Mecaz, Buruc Suresi 1-22
MECAZ
BURUC YILDIZ KÜMELER SURESİ
1-3.Kur’ân âyetlerini öğrenmiş iyi hesap bilenleri, ölüm anını, değişime, yıkıma uğratılan toplumların kalıntılarını ve bunları gözlemleyenleri kanıt gösteririm ki, 12.Rabbinin kıskıvrak yakalaması gerçekten çok şiddetlidir.13.Kesinlikle ilk yaratan, sonra öldürüp yeniden yaratan yalnızca O’dur. 14.Ve O, çok bağışlayandır, çok sevendir15.en büyük tahtın sahibidir, ikramı çok olandır, 16dilediğini en ileri derecede yapandır.
17,18.O orduların; Firavun ve Semûd’un haberi sana geldi mi? Elbetteki geldi!
4,5.Uhdud’un/şiddetli tutuşturulmuş ateşin ashâbı öldürüldü:6.Hani onlar, onun üzerine oturmuşlar 7.ve inananlara yaptıklarına tanık idiler. 8,9.Mü’minleri cezalandırmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü, övgüye lâyık, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan ve her şeye tanık olan Allah’a inanmalarından başka bir şey değildi.
10.Şüphesiz ki inanan erkek ve kadınları ateşlerde işkence edip sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır, yangın azabı da onlar içindir. 11.Kesinlikle inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte bu, büyük kurtuluştur.
19.Fakat o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler hâlâ bir yalanlama içindedirler. 20.Oysa Allah onları arkalarından kuşatıcıdır. 21,22.Aksine o, korunmuş levhada şerefli bir Kur’ân’dır.
1-3.Kur’ân âyetlerini öğrenmiş iyi hesap bilenleri, ölüm anını, değişime, yıkıma uğratılan toplumların kalıntılarını ve bunları gözlemleyenleri kanıt gösteririm ki,
Âyetteki sözcüklerin “hakikat” anlamlarına göre âyet grubunun anlamı, “Burçlar sahibi gökyüzüne, söz verilmiş o güne, şâhitlik edene ve şâhitlik edilene kasem olsun ki, Rabbinin kıskıvrak yakalaması gerçekten çok şiddetlidir” şeklindedir. Biz Meali, mecâzî anlama göre takdim ettik.
Kasem cümlesinin “kasem bölümü”nü oluşturan bu ayetlerdeki her sözcük, gerek hakikat gerekse mecaz anlamları itibariyle müteşabih olup birden fazla anlam ifade etmektedirler:
Sema
“السّماء Sema” sözcüğünden sadece dilimizdeki karşılığı olan “gökyüzü”nü anlarsak, sözcüğün kullanıldığı cümleleri anlamakta oldukça zorlanırız. Çünkü “sema” sözcüğünün ifade ettiği daha birçok anlam mevcuttur.
Bu anlamlar şunlardır:
“Sema” sözcüğü, ‘yükseklik, yücelik’ anlamındaki ‘السّموّ es-sümüvv’ sözcüğünün türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye ‘es-sema’ denilir. Gökyüzüne sema denilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda olmasındandır. Her bir şeyin üstüne ve üstününe de sema denilir. Meselâ hesaba [matematiğe] da sema denilir. Çünkü matematik üstün bir ilimdir. Herhangi bir şeyin üst kısmına da sema denir. Ayakkabının üstü de, evin tavanı da birer semadır. Hatta bulutlara ve yağmura da sema denmiştir. ‘Es-sema’nın fiili olan ‘semâ’ fiili, ‘حسيب hasîp [ince hesap bilen, muhasebeci]’ ve ‘شريف şerif [onurlu, erdemli]’ kimselerin işleri için kullanılır. Bu demektir ki, iyi hesap [matematik] bilen kimseler de ‘sema’dır.” [1]
Büruc
“البروج Büruc” sözcüğü, “البرج bürc” sözcüğünün çoğuludur. “Bürc” sözcüğü, “belirli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi, tek hisarlı kale, kale duvarlarının üstüne yapılmış çıkıntı, yüksek köşk, konak ve Dünya’nın Güneş etrafındaki bir dönüşünün on iki bölümünden her birini temsil eden Koç, Kova, Akrep burçları gibi göksel duraklar” anlamında kullanılır.
