülmüş ve önce ayetlerin sözcük manaları ile afaktaki [çevredeki] büyük kanıtlara, daha sonra da mucize niteliğindeki enfüsî [içsel] kanıtlara dikkat çekilmiştir. Abese suresinde ortaya konulan esaslar, bir bakıma Şems suresinde bir üst basamaktan tekrar edilmiştir.
Şems suresinde bir dizi kasem ile [yedi kanıt ileri sürülerek] insanın özgür iradesiyle kendisini nasıl kurtarabileceği veya kendisini nasıl mahvedebileceği açıklanmakta, bu ilahi yasaya da o günkü toplumda herkesçe bilinen Semud kavminin geçmişteki cezalandırılması örnek verilmektedir. Böylece insanlara hidayet edilmekte [yol gösterilmekte] ve gerekli uyarı yapılarak inananlar itaate teşvik edilmektedir.
Surede yer alan gerek sesteş ve eşanlamlı sözcükler ve gerekse mecaz, kinaye ve diğer söz sanatları, ayetlerden birbirine benzeyen birçok anlamlar çıkarılmasını mümkün kılmaktadır. Bu durum Şems suresinin “müteşabih” olma özelliğini de ortaya koymaktadır.
Surenin kasem cümlesi niteliğindeki 1-10. ayetleri ile geçmişten örnek veren 11-15. ayetlerinin ayrı birer pasaj oluşturduğu göz önünde tutularak sure iki ayrı grupta tahlil edilmiştir.
MEAL
RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA
1-10.Kur’ân’ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân’ı izleyen Elçi ve mü’minleri, Kur’ân ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’ân ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah işleme ve “Allah’ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır.
11.Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; 12.âhirette en mutsuz olacak olanları/liderleri görevi kabul edip gittiği zaman, 13.Allah’ın elçisi onlara demişti ki: “14.Allah’ın devesine önem verin!” ve “Onun su içmesini, yaşamasını sağlayın!”
15,16.Fakat onlar, onu yalanladılar, bunun sonucundan korkmayarak da Allah’ın devesini, inciklerini kesip öldürdüler.
Rableri de günahları dolayısıyla onları değişime yıkıma uğrattı sonra da yerlebir ediverdi.
TAHLİL
1-10.Kur’ân’ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân’ı izleyen Elçi ve mü’minleri, Kur’ân ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’ân ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah işleme ve “Allah’ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır.
Ayetlerin lafzı manaları itibariyle hakikat anlamları şöyledir: “Güneş’e ve onun parıltısına, onu izlediği zaman Ay’a, ona parlaklık verdiği zaman gündüze, onu sarıp örterken geceye, göğe ve onu yapana, yeryüzüne ve onu yuvarlakça döşeyene, nefse ve onu düzenleyene, verene -ki O, ona fücurunu ve takvasını ilham etti.- ant olsun ki [tüm bunları kanıt gösteririm ki]; onu [nefsi] arındıran gerçekten kurtulmuştur ve onu [nefsi] örten kesinlikle zarara uğramıştır.” Biz, mealde mecaz anlamını gösterdik.
Lâfzî [sözcük] anlamları itibariyle ilmî mucizeler içeren ayetler, mecazî anlamları itibariyle de yaşamsal gerçekleri dile getirmektedir.
Örnek olarak, Ay’ın Güneş’i izlediğine dair ifade, Güneş Sistemi içindeki tüm gök cisimleri gibi Ay’ın da Güneş’in peşinden gittiği gerçeğini ortaya koyan bir ifadedir. Astronomik hesaplamalar, Güneş’in Samanyolu Gökadası’ndaki yaklaşık çembersel nitelikteki yörüngesini 225 milyon yılda tamamladığını göstermektedir. Ay da dolaylı olarak Dünya ile beraber bu uzun yolculukta Güneş’i izlemektedir. Güneş Sistemi ve Samanyolu Gökadası’nın keşfinden sonra bilimsel nitelik kazanan bu bilgi, Kur’an’ın indiği dönem için gerçekten de bir mucizedir. Keza, suredeki “yeryüzünün yuvarlakça döşendiği”ne ilişkin ifade de yine Kur’an’ın indiği dönem için bir mucize niteliğindedir.
Ayetlerden, mecazen de birçok anlam çıkarmak mümkündür. Meselâ:
– Üzerine kasem edilen “الشّمس Güneş”, tüm insanlığı asırlardır aydınlatan ve bundan sonra da aydınlatacak olan Kur’an’dır. “Onun parıltısı” ise Kur’an’ın insanlığa sunduğu mutluluktur.
– “Güneş’i takip eden Ay”dan maksat, Kur’an’a uyan Peygamber ve inananlardır.
– “Gündüz” Kur’an ışığıyla aydınlanmış toplumları, “Gece” ise Kur’an ışığından mahrum kalan cahil toplumları simgelemektedir.
– “Sema”, Kur’an’dan aldığı canla kendini üstün hâle getirmiş kimseler; “Yer” ise Kur’an’dan yararlanmayıp küfür ve fücur batağında yuvarlanıp duran kesimdir.
– “Semayı yapan” Kur’an’dan alınan ve insanı yücelten İslâmî ilkeler, “yeri yapan” ise Kur’an dışı ilkeler ve anlayışlardır.
– “Can ve canı tesviye eden”; insan ve insanı iyi ya da kötü yapan etmenlerdir ki, böyle olduğu arkadan gelen 8. ayetten de anlaşılmaktadır.
