39Araf Suresi 11-25
Hatalı Çevrilen Ayetler
39Araf Suresi 11-25
Hatalı Çeviri:
11. Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis'in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.
12. Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.
13. Allah: Öyle ise, «İn oradan!» Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu.
14. İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi.
15. Allah: Haydi, sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu.
16. İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.
17. «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
18. Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!
19. (Allah buyurdu ki): Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz.
20. Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi.
21. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti.
22. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nidâ etti.
23. (Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.
24. Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu.
25. «Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız» dedi.
Doğru Çeviri:
11Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi oluşturduk, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da evrendeki güçlere,93 “Âdem'e/bilgilenmiş, vahiy almış insana94 boyun eğip teslim olun” dedik; İblis/düşünce yetisi95 hariç onlar hemen boyun eğip teslim oldular; o, boyun eğip teslim olanlardan olmadı.
12Allah, “Sana emrettiğim zaman, seni boyun eğip teslimiyet göstermekten ne alıkoydu?” dedi. İblis, “Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten/enerjiden oluşturdun, onu da çamurdan/maddeden oluşturdun” dedi.
13Allah, “Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın” dedi.
14İblis, “Yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi.
15Allah, “Sen süre verilmişlerdensin” dedi.
16,17İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın” dedi.
18Allah, “Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, andolsun ki sizin hepinizden cehennemi dolduracağım” 19Ve, “Ey Âdem/bilgilenmiş, vahiy almış insan! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden de yiyin ve girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeye yaklaşmayın; malın-mülkün, paranın-pulun tutkunu olmayın, yoksa yanlış; kendine zararlı iş yapanlardan olursunuz” dedi.
20Derken İblis, onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/iradesiz güç olmanız ya da sonsuz olarak kalıcılardan/gelişmeyen, değişmeyen birer varlık olmanız için sizi girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeyden; maldan-mülkten, paradan-puldan men etti/ bunları size yasakladı” dedi. 21Ve “Elbette ben, size öğüt verenlerdenim” diye onlara yemin etti/ kanıtlar ileri sürdü. 22Böylece onları aldatarak aşağılığa düşürdü. Onlar girift, çekişmenin kaynağı olan şeyin; malın-mülkün, paranın-pulun tadına varınca, hırsları, doyumsuzlukları devreye girdi ve mal-mülk, para-pul istifçiliğine başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben, size mal-mülk, para-pul tutkunu olmayı yasaklamadım mı ve size, ‘Bu şeytân, kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?”
23Onlar/her ikisi, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle işlem yapmazsan kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler.
24Allah, “Birbirinize düşman olarak alçalın, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve yararlanmak vardır” dedi.
25Allah, “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız” dedi.
11Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi oluşturduk, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da evrendeki güçlere, “Âdem'e/bilgilenmiş, vahiy almış insana boyun eğip teslim olun” dedik; İblis/düşünce yetisi hariç onlar hemen boyun eğip teslim oldular; o, boyun eğip teslim olanlardan olmadı.
Sözü edilen olayları yaşamış olanlar insanoğlunun ilk ataları olmasına rağmen, âyette onlar için ikinci çoğul zamiri olan "siz" ifadesi kullanılmıştır. Rabbimiz Kur’ân'ın muhataplarına sanki insanlığın ilk döneminde yaşamış insanlar onlarmış gibi hitap etmektedir. Bu tarz anlatımlar, olayı canlı tutmak ve anlatılan olayı muhataba yaşatmak maksadıyla kullanılmaktadır. Zaten konu da bir haber şeklinde değil, temsilî bir anlatımla işlenmektedir. Böylelikle muhataplara kendilerini Âdem yerine koyarak olayları canlı bir tiyatro sahnesindeymiş gibi hissetmeleri sağlanmaktadır. Bir şeyi yaşayarak veya yaşarmış gibi hissettirerek öğretmek, etkili bir eğitim metodudur. Bu metodun uygulandığı anlatımlara Kur’ân'da sıkça rastlanır:
49Ve hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun'un yakınlarından kurtarmıştık. –Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı.– [Bakara/49]
72Ve hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah, saklamış olduğunuzu çıkarandır. [Bakara/72]
63Hani bir zamanlar Biz, sizden, "Allah'ın koruması altına girmeniz için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!" diye sağlam bir söz almıştık ve sizin üstünüzü; seçkininiz Mûsâ'yı Tûr'a/dağa yükseltmiştik/çıkarmıştık. [Bakara/63]
11. âyette dikkat edilmesi gereken bir başka husus da; Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere, "Âdem'e secde edin" dedik ifadesindeki tekâmül aşamalarıdır. İnsanoğlunun "yaratılış", sonra "mükemmelleştirme", sonra da "sorumluluk yükleme" aşamalarından geçtiğini bildiren bu ibarede iki tane ثمّ [sümme=sonra] edatı kullanılmış ve böylece bu aşamaların bir anda olmadığı, birbiri ardına meydana geldiği ifade edilmiştir. Tekâmül aşamaları arasına konan iki adet sümme [sonra] sözcüğünün temsil ettiği zaman dilimi, Sâd/70-72'nin tahlilinde söylediğimiz gibi belki de milyonlarca yılı kapsamaktadır.
12Allah, “Sana emrettiğim zaman, seni boyun eğip teslimiyet göstermekten ne alıkoydu?” dedi. İblis, “Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten/enerjiden oluşturdun, onu da çamurdan/maddeden oluşturdun” dedi.
Allah ile İblis arasında geçen bu konuşmadan ilk anlaşılan, İblis'in ateşten [enerjiden] yaratıldığını gerekçe göstererek Âdem'den/beşerden üstün olduğunu iddia etmesi ve Allah’ın emrine karşı gelmesidir. Ancak dolaylı olarak anlaşılan bir başka nokta da, ateşin [enerjinin] Âdem’in yaratıldığı "çamur"dan [maddeden] daha üstün olduğunun zımnen ifade edilmiş olmasıdır. Rabbimizin İblis'e cevap vermeyerek doğruluğunu teyit ettiği bu üstünlüğün sebebi bugün için bilinmemektedir. Ancak zaman içinde enerjinin maddeden üstün olduğunu ortaya çıkarmak için araştırma yapacak bilim adamlarının elde edecekleri başarılı sonuçlarla bu sebebin anlaşılabilmesi ihtimal dâhilindedir.
