39Araf Suresi 55-56 Namaz
Hatalı Çevrilen Ayetler
39Araf Suresi 55-56
Hatalı Çeviri:
55. Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.
56. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.
Doğru Çeviri:
55Rabbinize alçala alçala ve gizlice/ açıkça göstererek dua edin; tazarrulu niyazda bulunun. Kesinlikle O, sınırı aşanları sevmez. 56Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Kesinlikle Allah'ın rahmeti, iyileştirenlere-güzelleştirenlere çok yakındır.
Tüm inananlara yönelik olan bu âyetlerde hem Yüce Allah'ın "rabb" sıfatı [programcılığı] ön plâna çıkarılmak sûretiyle dualarda bu özelliğin göz önünde bulundurulmasına işaret edilmiş, hem de inananlara dua adabı ve usûlü öğretilmiştir. Rabbimiz, Kendisine yapacağımız niyazı dil, beden ve gönül üçlüsü ile yapmamızı emrediyor. Bu tarz yapılan dua; niyaz toplumda "NAMAZ" adıyla yerleşmiş bulunmaktadır.
"Namaz" sözcüğü Hintçeden Farsçaya, Farsçadan da Selçuklular döneminde Türkçeye geçmiştir. Farsçadaki ilk anlamı, "ateş önünde saygıyla eğilmek" demektir. Sanskritçe, "saygı sunmak" anlamına gelen namaste kelimesinin Farsçaya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, "selam vermek" anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hint kültüründe de görülebileceği üzere "eğilerek" yapılan bir fiildir.
Namaz" sözcüğünün Farsçadaki bu "eğilerek saygı ile dua etmek" anlamı, Arapça ve Kur’ân'da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Âyetin orijinalindeki تضرّعاً[tezarru‘an] ifadesi, ض ر ع[d-r-a] kökünden türemiş "tefe‘ul" babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı "zillet ve tevazu göstermektir." Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki "hal" ögeliği itibariyle "zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet" [alçala, alçala, alçala alçala] demektir.
Âyetin orijinalinde yine و[vav] bağlacıyla cümlede ikinci "hal" konumunda bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd'dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup "açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak" ve "gizleyerek" demektir.
Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır.
Yukarıda da zikrettiğimiz, "Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55)" emri, namaz adıyla meşhurlaşan niyaz şeklini ifade etmektedir. Bir kere daha ifade edelim ki, Kur’ân'daki namaz, işte bu âyetle emredilmiştir yani farz kılınmıştır. Ritüelli duanın; namazın kaynağı işte bu ayettir. Daha önce de defalarca zikrettiğimiz üzere "salât" sözcüklerinin malum namaz ile alakası yoktur. Bu ayet, bu fakire göre Kur’an’da iki yüz civarındaki geçen; dua konu edilen ayetlerinin tefsiri konumundadır. O nedenle Kur’an’da namaz, tek bir ayette geçiyor demek yerinde değildir. Kur’an’daki her dua ayeti namazdan bahsetmektedir. Her duamızı da tazarrulu olarak yapmalıyız.
Girişte de açıkladığımız üzere "namaz" sözcüğünün Farsçadaki "eğilerek saygı ile dua etmek" anlamı Arapçada ve Kur’ân'da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala; sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir. Nitekim bu ritüelin ana hatları, Rasûlullah'tan bize intikal etmiştir. Ne var ki, bunların bazıları, anlam ve kavram olarak mecrasından çıkarılmıştır.
Âyetten anlaşıldığına göre tazarrulu duada; namazda [Rabbimizin huzurunda dua anında] sürekli bir alçalma sergilenmelidir.
Bu zillet sergilemesi aleni; göstere göstere olacağı gibi gizli de olabilir. Rabbimiz burada "hufyeten" ifadesini kullanmıştır. Bu sözcük Ezdat’tandır; iki zıt anlamı ifade eden sözcüklerdendir. İnfakı emreden ayetlerde (Bakara; 274, Ra’d; 22, İbrahim; 31, Nahl; 75, Fatır; 29) "sirren ve alaniyeten" ve "sirren ve cehren" şeklinde gelerek infakın da hem gizli hem de aşikar yapılabileceğini emir buyurmuştu. Bizim bu ifadelere göre kanaatimiz, farz olan ibadetlerin aşikar, tatavvuların (gönülden yapılan fazla ibadetlerin) ise gizli yapılmasının gerekli olduğudur. Zira farzın riyası olmaz, tatavvuda ise riya şaibesi olabilir.
Tazarru ile duanın nasıl yapılacağını insan düşünmelidir. Bunu Rabbimiz tarif etmemiştir. Namazın nasıl kılınacağını Cebrail Peygambere öğretti cinsinden söylentiler yalan ve yanlıştır. Onun için insan; Rabbine karşı zilleti dua ederken nasıl sergileyebilir? Bunu kendisi iyi düşünüp bulmalıdır. Zaten Rasülüllah da öyle yapmıştır. Bir de geçmişten gelme teamül söz konusu idi. Bizim bunu pratik hayattan algılamamız mümkündür.