1, 2. Ayetler:
Güneş’e ve onun parıltısına,
onu izlediği zaman Ay’a,
Bu ayette, Ay’ın Güneş’i izlediği söylenmek suretiyle yukarıdakilere ek olarak Ay’ın ışığını Güneş’ten aldığı ve Dünya’yı aydınlatma işinde onu izlediği vurgulanmaktadır. Mecazen ise Güneş’in Kur’an olduğu, sunduğu mutluluk reçetesinin parıltısıyla insanlığı aydınlattığı, Ay’ın da Kur’an’ı izleyen, onun aydınlığını yansıtan peygamber ve inananlar olduğu anlaşılabilir.
3, 4. Ayetler:
ona parlaklık verdiği zaman gündüze,
onu sarıp örterken geceye,
Bu iki ayetteki “ ها o” zamirlerinin ifade ettiği anlamlar, üzerlerinde biraz daha hassasiyetle durmayı gerektirmektedir. Gündüzün parıldattığının ve gecenin örttüğünün ne olduğuna mantıklı bir cevap aranmalıdır. Bir önceki ayetlerde geçen “o” zamirlerinin mercii olan “Güneş”, cümle akışı içinde bu iki ayetteki zamirlerin de mercii olarak kabul edilerek ayetler “Güneş’i parlattığı zaman gündüze, Güneş’i örttüğü zaman geceye…” şeklinde anlamlandırılmaktadır. Halbuki Güneş’in “gündüz” tarafından parlatılması ve “gece” tarafından sarılıp örtülmesi söz konusu olamaz. Böyle bir anlam mantıklı değildir.
Zemahşeri, cümlenin var olan yapısına makul bir anlam kazandırabilmek için ayetlerdeki zamirlerin “ ظلمة zulmet [karanlık]” veya “ الارض arza [yeryüzüne]” raci olabileceğini ileri sürer ve “Her ne kadar bu sözcükler zamirden evvel yer almamış olsalar da bu böyledir[1]demeye getirir. Ayrıca tezini desteklemek üzere klâsik Arap edebî metinlerinden örnekler verir. Ne var ki, bu örnekler yeterince ikna edici olmadığından nakledilmelerine gerek duyulmamıştır.
Biz bu zamirler nedeniyle oluşan sorunun iki yolla çözülebileceği kanısındayız:
Birinci Yol: Ayetteki zamirin bir anlamının bulunmadığı, yani surenin icaz ve edebî yapısından, armonik özelliğinden dolayı ayette yer aldığı kabul edilerek anlamının ihmal edilmesidir. Nitekim Kur’an’da bu duruma uyan, Ahzab suresinin 55. ve Nur suresinin 31. Hakka suresinin 16-20. ayetleri gibi birçok örnek bulmak mümkündür.
Bu takdirde ayetlerde tümleç olmaz ve şu şekilde anlamlandırılabilir:
“parlaklık verdiği zaman gündüze,
sarıp örterken geceye,”
İkinci Yol: Bilindiği gibi, bir cümlede üçüncü şahıs zamiri kullanılacağı zaman, bu zamirin merciinin lâfız veya anlam olarak zamirden daha önce geçmiş olması gerekmektedir. Aksi hâlde kast edilen şey anlaşılamaz, cümle anlamsız olur. Bu kural düşünülerek ilk ayette geçen “Güneş”in bu ayetlerdeki zamirlerin mercii olarak kabul edilmesi durumunda ayetlerin anlamının mantıksız olduğu daha önce de ifade edilmişti. Öyleyse bu durumda yapılabilecek tek şey, Abese ile Şems sureleri arasındaki duvarların kaldırılmasıdır. Sureye girişte de belirtildiği gibi, Şems suresi aslında Abese suresinin devamı mahiyetinde olup Kadr suresi adeta bir parantez gibi araya girmiştir.
Bu kabule göre 3. ve 4. ayetlerdeki “ ها o” zamirleri, Abese suresinin 26. ayetindeki “ الارض arz [yeryüzü]” sözcüğüne racidir ve bu ayetler şöyle anlamlandırılabilir:
“yeryüzüne parlaklık verdiği zaman gündüze,
yeryüzünü sarıp örterken geceye,”
Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da ayetlerdeki fiillerin farklı zaman kalıplarında oluşudur. 3. ayette geçmiş zaman kalıbı kullanılarak “جلّى cellâ” denilmişken 4. ayetteki [يغشى yağşâ] fiili geniş zaman kalıbında kullanılmıştır. Çoğu kez gözden kaçan bu özellik aslında ince ayrımlı bir anlam ifade etmektedir. Geniş zaman kalıbı kullanılarak elde edilen bu anlam inceliği, gecenin sürekli olduğunu ve olacağını ima etmektedir. Ayetlerin mecazî anlamları ise, sürekli var olacak olanın “gece” sözcüğünün temsil ettiği cehalet, küfür ve şirk olduğunu düşündürmektedir.
5. Ayet:
göğe ve onu yapana,
Bu ve bundan sonraki iki ayeti, “ ما ma” ism-i mevsulünün hangi anlama geldiğine göre farklı şekillerde açıklamak mümkündür. Arapça dilbilgisi kurallarına göre, ismi mevsul ve soru edatı olarak, “ma” edatı, cansız varlıklar ve akılsız hayvanlar ve akıllı varlıkların sıfatları için kullanılır. Allah’ın sıfatları için de “ma” edatı kullanılır. Bunun örneklerini geçmiş surelerde görmüş bulunuyoruz.
Birinci açıklama:
Bu bilgiler esas alınarak ayetteki “ ما ma [şey]” sözcüğü ile Allah’ın (Rabb) kastedildiği kabul edilebilir. Bu takdirde Rabbimiz, göğe ve onun yaratıcısı olarak kendisinin gücüne, büyüklüğüne ve eşsizliğine dikkat çekmiş olmaktadır.