Âyetteki اذ امرتك [iz emertüke = sana emrettiğim zaman] ifadesi, 11. âyetteki istisnânın "istisnâ-i muttasıl" olduğunu, yani İblis'in kesinlikle meleklerden birisi olduğunu göstermektedir. Zira Allah'ın 11. âyetteki secde edin talimatı tüm meleklere yöneliktir. İblis'e yönelik olarak "Sen de secde et!" gibi ayrıca bir talimat söz konusu değildir. Eğer İblis meleklerden olmasa idi, ona da ayrıca emir verilmiş olması gerekirdi.
13Allah, “Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın” dedi.
Hatırlanacak olursa, Sâd sûresi'ndeki temsilî anlatımda İblis'e الرّجيم[racîm] ve الّعين [lâ‘în] denilmişti. Aynı sahne bu âyette de gözler önüne serilmiş ve bu sefer İblis'e aşağılıklardansın denilmiştir. İblis için kullanılan bu niteleyici sözcükler hemen hemen aynı anlamlara gelen sözcüklerdir. İblis artık hep bu yaftaları taşıyacak ve her zaman aşağılık, lânetli ve racîm olarak tanınacaktır. Çünkü böyle programlanmıştır; kaderi böyledir.
Birçok meal ve tefsirde "ininiz" olarak çevrilen اهبطوا[ihbitû=alçalın] ve اخرج [uhruc=çık] ifadeleri Kur’ân okuyanların daima merakını uyandırmış, bu merakı gidermek üzere İblis'in nereden ineceği, nereden çıkacağı hakkında klâsik eserler tarafından da nakledilen bir sürü senaryolar üretilmiştir. İblis'in "cennetten kovulduğu", "semâdan kovulduğu", "denizin ortasındaki bir adaya kovulduğu" gibi iddiaları içeren bu senaryoların tümü dayanaksız, dolayısıyla da asılsızdır. Buradaki ifadenin temsilî bir anlatım olduğu unutulmamalı ve İblis'in kovulmasını dile getiren bu ifadeler, "İblis'in bulunduğu konumdan aşağı inmesi, rütbesinin düşürülmesi" şeklinde değerlendirilmelidir. Olay sanki bir tiyatro sahnesinde canlandırılmakta olduğundan, İblis de bu sahnenin içindedir ve başka herhangi bir mekân veya mahalde olması söz konusu değildir. Dolayısıyla bir "yer" veya "mekân"dan değil, Türkçe'deki "defol, hadi oradan" sözlerine denk gelen bir ifade ile sahnede canlandırdığı "konum"dan kovulmaktadır.
14İblis, “Yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi.
İblis'in bu talebi, Sâd/79'da Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt [beni karşında tut/mühlet ver] sözleri ile verilmişti. Dikkat edilirse, İblis'in konumuz olan âyetteki ifadesinde "Rabbim" sözcüğü yer almamaktadır. Ancak buradan hareketle İblis'in Allah'a karşı saygısızlık yaptığı düşünülmemelidir. Çünkü İblis hiçbir zaman Allah'a karşı saygısızlık yapmamıştır. Bu âyette "Rabbim" sözcüğünün olmaması, bir ifadenin aynı sözcüklerle birebir tekrar edilmesi şeklindeki edebî kusura Kur’ân'da yer verilmemesinden dolayıdır. Kur’ân'da özel mesajlar dışındaki tekrarlarda hep farklı üslûp ve sözcükler kullanılmıştır. Dolayısıyla İblis'in bu âyetteki sözlerinin de sanki içinde saygı ifade eden "Rabbim" sözcüğü varmış gibi anlaşılması gerekmektedir. Yoksa İblis'in Allah'a karşı saygısızlık yapması ve Allah'ın da bu saygısızlığa mükâfat verirmiş gibi ona kıyamete kadar müsaade etmesi düşünülemez. İblis'in Âdem'e secde etmeyişi [boyun eğmeyişi] onun âsiliğinden değil, Allah'ın onu bu şekilde yaratmış olmasındandır. Yani, İblis'e kendi irâdesi ile suç işleme veya işlememe serbestliği verilmemiştir. O, kendisine ne görev verildiyse onu yapmaktadır.
15Allah, “Sen süre verilmişlerdensin” dedi.
Rabbimiz bu âyette İblis'e haşre kadar süre verdiğini bildirmiştir. Yani İblis, –Sâd sûresi'nde açıklandığı gibi– kıyâmete kadar insanın ayrılmaz bir parçası olacak, haşirde de "karîn"i [yaşıtı] olmak sıfatıyla insanın aleyhinde tanıklık yapacaktır.
16,17İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın” dedi.
Yani, bana bu iğva gücünü vermene karşılık ben de vazifemi yapacağım; Senin dosdoğru yolun [insanları cennete götüren yolun] üzerine oturacağım; orada pusu kuracağım ve onlara dört yönden geleceğim, onları etkileyeceğim.
Bu ifadeler Sâd sûresi'nde; (İblis,) "Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ" dedişeklinde verilmişti. Hicr sûresi'nde ise; (İblis) dedi ki: "Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!"şeklinde verilecektir.
İblis'in bu beyanının Allah'a bir meydan okuyuş olmadığına dikkat edilmelidir. Burada İblis, kendisini kimin görevlendirdiğini ve görevine göstereceği sadakati açıklamaktadır.
Âyette geçen الاغواء[iğvâ] sözcüğü, "aşırı derecede sapıklık isteğinin kalbe yerleştirilmesi" demektir. İblis, "İçime yerleştirdiğin bu saptırma yetisi sebebiyle" diye açıklamada bulunmak sûretiyle, bu özelliğin benliğine Allah tarafından yerleştirildiğini ifade etmiştir. Allah İblis'in içine saptırma yetisini yerleştirmekle birlikte, ona bu konuda bir zorlama gücü vermemiştir. Ayrıntılarını İsrâ ve İbrâhîm sûrelerinde öğreneceğimiz gibi, İblis'in insanlar üzerinde herhangi bir şekilde yaptırım gücü yoktur:
63-65Allah dedi ki: "Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun." –Ve şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım, senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur." –Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan" olarak da Rabbin yeter.– [İsrâ/65]
22Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, "Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim" dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır! [İbrâhîm/22]
41-44Allah dedi ki: "İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır." [Hicr/41-44]
99,100Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler üzerinde Şeytan-ı Racim'in hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak kendisini, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın edinenler ve Allah'a ortak koşanların ta kendileri olan kimseler üzerinedir. [Nahl/99-100]
İblis'in, insanların üzerine geleceğini söylediği dört yön [ön, arka, sağ ve sol] ile ilgili olarak klâsik eserlerde birçok yorumlar yapılmış ve yönler "Dünya tarafından, âhiret tarafından, iyilik tarafından ve kötülük tarafından" veya "Gördükleri yerden, görmedikleri yerden, şehvetlerinden, öfkelerinden ve akıllarının erdiğinden-ermediğinden" şeklinde tanımlanmaya çalışılmıştır.