“Bürc” sözcüğünün “yıldız kümesi” anlamına geldiğinden hareket edilerek “necm” sözcüğüne benzer bir şekilde “her bir defada inmiş Kur’an ayetleri” olarak da anlamlandırılabilir. Bu durumda “البروج büruc [burçlar]” sözcüğünü de mecazî olarak “Kur’an necmlerinden oluşmuş kümeler” ya da “Kur’an ayetlerinden oluşmuş öbekler” şeklinde anlamak mümkündür.
“Büruc” sözcüğünün karşılığı olarak “ayet öbekleri”; “sema” sözcüğünün karşılığı olarak da “iyi hesap [matematik] bilen kimseler” anlamı esas alındığında 1. ayet şu şekilde anlamlandırılabilir:
Kur’an ayetlerini öğrenmiş matematik bilginleri şahittir ki,
Bu şekildeki bir ifadelendirmeye göre; 1. ayette yapılan kasemle, iyi hesap bilen bilim adamlarının evrenin yapısını ve işleyişini tespit ederek evrenin sonunun [kıyametin] mutlaka gerçekleşeceğini bilimsel olarak ispat edecekleri ve bu bilgiyi de açıklayacakları kanıt gösterilmiş olmaktadır. Gerçekten de, 01. 08. 2002 tarihinde www.bilimveteknoloji.com adresinde yayınlanmış aşağıdaki bilgiler, ayetin yukarıdaki şekilde anlamlandırılmasını doğrular mahiyettedir:
“Devasa büyüklüğe ve akıl almaz karmaşıklığa sahip olan bu muhteşem evren her şey gibi bir gün son bulacaktır. Bu sonun nasıl olacağı sorusu, evrenin kapalı mı yoksa açık mı olduğu sorusunun cevabına bağlıdır. … Şu an teorik fizikçiler evrenin kapalı ya da açık oluşu ile ilgili kesin bir yargıya sahip değiller. Evren ister açık olsun ister kapalı, üzerindeki bu muhteşem denge eninde sonunda bozulacak ve madde bir şekilde yok olacaktır. Eğer evren kapalı ise, genişlemesi bir gün duracak ve Big Bang’in tersi bir şekilde, kütle çekiminin etkisi altında kalan evren zamanla küçülecek, ısınacak ve sonuçta sonsuz yoğunluk ve sıfır hacme ulaşarak yok olacaktır. Kesin bir bulgu olmamasına rağmen, bilim adamlarının çoğu evrenin sonunu bu şekilde tanımlamaktadır. Eğer evren açık ise üzerine çöküş gerçekleşmeyecek fakat geçen zamanla birlikte genişleyen evren soğuyacak ve üzerindeki maddeyi oluşturan tüm enerji harcanarak yok olacaktır. Bu ikinci yok oluş senaryosuna göre yıl sonra evrendeki tüm yıldızların yakıtı tükenecek ve bu enerji tükenişi ile soğuyan evren yaklaşık yıl sonra tamamı ile demire dönüşerek var olan tüm enerjisini tüketecek. Şimdilik evrenin sonu hakkında ancak bu iki olasılıktan birinin gerçekleşebileceği tahmin edilmektedir. …”
10.Şüphesiz ki inanan erkek ve kadınları ateşlerde işkence edip sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır, yangın azabı da onlar içindir.
İbret alınması gereken tarihî Uhdud olayının anlatılmasından sonra, bu ayetten başlayarak bazı ilâhî ilkelerin açıklanmasına geçilmiştir.
10. ayet çok önemli bir konuya dikkat çekmektedir. Bu, müminleri ateşe atıp da tövbe etmeyenler için cehennem azabından başka bir de “yangın azabı”nın var olduğu konusudur. “Yangın azabı” ifadesini, müminleri yakanların kendilerinin de yanacakları şeklinde anlamak eksik bir anlayıştır. Bize göre “yangın azabı”, cehennem azabından ayrı ve başka bir azaptır. Bu azap, müminleri ateşe atıp da tövbe etmeyenlerin bu dünyada çekecekleri ruhsal acıdır, özellikle vicdan azabıdır. Dolayısıyla ayetteki “yangın azabı” sadece Ashab-ı Uhdud’u yakanlara mahsus olmayıp genel bir ilâhî ilkeyi ifade etmektedir.