İkinci açıklama:
“ ما ma [şey]” sözcüğünün akılsız varlıklar için kullanıldığı kabul edilebilir ve anlam buna göre verilebilir. Bu takdirde anlam, Rabbimizin insanoğlundan bütün dikkatini evrene koymuş olduğu düzene çevirmesini istediği şeklinde olur. Çünkü göğün oluşumunu sağlayan, herhangi bir kargaşaya meydan verilmeden, bozulmadan bu oluşumu muhafaza eden fizikî kanunlar, bu oluşumdaki ince hesaplar ve göğün yapısındaki diğer mucizeler dikkatlerin çevrilmesi gereken noktalardır. Evrene konulmuş olan bütün bu kuralların işleyişi Kur’an’da “Sünnetullah” kavramıyla ifade edilmektedir. Sünnetullah’ı kısaca evrenin fiziksel, kimyasal, biyolojik ve toplumsal yasaları olarak tanımlamak da mümkündür.
6. Ayet
yeryüzüne ve onu yuvarlakça döşeyene,
Bu ayet de yine “ما ma” edatının iki anlamına göre:
“Yeryüzüne ve onu her taraftan yayan ve uzatan, canlıların yaşamasına uygun hâle getiren Allah’a [kasem olsun ki]” veya “yeryüzüne ve onu yayan fiziksel, kimyasal ve biyolojik kanunlara, sistemlere [kasem olsun ki]” şeklinde çevrilebilir.
Bu ayetle yeryüzünün oluşumu ve döşenmesi ile ilgili mucize niteliğindeki fiziksel kanunlara işaret edildiği gibi, “ طحيها tahâ-hâ” sözcüğü ile de bir başka mucize sergilenmiştir.
طحى Tahâ ve دحى Dehâ
Ayetteki “ طحيها tahâ-hâ” sözcüğü, konunun detaylandırıldığı Naziat suresinin 30. ayetinde “ دحيها dehâ-hâ” olarak yer almaktadır. Sözcüklerdeki harflerin bazen sertleştirilmesi, bazen de yumuşatılması şeklinde ortaya çıkan bu durum, Türkçede de görülmektedir. Meselâ aslı “temur” olan sözcük günümüzde “demir” olarak yazılmakta ve söylenmekte, “Konya, kara, kabak” sözcükleri de bir çok yörede yumuşatılarak “Gonya, gara, gabak” şeklinde telâffuz edilmektedir. Keza Fatıma ismi de Fadime şeklini almıştır. Dolayısıyla bu ayetteki “tahâ-hâ” sözcüğü ile Naziat suresinin 30. ayetindeki “dehâ-hâ” sözcüğü arasında bu tür bir ilgi vardır. Bundan dolayı her iki sözcük de aynı anlama gelmekte ve ikisi de “yaymak, döşemek” anlamında kullanılmaktadır. Bu ilgi, sözcüklerin anlamları konusunda en sağlam ve en güvenilir kaynak olan Allame İbn-i Menzur’un Lisanü’l-Arab adlı eserinde mevcuttur.
Tahâ
“Ferra şöyle açıklamıştır: ‘طحى Tahâ’ ve ‘دحى Dehâ’ bir ve aynıdır.” Şimr de şöyle demiştir: “طحيها Tahâ-hâ دحيها Dehâ-hâ anlamındadır. ط Ta harfi د De harfinden dönüşmüştür.”
Bu sözcüğün anlamı içerisinde bitkilerin yeryüzüne yapışması ve yayılması anlamı da mevcuttur.[2]
Buradaki mucize, sıradan “yaymak ve döşemek” eylemi için Arapçada “بسط beseta” ve “وسع vessea” sözcükleri varken ayette arzın [yerkürenin] yayılıp döşenmesi için “طحى Tahâ” ve “دحى Dehâ” sözcüklerinin kullanılmış olmasıdır. Çünkü bu sözcükler sıradan ve normal bir yaymayı değil, arzın şekline uygun olan “yuvarlakça yayma”yı ifade etmektedir.
Dehâ
“دحو Dahv sözcüğünün manası “devekuşu yumurtası” anlamı eksenindedir. Bu sözcüğün türevleri “devekuşu yumurtası”, “devekuşunun yumurtasını bıraktığı yer” gibi anlamlar taşımaktadır. Bu sözcüğün türevlerinden olan ‘مدحة midhat’ sözcüğü, Mekkelilerin yuvarlak taşlar ve ceviz ile oynadıkları, bu günkü golf oyununa benzer bir oyunun adıdır. Bir çukur kazılır, kazılan çukura yuvarlak taş veya ceviz düşürülmeye çalışılırdı. Yuvarlak nesneyi çukura düşüren kişi oyunun galibi, düşüremeyen de mağlûbu sayılırdı. Ebi Rafi’ rivayetinde Peygamberimizin torunları Hasan ve Hüseyin’in de bu oyunu oynadıkları anlatılır. دحو Dahv sözcüğünün türevlerinden olan “مداحى medahi” sözcüğü de kursa/yufka gibi yuvarlak taşlara verilen addır.[3]
“Yuvarlakça yaymak, döşemek” anlamındaki sözcüğün yeryüzü için kullanılması, yeryüzünün insanların ve diğer canlıların yaşamasına ve yiyeceklerini sağlamasına elverişli bir şekilde yaratılmış olduğunu ve şeklinin de tam yuvarlak değil, yuvarlakça olduğunu anlatmaktadır. Dünyamızın şeklinin “kutuplardan basık elipsoit [dönel elipsoit]” olduğunun, daha yeni sayılabilecek bir tarihte keşfedildiği hatırlanacak olursa, 14 asır önceden yeryüzünün şekli için “dönel elipsoit”e en benzer yapıdaki devekuşu yumurtasını anlatan bir sözcüğün kullanılması, gerçek ve büyük bir mucizedir.