Bize göre bu yönler, İblis'in etkilendiği yönlerdir. Tekvîr sûresi'nin tahlilinde "insandaki düşünce yetisi" olarak tanımladığımız İblis, çevredeki olayların etkilerine karşılık insanın zihninde oluşan dolaylı bir tepki şeklinde faaliyet göstermekte, duyu organlarıyla algılanan her şeye karşı ânında bir ham düşünce üretmektedir. Bu da, "insanın aklına geliveren ilk şey"dir. Dolayısıyla, İblis'i harekete geçiren şey, çevreden [dört yönden] gelen etkilerdir. Eğer insanın çevresinde etki yapan bir hareket yoksa; ya da insan duyu organları ile bu hareketleri algılayamadığı için bunlardan etkilenmiyorsa, zihninde de bir tepki oluşmayacak, yani İblis harekete geçmeyecektir. Âyette, İblis'in hareket edeceği yönlere "alt" ve "üst"ün dâhil edilmemesi, insanın etki algılamasında bu iki yönün pasif olması sebebiyledir.
"Dosdoğru yol" olarak çevirdiğimiz الصّراط المستقيم[sırât-ı mustakîm] ifadesi, Fatiha suresinde ayrıntılı olarak açıkladığımız üzere, "cennete götüren yol" anlamına gelir. İblis, bu yol üzerine oturacak ve insanları bu yoldan saptırarak kendi yoluna sevk etmeye çalışacaktır. İblis'in yolunun ise cehenneme götüren yol olduğu aşağıda 18. âyette açıklanmıştır.
Tekrar hatırlatmakta yarar görüyoruz ki; İblis'in insanları Allah'ın dosdoğru yolundan saptırmak için ısrarlı bir çaba göstereceğini bildiren sözleri, Allah'a karşı bir meydan okuma anlamına gelmez. Bu ifadeler İblis'in özelliklerinin bize temsilî yöntemle anlatılması sebebiyle ona söylettirilmiştir.
18Allah, “Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, andolsun ki sizin hepinizden cehennemi dolduracağım” 19Ve, “Ey Âdem/bilgilenmiş, vahiy almış insan! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden de yiyin ve girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeye yaklaşmayın; malın-mülkün, paranın-pulun tutkunu olmayın, yoksa yanlış; kendine zararlı iş yapanlardan olursunuz” dedi.
18Allah, "Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, andolsun ki sizin hepinizden cehennemi dolduracağım"
İblis'e uymak demek, "her aklına geleni ölçüp biçmeden, vahiyle sağlamasını yapmadan uygulamak" demektir. Bu tür davranışlar şımarık ve kibirli bir insanın yapacağı davranışlar olup inkâra ve sonuçta o kimsenin zarar görmesine sebep olacak davranışlardır. Dürtü, tutku ve arzularını gereği gibi dizginleyemeyenler, İblis’in dört yönden yaptığı iğva ve ifsat saldırılarına mağlup olmak durumunda kalacaklardır. Bunun doğal sonucu, cehennemin vahye kulak vermeyenlerden ve akletmeyenlerden doldurulacak olmasıdır:
10Ve onlar derler ki: "Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık." [Mülk/10]
19Ve, "Ey Âdem/bilgilenmiş, vahiy almış insan! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden de yiyin ve girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeye yaklaşmayın; malın-mülkün, paranın-pulun tutkunu olmayın, yoksa yanlış; kendine zararlı iş yapanlardan olursunuz" dedi.
Âdem-İblis kıssasının anlatıldığı pasajın bu âyete kadarki bölümünde, insanın ve İblis'in kim olduğu, İblis'in görevi, İblis'in insanı nasıl yanıltacağı temsilî bir sahne ile bize âdeta seyrettirilmişti. Bu âyetle başlayan bölümde ise sıra İblis hakkında verilen teorik bilgilerin insan üzerindeki pratik yansımasını göstermeye gelmiştir.
Bu perdenin birinci sahnesi, bölüm hakkında kısa bir ön bilginin verildiği 19. âyettir. Bu âyette Allah, Âdem'e -daha doğrusu insanoğluna- şöyle seslenmektedir: Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân edin, dilediğiniz yerden de yiyin ve şu ağaca/mala yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz.
Âyetten anlaşıldığına göre; Âdem ve eşi [insanoğlu] cennete [yeşillik bir yere] yerleştirilmiş ve burada kendilerine bir konu hariç her türlü özgürlük verilmiştir. Âdem ve eşinin Şu ağaca yaklaşmayın ifadesi ile konulan yasağaİblis'in kışkırtmasıyla nasıl bir tepki verdiği ilerideki âyetlerde ortaya çıkacaktır.
Âdem, eşi ve yasaklanan ağaç konusu Müslümanlar arasında maalesef yanlış bilinmektedir. Kur’ân üzerinde çalışanların bu konuda şimdiye kadar yeterli çalışma yaptıkları da söylenemez. Bu yüzden Allah'ın izniyle çok titiz bir çalışma yürütülmüş ve konu hakkında yaptığımız açıklayıcı yorumların okuyucuya sunulması aşamasına gelinmiştir.
Konuyu daha iyi kavrayabilmek için aynı konunun temsilî olarak anlatıldığı âyetleri iniş sırasına göre değerlendiriyoruz:
115Ve andolsun Biz, bundan önce Âdem'den söz aldık da o aklından çıkardı, yapmadı ve Biz, onda bir kararlılık bulmadık.
116Ve Biz bir zaman doğa güçlerine, "Âdem için boyun eğip teslimiyet gösterin!" dedik de İblis/düşünce yetisi hariç hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdiler, o dayattı.
117-119Sonra da Biz, "Ey Âdem! Şüphesiz İblis sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun, kesinlikle senin acıkmaman ve çıplak kalmaman cennettedir. Ve sen orada susamazsın ve güneşin sıcağında kalmazsın" dedik.
120Sonunda şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: "Ey Âdem! Sana sonsuzluğun ağacı ve eskimez/çökmez mülk/saltanat için rehberlik edeyim mi?"