Ayetin bir başka mesajı da kâfirlere bir ümit ışığı olarak tövbe kapısının açık tutulduğudur. Nitekim tarihe baktığımız zaman, müminlere pek çok zararları dokunmuş kimselerin bu açık kapıdan girerek [tövbe ederek] mümin oldukları, kendilerini kurtardıkları gibi İslâm’a da hizmette bulundukları görülmüştür. Bu durumun en iyi örneği Halid b. Velid’dir.
“Ateşlere salıp” diye çevirdiğimiz “fetenu” sözcüğü, altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin cürufunu hasından ayırmak için yüksek sıcaklıkta eritilmesi anlamındaki “fetn” kökünden gelmektedir. Sözcük, “ateşte yakıp eritmek” anlamı doğrultusunda “denemek, imtihana tâbi tutmak, sıkıntıya-belâya sokmak, ayrılık, iç çekişme, kavga, kargaşa, kışkırtma, baştan çıkarma, birbirine düşürme” anlamlarında da kullanılmaktadır. Dikkat edilirse bu anlamların hepsi de acı ve ıstırap içeren, mecazî anlamda ateş gibi yakıp eriten bir ima taşımaktadır. Bu sebeple ayetin ifade ettiği manayı sadece “müminleri ateşe atmak” olarak değil, “Müslümanları birbirine düşürmek, baştan çıkarmak, başlarını belâya sokmak” olarak da anlamak gerekir. Bu konuyla ilgili detay Sad suresinde verilecektir.
Ayrıca şu gerçeğin hatırlanmasında da yarar vardır: Müslümanlar bu dünyada her zaman İbrahim peygamber, peygamberimiz, Ashab-ı Uhdud’da bahsedilen inananlar, Yasir, Sümeyye, Bilâl ve diğer bir çok mümin gibi eza ve cefa içinde bulunacaklardır.
186.Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıçı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i Imran/ 186)
39-41.Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.(Hacc/ 40)
21,22.Aksine o, korunmuş levhada şerefli bir Kur’ân’dır.
Bu iki ayet konu dışıdır. Bu durum, bu iki ayetin ayrı bir necm olduğu anlamına gelmektedir. 21. ayetin başındaki “ بل bel [aksine]” edatı, bu iki ayetin müşriklerin Kur’an’a sataşmalarına karşılık olarak inmiş olduğunu düşündürmektedir. Ancak bu sataşmanın yeri, zamanı ve nasıl olduğu hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Bununla beraber biz, bu ayetlerin Abese suresinin 11-16. ayetlerinden oluşan necmin devamı olduğu kanaatini taşımaktayız. Çünkü Abese suresinin 11. ayetinin başındaki “ كلاّ kellâ [Hayır… Hayır…]” sözcüğü ile buradaki 21. ayetin başındaki “بل bel” edatı bir bütünlük arz etmektedir.
Bu takdire göre ise, aşağıdaki gibi bir pasaj oluşmaktadır:
11- Hayır… Hayır… Hiç de öyle değil! O, bir düşündürücüdür.
12- Dileyen onu düşünüp öğüt alır;
13- değerli sayfalar içindedir,
14- yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş,
15- sefirlerin ellerinde;
16- saygın, güvenilir.
21- Aksine o, Mecid/ şerefli bir Kur’an’dır.
22- Korunmuş levhada.
15. ayette Allah’ın sıfatı olarak zikredilen “ المجيد Mecid [yüce, şerefli, köklü]” sözcüğü, 21. ayette Kur’an için zikredilmiştir. Bu da, Allah’ın sözünden daha yüce, daha üstün, daha köklü bir söz olmadığı, olamayacağı anlamındadır.
22. ayetteki “Korunmuş levhada” ifadesinden, Kur’an’ın korunduğu ve korunacağı anlaşılmaktadır ki, zaten Rabbimizin bu manada başka beyanları da mevcuttur:
77.hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’ân’dır. 78Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası temas edemez. 80.O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. (Vakıa/ 77, 78)
9.Hiç kuşkusuz Biz, o Öğüt’ü/ Kur’ân’ı Biz indirdik, Biz. Ve kesinlikle Biz, onun için koruyucularız. (Hicr/ 9)
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde Kur’an’ın korunduğu, değişmediği, Allah’ın sözünün ele alınan her konuda en son merci olduğu telkin edilmektedir.