Şems suresinde az ve öz bir anlatımla ortaya konulan bu konu, iniş sırasına göre 81. sure olan Naziat suresinde şöyle detaylandırılmıştır:
27-33.Oluşturuluşça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/ yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi. (Naziat/ 27-33)
Kur’an’ın indiği dönemde mahiyetlerinin bilinmesi mümkün olmayan bu ayetler, aslında çağımızın bilginlerini muhatap almaktadır.
7, 8. Ayetler:
nefse ve onu düzenleyene, biçim verene;
-ki O, ona fücurunu ve takvasını ilham etti.- ant olsun ki,
[nefse ve ona fücurunu ve takvasını ilham etmek suretiyle onu
düzenleyene ant olsun ki,]
7. ayet de tıpkı 5. ve 6. ayetlerde olduğu gibi, “ma” edatının anlamlarına göre; “Nefse ve onu düzenleyene, düzenlemeye güç yetirene” şeklinde veya “Nefse ve onu düzenleyen şeylere” şeklinde anlamlandırılabilir.
5-7. ayetlerde geçen “ما ma” edatlarının, yukarıda verdiğimiz iki anlamından başka “mastariyye” anlamı da vardır. “ما Ma” edatlarının “mastariyye” anlamı taşıdığı kabul edildiği takdirde 5-7. ayetlerin şu şekilde anlamlandırılmaları da mümkündür:
“göğe ve onun yapılışına,
yeryüzüne ve onun döşenişine,
nefse ve onun düzenlenişine [kasem olsun ki]”
Görüldüğü gibi, 5-7. ayetlerdeki “ma” edatının Allah’ı kasteden anlamı dışında “şey” ve “mastariyye” anlamlarında da kullanılmış olabileceğinin kabulü hâlinde, insanların dikkati Kur’an’ın indiği zamanlarda bilinmeyen fizik, kimya ve astronomi kanunları ile biyolojik ve genetik özelliklere çekilmiş olmaktadır.
8. ayette geçen “الهام ilham” sözcüğünün aslı “bir şeyi yutmak” anlamına gelen “لهم lehm, التهم ilteheme” sözcükleridir. Araplar “الهمته elhemtühü [onu ilham ettim]” ifadesini “ona ulaştırdım” anlamında kullanırlar.[4] Bu kelime sonradan Allah’ın kullarının kalbine attığı [ilka ettiği] şeyler için kullanılır olmuştur. Zira bu ilka ve ulaştırma, içe yerleştirme anlamında yutturma gibidir.
Sözcüğün bu ayette ifade ettiği anlam ise insanın fiziksel ve psikolojik özellikler verilerek şekillendirildiğiyle ilgilidir. Bu anlamda insan, gerek boy-bos, kaş-göz, el-ayak gibi fiziksel özelliklerle, gerekse akıl-fikir, dürtü-içgüdü, iman veya küfrü seçme özgürlüğü sağlayan irade gibi psikolojik özelliklerle donatılmıştır. Bu konuya Abese suresinin son ayetinde değinilmiş ve imanın dışa yansımasının “takva”, küfrün dışa yansımasının da “fücur” olduğu belirtilmişti.
Bu ayetle dikkat çekilen bir başka önemli nokta da, her canlıya kendi yaşamını sürdürebilmesi için yararlı şeyleri arayıp bulma, zararlı şeylerden uzaklaşma yeteneğinin verilmiş olduğudur. Bunun en önemli göstergelerinden biri, uzun bir eğitim süreciyle öğrenilebilecek nice yetinin canlılarda daha doğuştan var olmasıdır. Canlılara bahşedilen bu yeteneğin yaşanan hayatta birçok örneği vardır. Mesela yeni doğan bir canlının annesinin memesini hemen bulabilmesi ve emebilmesi, kaz veya ördek gibi canlıların doğdukları andan itibaren yüzebilmeleri, hayvanların kendilerine yarayan yiyecekleri seçebilmeleri gibi örnekler bunlardan sadece bir kaçıdır.
9, 10. Ayetler:
Onu [nefsini] arındıran gerçekten kurtulmuştur.
Ve onu [nefsini] örten de kesinlikle zarara uğramıştır.
Surenin mesaj ayetleri bu ikisi olup önceki sekiz ayette yapılan kasemler, bu iki ayette verilen yargının önemini belirtmek içindir. Aynı mesajlar daha önce 8. sırada inmiş olan A’lâ suresinin 14. ayetinde de verilmiş, önemine binaen burada da farklı bir üslûpla yinelenmiştir.
Nefs
“Nefs” sözcüğü, bir şeyin iç ve dış yapısıyla ve özellikleriyle tamamını, yani öz yapısını, şahsına özgülüğünü ifade etmek üzere kullanılan bir zamirdir.
Buna göre “nefs” sözcüğünün zamir olarak anlamı “kendi, zatı” demektir. Nitekim sözcüğün Kadim Arapçada ediplerce bu anlamda kullanılmış olduğunun klâsik metinlerde yüzlerce örneği mevcuttur.
“Nefs” denilince her şeyden önce “insan” hatıra gelirse de, Allah’ın yarattığı her canlı varlık bir “nefs”tir. Yani her canlının bir “kendisi, zatı, kimliği” vardır ve buna “nefs” denir.
Lisanü’l-Arab’ta genişçe açıklandığına göre, belirli alâkalardan dolayı bu sözcük mecaz olarak “ruh [can]”, “nefes”, “kan”, “benlik [ego]”, “kalp [zihin]”, “iç”, “büyüklük”, “yücelik” anlamlarında da kullanılmaktadır. Meselâ “can”, “kan” ve “nefes”in [teneffüs edilen havanın]” da “nfs” sözcüğüyle ifade edilmesinin sebebi “lazımiyet” alâkasından dolayıdır.