121Bunun üzerine ikisi de mal-mülk, altın tutkunu oldular. Hemen çirkinlikleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve kendi zararlarına, cennet yaprağından örtüp istifçiliğe başladılar. Âdem, Rabbine asi oldu da şaşırdı/azdı.
122Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.
123Allah, o ikisine: "Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz" dedi. [Tâ-Hâ/115-123]
35Ve Biz, "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân ediniz/burayı yurt tutunuz, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol nasiplenin ve şu girift şeye yaklaşmayın; mal/altın-gümüş tutkunu olmayın, yoksa kendi benliğine haksızlık edenlerden olursunuz" dedik.
36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır" dedik.
37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar." Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. [Bakara/35-39]
ÂDEM'İN CENNETİ: Bakara/30, Tâ-Hâ/55, Müminûn/79, Sâd/71, Hicr/26, İsrâ/61-65, Secde/7 gibi Kur’ân'ın birçok âyetinde belirtildiğine göre, Âdem ve insanlar topraktan yaratılmışlardır. Âdem ve tüm insanlığın ilk yaratıldığı toprak başka bir âlemde veya cennette değil, yeryüzündedir. Dolayısıyla buradaki cennet sözcüğünden âhiretteki cennet anlaşılmamalıdır. Zaten cennet'in esas sözcük anlamı "yeşili ve ormanı toprağı örten sulak arazi parçası" demek olup [Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, "cnn" mad.] Bakara/265, Sebe/15-16, Kehf/32-40, Necm/15, Kalem/17 ve daha birçok âyette de bu anlamda kullanılmıştır.
Diğer taraftan, âhiretteki cennetin birçok niteliği Kur’ân'da açıklanmıştır. Âyetlerdeki açıklamalara göre, âhiretteki cennet ebedîlik yurdu olup nimetleri bitmez ve tükenmez. Ayrıca orada günaha girme, boş lâkırdı olmadığı gibi, herhangi bir şeyin yasaklanması da söz konusu değildir. Oysa Âdem'in yerleştirildiği cennette her şey geçicidir ve orada Âdem’e bir yasak konmuştur. (Bakara/25, Fâtır/33-35, Sâffat/40-49, Duhân/51-57, Tûr/17-24, Rahmân/46-78, Vâkıa/10-40, İnsan/5-22, Nebe/31-37, Tûr/17-28, Zuhruf/68-73, Tâ-Hâ/120)
Sonuç olarak, Âdem mükâfaat yurdu olan cennette yaratılıp da oradan dünyaya indirilmiş değildir. Bize göre Âdem, yeryüzünün yeşil, ormanlık, sulak bir bölgesinde yaratılmış, sonra da oradan cennet niteliği olmayan başka bir bölgeye [çöle] düşürülmüştür.
Bizi bağlamamakla birlikte, Kitab-ı Mukaddes'in Âdem'in bu dünyada topraktan yaratıldığını anlatan Tekvin 2-3. Babları da Kur’ân ile uyumludur.
YASAKLANAN AĞAÇ: Kur’ân kendisini tanıtırken âyetlerinin bir bölümünün müteşâbih [mecâz, kinâye gibi sanatsal anlatımlı ve çok anlamlı] olduğunu açıklamış olsa da, kimileri sözcükleri mutlaka hakikat manalarında kabul edip Kur’ân'ı buna göre anlama çabası göstermişlerdir. Bu âyette geçen الشّجر[şecer=ağaç] sözcüğü de hakikat manasında anlaşılmakta ısrar edilen sözcüklerden birisidir. Kur’ân âyetlerinin bir bölümünün müteşâbih olduğu gerçeği göz ardı edilerek yasaklanan ağaç hakkında da çok değişik açıklamalarda bulunulmuştur:
Meselâ İbn-i Mes‘ûd, İbn-i Abbâs, Sa‘îd b. Cübeyr ve Ca‘fer b. Hubeyre bu ağacın "üzüm ağacı" olduğunu ve şarabın da bu yüzden yasaklandığını söylemişlerdir. [(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
İbn-i Abbâs, Ebû Mâlik, Katâde ve Vehb b. Münebbih ise "Bu ağaç sümbüldür [buğday başağıdır]. Eskiden buğdayın her bir tanesi sığır böbreği büyüklüğünde, baldan tatlı ve yağdan yumuşak idi. Allah Âdem'in tevbesini kabul edince, onu Âdem soyuna gıda yaptı" demişlerdir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
İbn-i Cüreyc de bu konuda "Bu ağaç incir ağacıdır. Bu bakımdan, bir kimsenin rüyasında incir yediğini görmesi, pişmanlık duyacağı şeklinde yorumlanır. Çünkü Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur" açıklamasını yapmıştır. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Yasaklanan ağaç hakkındaki görüşlerinden örnekler verdiğimiz isimlerin bu ağacı hakikat anlamıyla fizikî bir ağaç olarak kabul etmeleri, Kitab-ı Mukaddes’in bu konudaki anlatımıyla örtüşmektedir. Bu örtüşme klâsik anlayışı temsil eden bu kişilerin Kitab-ı Mukaddes'in etkisinde kaldıklarını düşündürmektedir:
Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi. RABB Tanrı göğü ve yeri yarattığında, yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü RABB Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu. RABB Tanrı Âdem'i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu. RABB Tanrı doğuda, Aden'de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem'i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden'den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon'dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon'dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle'dir, Asur'un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat'tır. RABB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem'i oraya koydu. Ona, "Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin" diye buyurdu, "ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." Sonra, "Âdem'in yalnız kalması iyi değil" dedi, "ona uygun bir Yardımcı yaratacağım." RABB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Âdem'e getirdi. Âdem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. Âdem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. RABB Tanrı Âdem'e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, RABB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem'e getirdi. Âdem, "İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir" dedi, "ona ‘Kadın’ denilecek, çünkü o adamdan alındı." Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı. [Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2:1-25.]