22. ayetteki “لوح levh” sözcüğünün esas anlamı “tahta, gemi tahtası” demektir.[4]
Bu sözcük daha sonraları üzerine yazı yazılan her türlü yassı nesne için de kullanılır olmuştur. Dolayısıyla tabletler ve yongalar gibi ilkel olanlarından başlayarak papirus, parşömen, kâğıt, teyb bandı, bilgisayar diski ve CD gibi daha gelişmiş olanlarına kadar, üzerine yazı yazılabilen, kayıt yapılabilen bütün malzemeler de “levh” kapsamında anlaşılmalıdır.
“لوح Levh” sözcüğüyle kurulmuş olan “للوح محفوظ levh-i mahfuz [korunmuş levha]” tamlaması ise mecazî bir deyim olup Kur’an’ın kesinlikle kaybolmayacak şekilde korunduğu, korunacağı gerçeğini ifade etmektedir. Klâsik eserlerde görüldüğü gibi, özel isim hâline getirilerek bu isim etrafında çıkarılmış “Levh-ı Mahfuz altındandır, gümüştendir, yakuttandır”, “Levh-ı Mahfuz arşın sağ tarafındadır, semadadır, İsrafil’in alnındadır, Matiryun denen meleğin kucağındadır” gibi söylentiler, ciddî kaynak ve destekten yoksun kuruntulardır.
Kur’an’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, üzerinde çok tartışılan bir husustur. Özellikle İslâm dininin mensubu olmayan araştırmacılar, bugünkü Tevrat ve İncil’in orijinalliğinin korunamadığının bu din mensuplarınca bile kabul edilmesinden olsa gerek, Kur’an’ın da tahrife uğradığını ispat için gayret göstermektedirler.
Bilindiği kadarıyla bu yöndeki araştırmaların en sonuncusu İngiltere’de Prof. Mingana adında bir ilim adamı tarafından yapılmıştır. Bu şahıs, Dr. Agnes Levis adında birinin III. Halife Osman dönemine veya biraz daha eski bir döneme ait olan bir mushafın bir-kaç sayfasını bulduğunu ve kopyalarını da kendisine verdiğini iddia ederek mevcut Mushaf ile bu kopyalar arasında farklar olduğunu ileri sürmüştür. Ancak yapılan tetkikler sonucunda, yanlışlığın mevcut mushafta değil, araştırmacıya verilen kopyalarda olduğu anlaşılmıştır.
İslâm ve Kur’an’ın önde gelen hasımlarından ve Kur’an üzerinde araştırmaları bulunan İngiliz müsteşrik [oryantalist, doğubilimci] Sir William Muir, yaptığı uzun araştırmaların sonunda bilim adamı sıfatının verdiği sorumlulukla “Metninin bütün servetini on iki asır muhafaza eden bir başka kitap yoktur” demek zorunda kalmıştır.
Ülkemizde de bazıları tarafından kıraat ve fonetik işaretleri ya da seslendirme farklılıkları öne sürülerek tahrif iddialarında bulunulmuşsa da, bu tip farklılıkların cümlenin anlamını etkilemeyen unsurlardan olması sebebiyle bu iddialar itibar görmemiştir.
Ancak; aklını işletebilen her Müslüman’ın Kur’an’ın Allah tarafından nasıl korunduğuna mantıklı bir cevap araması doğaldır, hatta bir görevdir. Çünkü Kur’an, onu tahrife yeltenen tevhit düşmanlarının Tevrat ve İncil’e yaptıkları saldırılara benzer bir saldırıya [Hacc 52, 53, En’âm 112, 113, 121] karşı sigortalanmış olarak çelik kasaların içinde muhafaza edilmemektedir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an’ın orijinalliğini muhafaza ettiği bizzat Müslümanlarca mantıklı bir şekilde ispat edilmelidir. Böylece -Müddessir suresinin 31. ayetinde işaret edildiği üzere- “iman etmiş olanların imanı artsın, kendilerine kitap verilmiş olanlar ile iman sahipleri kuşkuya düşmesin.”
“Benim imanım tamdır, imanımı güçlendirmek için böyle bir şeye ihtiyacım yok” diyenlere, kalbini [imanını] güçlendirmek için Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini isteyen İbrahim peygamberi hatırlatmakta yarar vardır (Bakara 260)
İşte Kur'an
Yorumlar -
Yorum Yaz