Çoğulu “nüfus” ve “enfüs” kalıplarıyla ifade edilen “nefs” sözcüğü, Kur’an’da tekil ve çoğul formlarıyla 295 yerde geçmiş ve hem Allah için hem de diğer canlılar için kullanılmıştır.
“Nefs” sözcüğü Allah için kullanıldığında, sözcüğün yukarıda verdiğimiz tanımının kapsadığı özelliklerin hepsini içerir. Yani Allah’ın zatî ve subutî sıfatlarının tamamını ifade etmiş olur.
“Nefs” Sözcüğü, Maide 116, Âl-i Imran 28, 30, En’âm 12, 54 ve Ta Ha 41’de Allah İçin kullanılmıştır.
“Nefs” Sözcüğü, Şems 7, 8, Bakara 233, Enbiya 35, Ankebut 57, İbrahim 22, Yunus; 15,16’da tüm Canlılar İçin Kullanılmıştır.
Aşağıdaki ayette ise, “nefs” sözcüğünün müfaale babından olan “yetenâfesü” ve “elmütenâfisûn” şeklindeki türevleri, işteşlik anlamıyla “kendileşme, kimlik kazanma yarışı” manasındadır:
–Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.– (Mutaaffifin/22-28 )
“Nefs” Sözcüğünün Mecaz Olarak Kullanıldığı Ayetler:
15-21.Kur’ân’ı dinlememek için saklananların, kaçanların durumunu, gerçeği örtbas etmenin-cehaletin gidişini, aydınlığın- reşitliğin gelişini kanıt gösteririm ki (Tekvir/ 18)
Bu ayette “nefs” sözcüğünden türemiş olan “teneffese” fiili kullanılmıştır. Bu fiilin anlamı “nefes aldı” demektir ki, bu da insanın solunum sürecinde alıp verdiği havayı ifade etmektedir. Nefes [soluk alıp verme] insanın olmazsa olmaz bir parçası olduğundan mecaz olarak kullanılmıştır. Diğer taraftan, “kan” da insanın olmazsa olmazlarından biri olduğu için, doğum kanamasına da “nifas” denir. Bu sözcük “nefs” sözcüğünün farklı bir kalıbıdır.
93.Ve Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri ölümün şiddetleri içindeyken, görevli güçler de onlara ellerini uzatmış, “Canlarınızı çıkarın. Bugün, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O’nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En’âm/ 93)
Bu ayetteki “nefs”in çoğulu olan “enfüs” sözcüğü, mecazen “canlar” anlamında kullanılmıştır.
“Nefs” sözcüğünün Arapçası ve Kur’an’cası bu olmasına rağmen, Yunan felsefe metinlerinin Arapçaya çevrilmesinden sonra “nefs” konusunda çeşitli düşünceler ileri sürülmeye başlanmış ve bu etkiyle “nefs” sözcüğü Arapçadaki ve Kur’an’daki anlamlarından uzaklaşıp Yunancalaşmıştır.
“Nefs” anlayışı, özellikle İbn Sina, Gazalî, İbnü’l-Arabî ve er-Râzî gibi düşünürlerce farklı biçimlerde yorumlanarak hakkında “İlmü’n-Nefs [Nefs bilimi]” adıyla bir ilim dalı oluşturulmuştur. Bu süreçte Yunan felsefesine uygun bir “nefs” anlayışı, hemen hemen tüm kelâmcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca benimsenmiştir.
Tezkiye, Nefsin Tezkiyesi
Asr suresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, insanın nefsini arındırması ancak iman etmesi ve salihatı işlemesi ile mümkün olan bir durumdur. Kişiyi kirleten, küfür ve şirktir. Çünkü şirkin necis [pislik], müşrikin de neces [pis] olduğunu Kur’an bildirmektedir (Tövbe 28). İman sahibi olan kişide imanın dışa yansıması olan “takva” ortaya çıkacak ve her yönüyle tertemiz bir “nefs” söz konusu olacaktır. İnançsız bir kimsede ise inançsızlığının dışa yansıması olan “fücur” ortaya çıkacak ve her türlü sosyal pisliği barındıran bir “nefs” söz konusu olacaktır.
Nefsi Örtmek
Arap geleneğine göre, iyi kimseler alnı açık yüzü ak ortada dolaşırlarken, kötü kimseler kapalı yerlerde gizlenirler ve kendilerini açığa vurmazlardı. Nitekim cömert Araplar, evleri tanınsın, muhtaçlar kendilerine gelsin ve ihtiyaçlarını bildirsinler diye yüksek tepelerde konaklar, geceleyin arayanların kolayca bulmaları için ateş yakarlardı. Cimriler ise evlerini, yurtlarını muhtaç kimselerden saklamaya çalışırlar, kendileri de onlara görünmemeye çalışırlardı.
Bu geleneğe uygun olarak da, güzelliklerden yüz çeviren bir kimse; önemsiz, terk edilmiş, adı-sanı anılmaz birisi olur ve böylece bu kişi [nefs], gizli kalmış, üzeri örtülmüş bir şey durumuna gelmiş olurdu.
Ancak, nefsin örtülmesi konusu sadece yukarıda belirttiğimiz Arap geleneği ile açıklanamaz. Çünkü “yalnızca kapısına gelene cömert davranmak” ve “çevresi tarafından iyi kimse olarak nitelenmek” gibi hesaplı davranışlar bir Müslüman’ın nefsini örtülü olmaktan kurtaramaz. Nefsin arındırılması yolunda Kur’an’ın Müslümanlarda olmasını istediği özelliklerden bir tanesinin bile eksikliği, nefsin örtülü sayılması için yeterlidir. Dolayısıyla her Müslüman, “nefsi örtülü” durumuna düşmemek için Kur’an’ı çok iyi okuyup anlamalı ve bir Müslüman’da bulunması gereken özellikleri iyi bilmelidir.