RABB Tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. Yılan kadına, "Tanrı gerçekten, ‘Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?" diye sordu. Kadın, "Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz" diye yanıtladı, "ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi." Yılan, "Kesinlikle ölmezsiniz" dedi, "çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız." Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RABB Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. RABB Tanrı Âdem'e, "Neredesin?" diye seslendi. Âdem, "Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim" dedi. RABB Tanrı, "Çıplak olduğunu sana kim söyledi?" diye sordu, "sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?" Âdem, "Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim" diye yanıtladı. RABB Tanrı kadına, "Nedir bu yaptığın?" diye sordu. Kadın, "Yılan beni aldattı, o yüzden yedim" diye karşılık verdi. Bunun üzerine RABB Tanrı yılana, "Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın" dedi, "karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın." RABB Tanrı, kadına "Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim" dedi, "ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek." RABB Tanrı, Âdem'e "Karının sözünü dinlediğin ve sana, meyvesiniyeme dediğim ağaçtan yediğin için toprak senin yüzünden lanetlendi" dedi, "yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin." Âdem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi. RABB Tanrı Âdem'le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Sonra, "Âdem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu" dedi, "artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli." Böylece RABB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Âdem'i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu. Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi. [Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 3:1-24.]
Biz, "yasaklanan ağaç" konusunu tam olarak açıklığa kavuşturabilmek için, âyette geçen الشّجر [şecer] ve مال[mâl] sözcüklerinin kökenine inme ihtiyacı duyuyoruz:
ŞECER: الشّجر[şecer], "bitki cinsindendir. Gövdesi üzerinde desteksiz duran bitkidir; kış mevsiminde varlığını koruyan bitki"dir. Şecer sözcüğü, "karışık, karmaşık; GİRİFT demektir. Ağaca bu ismin verilmesi de dallarının, yapraklarının iç içe geçmiş, karışık, karmaşık; girift olmasındandır. Şecer sözcüğü, ihtilaf ve "sarf etme" anlamlarında da kullanılır. Çünkü ihtilâfların ekserisi "mal" yüzündendir, en çok harcaması yapılan da "mal"dır. [Lisânü'l-Arab; c. 5, s. 32-33, "Şcr" mad.]
65Artık, hayır! Rabbine andolsun ki onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar. [Nisa/65]
Dikkat edilirse, âyetlerdeki şecer sözcüğü ile 22. âyetteki ورق الجنّة[varaku'l-cennet] ifadesi aynı anlama gelmektedir ve her ikisi de kısaca "mal, altın, gümüş, deve, arpa buğday ve hurma" demektir.
MAL: المال[mal] sözcüğü Türkçeye Arapçadan gelmiş bir sözcüktür. Konunun iyi anlaşılabilmesi için bu sözcüğün de Arapçadaki gerçek manasını tespit etmek gerekmektedir.
Mal, "tüm eşyadan sahip olunan şeyler" demektir. Mal aslında "altın ve gümüşten sahip olunan" demektir. Sonradan kazanılan, elde tutulan ve ayniyattan sahip olunan şeylere ıtlak olunur oldu. Arab'ın mal dediği şey, ekseriyetle "deve"dir. [Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 403, "Mvl" mad.]
Kıssayı anlatan âyetlerdeki ifadeler ve sözcüklerin gerçek manaları göstermektedir ki, Allah insanın mal tutkusundan uzak olmasını istediği için Âdem ve eşini mal düşkünü olmaktan menetmekte, İblis de Âdem ve eşini mal ile aldatmaktadır.
Nitekim Tâ-Hâ/120'de İblis, Âdem'i ebedîleştirmek için onu شجرة الخلد[şeceretü'l-huld]a; mala [altına, gümüşe, deveye, arpaya, buğdaya, hurmaya ...] yönlendirmiştir. Aslında "şeceretü'l-huld"a yönlendirme, İblis'in üçüncü iğvasıdır. Aşağıda, 20. âyette görüleceği gibi İblis'in ilk iğvaları, melek [irâdesiz varlık; robot] yapılma ve خالد [hâlid] olma [hiç değişmeden aynı kalma] üzerine olmuştur.
İblis'in Âdem'i yoldan çıkartmak için başvurduğu bu son iğva, akla hemen Hümeze/2-3 âyetlerini getirmektedir:
2,3O ki, malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini sonsuzlaştırdığını sanarak onu çoğaltan/tekrar tekrar sayandır. [Hümeze/2-3]
Netice olarak; bize göre gerçekte ne böyle bir olay cereyan etmiştir, ne de ortada herhangi bir ağaç vardır. Çünkü âyetlerde temsil tekniği kullanılmış olup her şey temsilî olarak anlatılmıştır. Yüce Allah mesajını Âdem, Âdem'in eşi ve İblis arasında geçen temsilî bir olay üzerinden iletmiştir. Bu temsilin sahnesi cennet [yeşil bir bölge]; sahne dekoru ise şecer [mal; altın, gümüş, arpa, buğday, hurma, deve]’dir.
20Derken İblis, onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/iradesiz güç olmanız ya da sonsuz olarak kalıcılardan/gelişmeyen, değişmeyen birer varlık olmanız için sizi girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeyden; maldan-mülkten, paradan-puldan men etti/ bunları size yasakladı” dedi. 21Ve “Elbette ben, size öğüt verenlerdenim” diye onlara yemin etti/ kanıtlar ileri sürdü. 22Böylece onları aldatarak aşağılığa düşürdü. Onlar girift, çekişmenin kaynağı olan şeyin; malın-mülkün, paranın-pulun tadına varınca, hırsları, doyumsuzlukları devreye girdi ve mal-mülk, para-pul istifçiliğine başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben, size mal-mülk, para-pul tutkunu olmayı yasaklamadım mı ve size, ‘Bu şeytân, kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?”
20Derken İblis, onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve "Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek; iradesiz/melik güç olmanız ya da sonsuz olarak kalıcılardan/gelişmeyen, değişmeyen birer varlık olmanız için sizi girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeyden; maldan-mülkten, paradan-puldan men etti/bunları size yasakladı" dedi.
Bu âyette İblis'in derhâl harekete geçtiği görülmektedir. Onu harekete geçiren husus, Âdem'e "şu ağaca yaklaşma" emrinin verilmesidir. Âdem'e konulan yasak ânında tepki getirmiş, İblis vesvese üretimine geçerek bu yasak hakkında bahaneler, gerekçeler aramaya ve ileri geri fikir yürütmeye başlamıştır: Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti.
Âyetteki ملكين[melekeyni=iki melek] sözcüğünün, melikeyni [iki kral] olarak okunması da mümkündür. Nitekim İbn-i Abbâs, Dahhâk ve Yahyâ b. Ebî Kesîr sözcüğü melikeyni [iki kral] olarak okumuşlardır. Bu kıraatı, yukarıda verdiğimiz Tâ-Hâ/120'deki, eskimez/çökmez mülk/saltanat ifadesi de desteklemektedir. Bu kıraate ve bu anlama göre Âdem ve eşi, İblis'in etkisiyle özgürlüğü krallığa tercih etmiş olmaktadırlar.
VESVESE: Ayrıntılarını Nâs sûresi'nin tahlilinde verdiğimiz [Bkz. Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1.s??????] ve bu âyetten başka Nâs/5, Kaf/16 ve Tâ-Hâ/120'de de geçen وسوسة[vesvese] sözcüğü, Nas suresinde açıkladığımız üzere, "alçak bir sesle, fısıltıyla gizli bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme yöneltmek" demektir.
SEV’ETE: سوأة[sev’ete] sözcüğü, "çirkinlikler" demektir ve سؤ[sue] sözcüğünden türemiştir. "Her türlü kötü, çirkin şeyi yapmak" anlamındaki sue sözcüğünün, bu anlam ekseninde daha birçok türevi vardır. Meselâ, سيّئة[seyyie=kötülük, çirkinlik] sözcüğü, حسنة [hasene=iyilik, güzellik] sözcüğünün karşıt anlamı olarak kullanılır. Dolayısıyla bu kökten türemiş olan sev’ete sözcüğü de her türlü çirkin iş, söz ve durumu ifade eder. Arapların bu sözcüğü cinsel organlar için kullanmaları, yaşadıkları toplumda çoklukla bu organların kötülüğe sebep olması sebebiyledir. Sev’ete sözcüğü ayrıca "ceset" için de kullanılır. Zira ruh bedenden çıkınca, beden çürüyüp kokmakta, yani çirkinleşmektedir. [Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 434-436.]
Nitekim Mâide sûresi'nde geçen sev’ete sözcüğü, "ceset" için kullanılmıştır:
31Sonra Allah, hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, "Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum." dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu. [Mâide/31]
Konumuz olan âyette sev’ete sözcüğü "çirkinlikler" anlamında olup "cinsel organlar" olarak çevrilmesi yanlıştır. Çünkü Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış olduğundan, cinsel organlar için "çirkin" nitelemesi yapılamaz. Buradaki sev’ete sözcüğüyle, insana ilham edilmiş olup çeşitli etkilerle dışa vuran kötü huylar [fücûr] kastedilmiştir:
1-10Kur’ân'ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân'ı izleyen Elçi ve mü’minleri, Kur’ân ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’ân ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah işleme ve "Allah'ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır. [Şems/8]
ÇİRKİNLİKLERİN KENDİLERİNDEN GİZLİ KALIŞI:Çirkinlikler sözcüğü "insana ilham edilmiş fücûr"u; çirkinliklerin kendilerinden gizli kalması ifadesi ise bu fücûrun durağan bir özellikte olduğunu ve bir etkiye tepki olarak dışa vuruluncaya kadar insanın kendisinden bile gizli kaldığını ifade etmektedir. Nitekim 22. âyette görüleceği gibi, Âdem de, yasağı dinlemeyerek verdiği tepkiden sonra, içinde saklı olan fücûrun dışa vurması sonucu bencil, haris birisi olup çıkacaktır.
21Ve "Elbette ben, size öğüt verenlerdenim" diye onlara yemin etti/kanıtlar ileri sürdü.
Burada İblis'in Âdem ve eşine karşı hangi kanıtları kullanıldığı açıklanmamıştır. Ancak kıssanın başlangıcında İblis'in Âdem'den üstün olduğu yönündeki iddiasından hareketle, İblis'in kendisinin enerjiden Âdem'in ise maddeden yaratıldığı hususunu kullandığı ve "Olanı biteni ben sizden daha iyi bilirim, çünkü ben sizden üstünüm!" demiş olabileceği düşünülebilir.
22Böylece onları aldatarak aşağılığa düşürdü. Onlar girift, çekişmenin kaynağı olan şeyin; malın-mülkün, paranın-pulun tadına varınca, hırsları, doyumsuzlukları devreye girdi ve mal-mülk, para-pul istifçiliğine başladılar. Rableri onlara seslendi: "Ben, size mal-mülk, para-pul tutkunu olmayı yasaklamadım mı ve size, ‘Bu şeytân, kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?"
Âyetin bildirdiğine göre Âdem ve eşi, İblis'in vesvesesini, iğvasını, ölçüp biçmeden [tefekkür etmeden] uygulamış ve içlerinde gizli olan çirkinlikleri, yani istenmeyen, sevilmeyen huyları ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan ilk çirkinlik ise "istifçilik"tir.
CENNET YAPRAKLARI (AĞAÇ YAPRAKLARI DEĞİL):"Ağaç yaprağı" ve/veya "kitap yaprağı" olarak meşhurlaşmış olan الورق[varak] sözcüğü; Arap dilbilimcilerinden Cevherî'ye göre, "gümüşlerden yapılma ve develerden meydana gelme mal varlığı"; İbn-i Sîde'ye göre, "koyun ve develerden meydana gelen mal varlığı"; [Lisânü'l-Arab; c. 9, s. 277, 280.] Râgıb'a göre, "kitap ve ağaç yaprağından başka, ağaçtaki yaprağın çokluğuna benzetilerek ‘çok mal’ için de varak tabiri kullanılır. [el-Müfredât; s. 520, "Verk" mad.] Ebû Ubeyde'ye göre, "gümüş ve her türlü canlı hayvan"; Ebû Sa‘îd'e göre, "basılmış gümüş" [gümüş para] anlamlarına gelmektedir. [Tâcü'l-Arûs; c. 13, s. 476-480.]
Bu açıklamalara göre, âyetteki ورق الجنّة[varaku'l-cennet=cennet yaprağı] ifadesi, "insana haz veren para, mal, mülk ve çeşitli nimetler" anlamına gelmektedir ki Rabbimiz bunların neler olduğunu başka bir âyette bildirmiştir:
14Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır. [Âl-i İmrân/14]
Âdem ve eşi, Kur’ân'da varaku'l-cennet olarak adlandırılmış olan "iğreti yaşamın faydalarını sağlayan şeyler"e dadanmışlar ve bu tarz süsleri üst üste koyarak [bütün süsleri bir araya toplayarak] üzerlerine almışlardır [yaşamlarının ayrılmaz parçası hâline getirmişlerdir].