Nefsin örtülmesi konusundaki ayrıntıları Müslümanların Kur’an’ı anlama yolundaki kendi çabalarına bırakıp çok genel bir çerçeve içinde bazı hatırlatmalarda bulunmayı kendimize bir borç olarak görüyoruz:
1- Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Müslüman pasif ve pısırık olamaz:
Çünkü Asr suresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, eğer bir insan aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle mücadele etmiyor, yanlışları gördüğü halde ses çıkarmadan bekliyor, zulme katlanıyor, nemelâzımcılık ruhu ile yakın çevresinin ve içinde yaşadığı toplumun bozulmasına seyirci kalıyorsa, “sabırlı” ve “hakk üzerinde bulunan” bir insan değildir. Çünkü pasifliğin ve pısırıklığın bir göstergesi olan “katlanmak”, “ses çıkarmamak” gibi davranışlar, bir Müslüman’ın Kur’an’da belirtilen özellikleri ile asla bağdaşmaz. Ne var ki, sadece “sabırlı olmak” ve “hakk üzerinde bulunmak” da nefsin örtülü olmaması için kâfi gelmemektedir. Zira sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyenler, kendileri birey olarak sabırlı ve hakk üzerinde bulunsalar dahi zarardan kurtulamayacaklardır (Asr; 2, 3)
2- Yoksulun yiyeceği üzerine teşvikleşmeyenler Kur’an’da “dini yalanlayan” kimseler olarak nitelenmekte (Mâûn; 1-3), yetimi kerimleştirmeyenlerin (Fecr 17) ise mahşerde o hayatları için önceden bir şeyler göndermediklerine pişman olacakları (Fecr 23, 24) bildirilmektedir. Mâûn ve Fecr surelerinin tahlilinde de söylediğimiz gibi:
– Yoksulun doyurulması, Zariyat suresinin 19. ayeti doğrultusunda, sahip olunan varlıklar üzerinde yoksulun, mahrumun hakkı olduğu bilinci ile, bir lütuf olarak değil, bir borç, bir zorunluluk olarak hakkı teslim etme gerekliliği ile doyurulmasını,
– Yetimin kerimleştirilmesi ise; eğitiminin sağlanması, kendini gerçekleştirme fırsatı verilmesi, iş imkânı verilerek desteklenmesi gibi davranışlarla yetimin üstün kılınmasını, saygın hâle getirilmesini, toplum içinde kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde durabilmesini sağlamayı ifade etmektedir.
Demek oluyor ki, aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle mücadele etmeyenlerin ortaya koydukları pasif ve pısırık kişilik nasıl “örtülü nefs”e bir örnek teşkil ediyorsa, sabrı ve hakkı tavsiyeleşmeyenler de eninde sonunda zarardan kurtulamayacakları için “örtülü nefs”in örneği durumundadırlar.
Nefsini bu örtülerden arındıranlar ise:
– Yoksul, muhtaç ve mahrumu malı ve canı ile destekleyenler,
- Yetimin saygın hâle gelmesi için vakıf kurarak, okul açarak, burs vererek, kitap sağlayarak ve benzeri yollarla yetimlerin doğru ve yararlı eğitim almalarını sağlamaya çalışanlar,
– Yanlışa karşı susmayıp her yerde ve her koşulda doğru yöntemlerle hakkı savunanlardır.
“Nefsin örtülmesi” ifadesi, yukarıda açıkladığımız şekiller dışında, hiç de salihlerden olmadığı hâlde kendisini onların arasında saklayan, isyan ve günahlara dalmak suretiyle nefsini gizleyen, küfrünü ve pisliğini [fücurunu] başkalarına göstermeyen kimselerin durumu ile de açıklanabilir.
11.Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; 12.âhirette en mutsuz olacak olanları/liderleri görevi kabul edip gittiği zaman, 13.Allah’ın elçisi onlara demişti ki: “14.Allah’ın devesine önem verin!” ve “Onun su içmesini, yaşamasını sağlayın!”
15,16.Fakat onlar, onu yalanladılar, bunun sonucundan korkmayarak da Allah’ın devesini, inciklerini kesip öldürdüler.
Rableri de günahları dolayısıyla onları değişime yıkıma uğrattı sonra da yerlebir ediverdi.
Surenin ilk bölümünde iyi ve kötü her şeyi yapabilecek fiziksel ve zihinsel güçlerle donatıldığı ve dilediğini yapabilmek için kendisine irade özgürlüğü verildiği bildirilen insan, 8 ve 9. ayetlerde verilen yargıya göre, nefsini arındırdığı takdirde kendini kurtarabilecek, güçlerini kötüye kullandığı takdirde ise perişan olacaktır. 11-15. ayetler, gerek yaşamları gerekse sonları itibariyle o günkü halk tarafından iyi bilinen Semud kavminin bu yargının örneği olduğunu bildirmektedir. Semud kavminin öyküsü daha önce özet olarak Fecr ve Necm surelerinin tahlilinde de verilmişti. Ancak önemine binaen orada değinilmeyen yönleriyle tekrar ele alınmasının yararlı olacağı düşünülmüştür.
SEMUD KAVMİ
Semud kavmi, Hicaz ile Suriye arasında Vadi’l-Kura’da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur’an’da bu kabilenin ismi yirmi altı yerde geçmektedir. Ayrıca Salih peygamberden bahseden ayetler de onun kavmi olan Semud ile ilgilidir. Semud kavmi ile ilgili ayrıntı Fecr suresinde verilmiştir.