ZEVK: الذّوق[zevk], "lezzet alma, hoşa gitme; bir şeyin tadını almak, tadına varmak, bir şeyin müptelâsı olmak" demektir. Bu şey, iyi bir şey olabileceği gibi, çirkin bir şey de olabilir. Bir şeyin tadını almak ağız yoluyla olabileceği gibi başka yollarla da olabilir. Nitekim Kur’ân'ın birçok âyetinde azabın-belanın tam içerisine düşme de zevk sözcüğüyle ifade edilir. [Lisânü'l-Arab; c. 3, s. 535 "Zvg" mad.]
Esas anlamı bu olmasına rağmen sözcük genellikle "dil ucuyla tatma" anlamında anlaşılmaktadır. Hâlbuki esas anlamı "iliklere işleyecek ölçüde hissetmek" demektir. Bu sözcük, türevleriyle birlikte Kur’ân'da 60 kez yer almış ve "nimetlerin veya cezanın azıcık dokunup geçivermesi" olarak değil de "gerçekten, iyice yaşanması" anlamında kullanılmıştır.
Burada da Âdem ve eşinin konu edilen ağaçtan [altından, gümüşten, deveden, arpadan, buğdaydan ve hurmadan] basitçe tatmayıp onun iyice tadına vardıkları, müptelâsı [tutkunu] oldukları anlaşılmaktadır. Zaten Tâ-Hâ/121'de bu durum, zâka [tadına vardılar] sözcüğü yerine, ekele [yediler] sözcüğü ile dile getirilmiştir.
Görüldüğü gibi, âyetteki ifadeler tam anlamıyla hayatın gerçeklerini yansıtmaktadır. Âdem ve eşinin, nimetlerin tadına varınca onların esiri olmaları ve tutkuyla bağlandıkları bu nimetlerden ayrılmamak için onlara sımsıkı sarılmaları, bugün de karşılaşılabilecek manzaralardır. İğreti dünya hayatının süslerinden bir tanesini bile dışarıda bırakmadan hepsine sahip olan veya olmak isteyen, faydalandığı süsleri âdeta üzerine yapıştırıp tam anlamıyla bir süs istifçisi hâline gelen insanlar hiç de az değildir. O hâlde, Rabbimizin sözleri kesinlikle bir masal gibi algılanmamalı ve bilinmelidir ki, "kendisine ilham edilmiş fücûrun İblis'in etkisiyle dışa vurması" şeklinde ortaya çıkan çirkin insan davranışları, Âdem ve eşine kadar dayanmaktadır.
Tekâsür sûresi'nde bu hastalığın dünyayı cehenneme çevirdiğini bildiren Rabbimiz, Âdem ve eşinin davranışlarıyla dünyanın cehenneme dönüşmeye başlaması karşısında, âyetin son cümlesi ile duruma müdahale etmiştir: Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve size ‘bu şeytân kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?
Klâsik eserlerde ileri sürülen "yasak ağaçtan yedi de avret yerleri açığa çıktı, avret yerleri açığa çıkınca da incir yapraklarıyla onları örtmeye çalıştı" anlayışı, Kur’ân'ın ifadelerine aykırıdır. Çünkü âyetin teknik yapısı buna izin vermez. Âyete göre, Âdem ve eşi ağaçtan/maldan tadınca iki olay meydana gelmiştir: Önce çirkinlikleri [kötülükleri] ortaya çıkmış, sonra da tekasür hastalığına yakalanarak biriktirmeye başlamışlar, tadını aldıkları bütün süslerin kendilerinin olmasını istemişlerdir.
İşinin ehli uzmanların burada dikkat etmeleri gereken önemli bir nokta daha vardır: Âyetteki وطفقا [ve tafikâ] diye başlayan cümlenin önündeki bağlaç, ف[fe] değil, و[vav]dır ve vav bağlacı بدت [bedet=belli oldu] fillinin üzerine atfedilmiştir. Dolayısıyla Arap dilini bilen kişilerin âyetin bu yapısına itibar ederek safsata anlamlara kulak asmamaları gerekir.
23Onlar/her ikisi, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle işlem yapmazsan kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler.
Bu âyette, Rabbimizin müdahalesi üzerine Âdem ve eşinin, yapmış oldukları yanlış hareketi kabullenip hemen dönüş yaptıkları görülmektedir. Kur’ân'ın anlatımlarına göre, İblis'in dürtüsü Âdem'le eşini birlikte etkilemiştir. İblis'in önce Âdem'in eşini etkilediği ve onun da Âdem'i etkilediği şeklindeki görüşler Kur’ân'a uymamaktadır. Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın "ilk günah" anlayışına temel teşkil eden İsrailiyat anlatımı kısmen Müslümanlar arasında da etkili olmuş ve Âdem’in eşi tarafından kandırıldığı ve onun etkisiyle cennetten çıkarıldığı şeklindeki kadını aşağılayan bir mantığın halk kültüründe yerleşmesine neden olmuştur.
Âyetteki eğer Sen bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz ifadesinden, takip edilecek yolun mutlaka Allah'ın gösterdiği yol olması lâzım geldiği anlaşılmaktadır. Yani, insanların içinde İblis kanalıyla oluşan düşüncelerin de, insanlara başkaları tarafından önerilen davranışların da önce vahiyle uyumluluğu test edilmeli, ancak ondan sonra uygulamaya geçilmelidir.
Eğer sana şeytândan bir vesvese gelirse de hemen Allah'a sığın. Kesinlikle O, en iyi işiten, en iyi bilendir. [A’râf/200]
24Allah, “Birbirinize düşman olarak alçalın, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve yararlanmak vardır” dedi.
Bu âyette Yüce Allah, Âdem ve eşi için nihaî kararını açıklamıştır. Rabbimizin bu kararını bildiren diğer âyetleri de göz önünde bulundurmak tahlilimize yardımcı olacaktır:
36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır" dedik.
37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar." Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. [Bakara/36-38]
123Allah, o ikisine: "Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz" dedi. [Tâ-Hâ/123]
Gerek konumuz olan âyetteki ve gerekse Bakara sûresi'ndeki اهبطوا[ihbitû=alçalın] sözcüğü, Tâ-Hâ sûresi'ndekinden farklı olarak çoğuldur. Dolayısıyla A’raf ve Bakara sûrelerindeki bu çoğul ifade, Âdem'i, eşini ve başkasını/başkalarını da kapsamaktadır. Bu konudaki genel kabul, bu hitabın Âdem, eşi ve İblis'e yönelik olduğu yolundadır. Ancak biz bu hitabın daha da geniş kapsamda "Âdemoğulları" [tüm insanlar] olarak anlaşılmasından yanayız. Çünkü hem bu âyetin mesajı birkaç kişiye özgü olmayıp tüm insanlara yönelik bir mesajdır, hem de Rabbimiz 26. âyette Ey Âdemoğulları! diyerek tüm insanlara seslenmiştir.
"İHBİTÛ"NUN ANLAMI: Âyette geçen ihbitû sözcüğü meal ve tefsirlerde "ininiz" diye çevrildiği için, doğal olarak akla hemen "nereden" ve "nereye" inileceği soruları gelmektedir. Her ne kadar Yüce Allah, Sizi yeryüzünde yarattık, Sizi topraktan yarattık dese de, Rabbimizin verdiği bu bilgileri değerlendirmede yeterli dikkati göstermeyen müfessirler, Âdem'in cennette yaratıldığı ve yeryüzüne de oradan indirildiği yorumunu benimsemişlerdir.
Rabbimizin bildirdiklerine ters olan bu yorumları aşabilmek için ihbitû sözcüğünün gerçek anlamının ortaya çıkarılması gerekmektedir:
İhbitû sözcüğü, هبط[hbt] kökünden türemiş çoğul emir kipidir. Hbt sözcüğü "alçalış, eksiliş, züll, zillete düşüş, sefillik" [gözden düşme, çaptan düşme, değer kaybetme, rütbede eksiliş] demektir. Bu anlam ekseninde صعود[su‘ûd] ve ارتفاء[irtifâ] sözcüklerinin karşıtı olarak kullanılan sözcük, şerr içinde olan kişinin durumunu ifade etmek için kullanıldığı gibi, sağlığını yitirmiş hasta için de kullanılır. [Lisânü'l-Arab; c. 9, s. 18-19.]
Bize göre burada sözcüğün asıl manasına bağlı kalınmalı ve ihbitû sözcüğü "alçalın/alçalınız" olarak çevrilmelidir.
Sözcüğün bu asıl anlamına göre âyetin takdiri şöyle yapılabilir: "Bu dünya süslerinin esiri olur ve istifçilik yapan bir tekasür hastası gibi [Âdem gibi] yaşarsanız, şu geçici dünyada birbirinize düşmanlar hâlinde ve alçalmışlar olarak yaşarsınız!"
BİRBİRİNİZE DÜŞMAN OLARAK: Birbirinize düşman olarak ifadesi, kıssanın anlatıldığı diğer âyetlerin hepsinde de yer almıştır. Bize göre bu ifade, Âdem soyunun çoğaltma yarışına kapılma, istifçilik sevdasına düşme gibi çirkinlikleri işlemesi hâlinde birbirine düşmanca davranışlar içine gireceğini bildiren bir uyarıdır. Yoksa bazı kişiler tarafından ileri sürüldüğü gibi, hataları sebebiyle Âdem ve eşine verilmiş bir ceza değildir.
25Allah, “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız” dedi.
Yani, hem geçicisiniz, hem de başka gideceğiniz yeriniz yok, orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz. Çirkinleşmenize, mal-mülk hırsıyla birbirinize düşman olmanıza gerek yok.
Bu âyetteki uyarının farklı bir ifadesi Tâ-Hâ sûresi'nde de yer almaktadır:
Biz sizi yeryüzünden oluşturduk, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız. [Tâ-Hâ/55]*
93 Melâike ve bunun tekili olan melek, sesteş sözcüklerdir. Hem “elçi göndermek” anlamına gelen ulûk kökünden, hem de “kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki melk kökünden türemiş olabilir. “Elçi göndermek” anlamına gelen ulûk kökünden türemiş melek, melaike sözcükleri, “peygamberleri, vahiy âyetlerini” ifade ederler. Melk kökünden gelen melek, melaike sözcükleri de “doğadaki maddî ve enerjik tüm güçleri” ifade eder. Tesbitlerimize göre Kur’ân'da geçen bu sözcükler, her iki kökten de türemiş ve türediği kökün anlamına göre farklı manalarda kullanılmıştır. Yani melâike sözcüğü, Kur’ân'da bazen birinci anlamda, bazen de ikinci anlamda kullanılmıştır. Sözcüğün Kur’ân'da hangi anlamda kullanıldığı ise, yer aldığı pasajın söz akışından ayırt edilmektedir.
Melek sözcüğü ile ilgili ayrıntılı açıklama Tebyînu'l-Kur’ân'da verilmiştir.
94 Âyetin orjinalinde geçen Âdem kelimesinin, Resmi Mushaf: Sâd/72, Hıcr/29, Secde/9, Bakara/31. âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre, “bilgilendirilmiş, ilk vahiy alan insanı, ilk elçi”yi temsil ettiği anlaşılır. Âdem'e gelen vahiyler, bu necmde ve Bakara/37-39'da (403 nolu necm) açıkça belirtilmiştir
95 Âyetin orijinalindeki ifade, “bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir” şeklindedir. Şeytan, sözlük anlamı olarak “haktan uzak olan” demektir. Kavram olarak ise, “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı”dır.
Şeytanın kimler veya neler olabileceği, özellikleri ve ayırt edici nitelikleri Kur’ân'da ayrınyılı olarak mevcuttur. Kur’ân'a göre Şeytân; A) Haram yemeyi, haksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden, B) Kötülük, hayâsızlık yapmamızı ve Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi telkin eden, C) Bizi fakirlikle korkutan, D) Bizi kuruntulara düşüren, E) Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden, F) Kandırmak için bize yaldızlı sözler fısıldayan, G) Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran, H) Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan, I) Bizi azdıran, J) İçki/uyuşturucu ve kumarla insanlar arasına düşmanlık ve kin sokmak isteyen, K) Bizi Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak isteyen kişi ve güçlerdir.
“Kovulmuş şeytan”, “inatçı şeytan” ifadeleri de Kur’an’da “İblis” için kullanılır. “İblis” ise, “insanın düşünme yetisi”dir. Kur’an’da İblis, göze gözükmeyen, insanın zihninde vesvese veren; ham düşünceler üreten, insanlara etfalarından yanaşan; etkiyle faaliyete geçen, etkisiz alanlarda faaliyet gösteremeyen, canlılardan sadece insanda bulunan, insana boyun eğmeyen, enerjiden yaratılmış bir güç, yeti olarak tanımlanır. Kur’an’da bu yeti kişileştirilerek kullanılır. Ayrıntılı bilgi “Tebyînü’l Kur’an”da görülebilir.
*İşte Kuran, Araf Suresi
Yorumlar -
Yorum Yaz