11-15. ayetleri anlayabilmemiz için ayetlerde geçen ipuçlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Bize göre bu ipucu ifadeler:
– Semud’un yalanlamalarına neden olan inançları,
– dişi deve
– bu dişi devenin Allah’ın dişi devesi olması gibi olgulardır.
Yalanlamalarına Sebep: Tuğyan
Tuğyan ile ilgili geniş açıklama Alak suresinin tahlilinde verilmiştir. Özetleyerek tekrar etmek gerekirse; tuğyan, insanın çok para-pul, mal-mülk, köle-kul sahibi olarak kendini her türlü ihtiyacın üstünde görmesi, bu yeterlilik duygusuna kapılarak “baron”laşması, “lord”laşması, “rabb”leşmesidir. Kur’an bu sözcüğü Firavun ve Mekke yöneticileri için kullanmıştır. Ayetlerden anlaşıldığına göre Semud kavmi de aynı dalâlet içine düşmüştür.
Dişi Deve
Bu dişi deve hakkında “halkının Salih’ten bir mucize istemesi üzerine onun da kayalardan bir dişi deve çıkarması” gibi bir çok efsane uydurulmuş ve bu efsaneler ekseninde ortaya atılan rivayetler [söylentiler] ile olur olmaz açıklamalar yapılmıştır.
Ayette geçen “ النّاقة en-nakah” sözcüğü “dişi deve” demektir. Ancak Araplar her dişi deveye değil, sadece beş yaşına basan dişi develere “en-nakah” derlerdi. Ayetin mesajının doğru anlaşılması için bu ayrıntının daima göz önünde bulundurulması gerekir.
Beş yaşına girmiş dişi deve, eti, sütü ve gücü itibariyle göçebe ve hayvancılıkla geçinenler için çok önemli bir ekonomik değeri ifade etmektedir.
Allah’ın Devesi
Rivayetlere dayalı anlatımlarda “Salih’in Devesi” olarak geçen dişi deve, ayette doğrudan Allah’a izafe edilerek “ناقةاللّه Allah’ın Devesi” olarak adlandırılmıştır. Devenin Allah’a izafe edilişi, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur. Devenin Allah’a izafe edilmesinden maksat, onun Allah tarafından yaratılması veya devenin Allah’ın varlık ve birliğine kanıt olması değildir. Zaten evrendeki her şeyin yaratıcısı Allah’tır ve evrendeki tüm varlıklar da Allah’ın varlığına ve birliğine kanıttır. Bu nedenle, kastedilenin bundan daha başka bir şey olduğu iyi anlaşılmalıdır.
Bilindiği gibi, Kur’an’da Kâbe’ye “ بيت اللّه Beytüllah [Allah’ın Evi]” denilmekte ve o da Allah’a izafe edilmektedir (İbrahim 37, Bakara 125, Hacc 26, Kureyş 3). Bundan dolayıdır ki, “Allah’ın Dişi Devesi” ifadesini doğru anlamak için önce Kâbe’ye neden “Allah’ın evi” dendiğinin anlaşılması gerekmektedir.
Beytullah [Allah’ın Evi], “Allah’tan başka hiç kimsenin olmayan, kimsenin sahiplenemeyeceği ev” demektir. Bu özellik onun tüm insanlığa, kamuya ait olduğunu göstermektedir. Allah’ın Evi, kamuya açık, kamu yararlarının konuşulduğu, kamu haklarının gözetildiği, herkesin hür ve eşit olduğu bir yerdir. Bu anlamda bütün camiler/mescitler de “Beytullah”tır. Ne var ki, cami ve mescitlerin takva üzere inşa edilmeleri, Allah’ın dinine uygun olmayan işlevlerle kullanılmamaları gerekir.
Bir varlığın Allah’a izafe edilmesinin ne anlama geldiği anlaşıldığına göre, ayetteki “ناقةاللّه Allah’ın Devesi” tamlamasından ne anlaşılması gerektiği de anlaşılmış olmalıdır. “en-Nakah”, sözcük anlamıyla o dönemde toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortaklaşa sahip olduğu, serbestçe sütünden, gücünden ve yavrusundan istifade edeceği, kamu malı olan beş yaşında güçlü bir dişi devedir. Günümüzde bu deyim, Salat’a; zihinsel ve maddi seteğe; eğitim- öğretime, hayır kurumlarına, sosyal yardım vakıflarına, sosyal güvenlik sigortalarına karşılık gelmektedir.
Aç ve yoksul insanların bu kurum [en-nakah] sayesinde açlıktan, sefaletten, kula kulluktan kurtulmaları o günkü Semud kavmi ileri gelenlerinin hoşuna gitmemiştir. Çünkü kendilerine kulluk edenlerin kulluktan kurtulması, kendilerini bütün ihtiyaçların üzerinde gören bu tağutların işine gelmemiştir. Kur’an tağutların bu tutumuna ve sonrasına değişik surelerde (A’râf 73-79, Kamer 23-32, Hud 61-68, Şuara 141-159) tekrar tekrar dikkat çekmektedir
Allah’ın Elçisi
Ayette “رسوا اللّه Allah’ın Elçisi” ifadesi ile kastedilen Salih peygamberdir. Burada adı anılmamış olsa da, bu olayın anlatıldığı Hud, Kamer, A’râf, Şuara surelerinde olaydaki elçinin Salih peygamber olduğu bildirilmiştir.
13. ayetteki “Allah’ın devesi!” ve “Onun su içmesi!” ifadeleri tahzirdir, yani uyarı için bir sesleniştir. Burada elçinin “Allah’ın Devesi!” ve “Onun su içmesi!” demesi, yaşamasında herkes için yararlar olan bu deveye özen gösterilmesini, onun ihmal edilmemesini hatırlatmak anlamındadır. Bu durum, örnek vermek gerekirse, yanındaki çocuğun tehlikede olduğunun farkında olmayan birine tehlikeyi kısa yoldan bildirmek için “Çocuk! Çocuk!” diye seslenilmesine benzemektedir.
15. ayette “Ve o bunun sonucundan korkmayarak” şeklinde geçen ifadenin en uygun anlamı, bu ifadenin “en zorlu bedbahtları kalkıp gittiği zaman” sözlerinin yer aldığı 12. ayete durum bildiren “hâl zarfı” olması durumunda ortaya çıkmaktadır. 15. ayetteki “o” zamirinin, hemen hemen bütün meallerde yapıldığı gibi, 14. ayetteki “Rabb”e irca edilmesi dil tekniği bakımından mümkün olsa bile anlam bakımından uygun değildir. Çünkü Allah’ın korkması söz konusu edilemez. Anlatılan olay dikkatle izlenirse, korkması gerekirken yaptığı işin sonucundan korkmayan kişi herhangi biri değil, 12. ayette zikredilen “bedbaht” kişidir. Dolayısıyla 15. ayetteki “o” zamirinin merciinin 12. ayetteki “bedbaht” olması gerekir.
Ayetlerde geçen bazı sözcüklerin anlamlarına bir tek sözcükle karşılık bulmak maalesef her zaman mümkün olamamaktadır. Genellikle yanlış olarak “kalkıp gitmek” şeklinde çevrilen “inbease” sözcüğü de bunlardan birisidir.
Üç harfli kökü “بعث bease” olan “انبعث inbease” sözcüğü, bulunduğu kalıp itibariyle mutavaat [dönüşlülük] anlamı kazanmakta ve “göndermek” olan kök anlamı da “gönderilmeyi kabul edip gitmek” şeklinde değişmektedir.
“İnbease” sözcüğü doğru anlamıyla değerlendirildiğinde Semud’un en azgını olan kişinin Allah’ın devesini kendi iradesiyle yok etmediği, bu görevin ona başkalarınca verildiği, onun da bu görevi kabul ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim yukarıda verilen Kamer suresinin 29. ayetindeki “Bunun üzerine arkadaşlarına bağırdılar. O da alacağını alıp inciklerini kesip öldürüverdi” şeklindeki açıklama, deveyi öldürme kararının ortak alındığını, infaz işinin ise bu karar doğrultusunda içlerinden biri tarafından gerçekleştirildiğini göstermektedir. Bu durumda Semud’un bir kişinin işlediği bir suç yüzünden değil, kavmin tağutlarınca ortak alınan bir infaz kararından dolayı cezalandırıldığı net olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece “inbease” sözcüğünün yanlış anlamlandırılması nedeniyle ortaya çıkan ve bir kişinin işlediği suçtan dolayı bütün bir toplumun cezalandırıldığı yönünde adalet ilkelerine ters bir izlenim veren yanlış algı da ortadan kalkmış olmaktadır.
Devenin Kesiliş Tarzı
Semud kavmi ve Salih peygamberin konu edildiği pasajlarda devenin öldürülüşü “عقر akara” fiili ile ifade edilmiştir. Bu sözcük de önemli ayrıntılar içermektedir.
Lisanü’l-Arab adlı eserde aşağıdaki bilgilere ulaşılmaktadır:
“Akara” fiilinin türediği “akr, ukr” köklerinin esas anlamı “kadının hamile kalmaması için önlem alması, doğum kontrolü” demektir. Doğum kontrolü yapmak üzere içilen nesnelere de “ukr” denilmiştir. Bu bağlamda sözcüğün “bir şeyin doğasını değiştirmek, orijinalliğini bozmak” gibi anlamlara geldiği anlaşılmaktadır. Nitekim “Akr” sözcüğü bu anlam ekseninde “yaralamak” manasında kullanılır olmuştur. Zira yaralama da doğallığı, orijinalliği bozmaktır.
“Akr” sözcüğü daha sonraları genel anlamda “yaralama” anlamını kaybederek özellikle deve, at, koyun gibi hayvanların ayaklarının [inciklerinin, diz ile topuk aralarının] kesilmesi anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Araplar deve, at, sığır ve koyun gibi hayvanları keserken önce kılıçla hayvanın inciklerini kesip sonra da yere yıkılan hayvanı boğazladıklarından, bu sözcük de hayvan kesim işinin birinci aşamasını anlatmak için kullanılır olmuştur.[6]
“Akr” sözcüğünün anlamı için bugünkü Türkçede bir karşılık aranacak olursa, bizce en uygun karşılık “tırpanlamak” sözcüğüdür.
Bütün bu bilgiler ışığında, kamu yararına çalışan bir hayvan olduğunu düşündüğümüz “Allah’ın Devesi”nin Semud kavmi tarafından ayakta durmasını sağlayan organları kesilerek ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır. “Allah’ın Devesi” ifadesinin işaret ettiği anlam bugüne taşındığında, bu devenin işlev bakımından kamu yararına çalışan bugünkü kamu kurumları niteliğinde olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır. Devenin yok edilmesi ise bu kurumları ayakta tutan vergi, aidat, bağış gibi gelir kaynaklarının kesilmesini, ödenmemesini ya da yolsuzluklarla zayi edilmesini düşündürmektedir.
A’râf suresinde daha ayrıntılı olarak görülecektir ki, Semud kavmi Allah’ın devesini ortadan kaldırdığı için topyekûn yok edilmemiş ama perişan hâle getirilmiştir. Dolayısıyla açgözlülükleri yüzünden sosyal adaleti sağlamakta ihmalkâr davranan günümüzün tağutlaşmış toplumlarını da böyle bir perişanlık beklemektedir.
İşte Kur'an
Yorumlar -
Yorum Yaz