İşsiz birinin, iş verecek olana, dertli birinin derdine derman olacak olana, suçlu birinin affedecek olana, borçlu birinin kredi sağlayacak olana karşı yaptığı hazırlıkları bir düşünün. Sonra da biz kiminle buluşacağız, kimin huzuruna çıkacağız bunu düşünelim:
Yer gök bütün evrenin sahibi, bizim, mülkünde yaşadığımız, hep muhtaç olduğumuz, bizi dünyaya gönderen sonra istemesek de Kendisine döndüren, teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, rızık elde ettiğimiz toprak; hepsinin sahibi olan, dünya üzerinde canlı cansız hizmetimize verilmiş tüm varlıkların da asıl sahibi, bizi yaratan, bizi yaşatan, içimiz dahil her şeyimizi gören, bilen ve işiten; Her şeyin sahibi, her isteyene istediğini veren, cennet ve cehennemin sahibi, suçluları affeden, bize yardım edecek olan, bağışı sınırsız, bize merhamet eden, bizi terbiye eden, gerekirse kahreden ve istemesek de huzuruna götürüp hesap soracak olan ALLAH’IN huzuruna çıkacağız. (Burada Rabbimizi Esma-ü Hüsna’daki tüm niteliklerle düşünebilmeliyiz).
Bu düşünüşe İslam’da "ZİKİR; Allah’ın anılması, hatırlanması" denilir. Allah, klasik anlayıştaki "Allah, Allah, Allah, ..." denilerek değil Bakara; 220’deki yol gösterimine göre "Babaların zikredildiği; anıldığı gibi zikredilmelidir; anılmalıdır." Yani Allah’tan istenen, babadan istermişçesine istenmeli, babaya karşılık ödermişçesine, saygı sunarmışçasına saygı duyulmalı, babanın evlatlar için ne anlama geldiği iyi düşünülmeli, bu baba evlat ilişkisinden hareketle, Allah-kul ilişkisi dikkate alınarak Allah’a niyazda bulunulmalıdır.
Allah’ı zikir, kulu Allah’a dua etmeye; yakarmaya sevk eder. Ve kul, gönlünü Rabbine açar:
190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: "Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, "Rabbinize inanın!" diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi "iyi adamlar" ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin" diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.
195Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır." [Al-i Imran/190- 195]
Biz de öyle yaptık; Rabbimizi Esma-i Hüsna’da yer alan tüm nitelikleriyle hatırladık bir de kendi durumumuzu ve konumuzu göz önüne getirdik. Bu durumda Rabbimizin karşısında nasıl durulabilir?
Aslında bunu iyi bir psikolog, tiyatrocu, iyi bir dram yönetmeni çok iyi anlatır; koreografisini yapar. Yine de biz, aklımızın erdiği kadarıyla zihin yoralım.
• Saygılı bir şekilde ayakta durarak, boyun bükerek,
• Ta’zim ve tekbir ile [Allah'ı büyükleyerek, Allah'ın her şeyden daha yüce olduğunu
• ifade ederek, övgüler sunarak],
• Bel bükerek,
• Yere kapanarak,
• Huzurda diz çöküp boyun bükerek,
• Yüzü, gözü semaya dikerek. (Dua esnasında "Sema" öteler ötesini temsil eder.
• Bakara; 144, mülk; 16, 17) Kullar, Rabblerinden beklenti halinde iken yüzlerini
• Rabblerine döndürürler:
"Yüzler var ki o gün apaydınlıktır; Rablerine nazar edicidirler (göz bebeklerini Rabblerine odaklarlar)." [Kıyamet/22, 23]
Ya da mahcubiyetten yere bakarak.
Bunların hepsi; sürekli zillet sergileme şekilleridir. Bunların hepsi bir arada yapılabileceği gibi, içinde bulunulan ortama göre birkaçı da yapılabilir. Nitekim günümüzde kılınan namazın ana unsurları bize Rasûlullah'tan intikal etmiş bulunmaktadır. Ne var ki geçen zaman zarfında, mezhepçiler ve meşrepçiler tarafından eklenen çıngıllar işi aslından uzaklaştırmıştır.
Zaman içerisinde birileri namazla ilgili birtakım şartlar ileri sürerek "Bunlardan biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur. Vâcibler ise, namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vâcibleri bulunmasa da namaz sahih sayılır, ancak eksik bir namaz olur. Vâcibleri bilerek terk ederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır" demişlerdir.
Duanın adabı
Dua edilirken takınılacak tavır hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ancak bunları aktarmanın bir yararı yoktur. Çünkü bu konuda göz önünde tutulması gereken tek ölçü, Allah'ın bildirdikleridir. Bu nedenle biz, Peygamberimizin de kesinlikle dışına çıkmadığına emîn olduğumuz şu âyetleri ve içerdiği kuralları aktarmakla yetiniyoruz:
Ve Allah'ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah'ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir. [Nisâ/32]
Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir. [Nisâ/134]
15Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman boyun eğip teslimiyet göstererek yerlere kapanan ve Rablerinin övgüsüyle birlikte noksan sıfatlardan arındıran ve büyüklük taslamayan kimseler inanırlar.
16Onların yanları, yan gelip yattıkları yerlerden uzaklaşır; onlar keyfetmezler, onlar korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar/başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını temin ederler. (Secde/15, 16)
De ki: "Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O'na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O'na döneceksiniz." [A‘râf/29]
Ve en güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse O'nu onlarla çağırın. O'nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler. [A‘râf/180]
Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma! [A‘râf/205]
Ve kullarım sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca, yakaranın yakarışına cevap veririm. O hâlde rüşte ermeleri için, onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar. [Bakara/186]
Ya‘kûb dedi ki: "Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah'a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin, kesinlikle Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler toplumundan başkası Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez." (Yûsuf/86-87)
Ve sizin Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana kulluk etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir" dedi. [Mü’min/60]
Ve Zekeriyyâ; hani o, Rabbine: "Rabbim! Beni tek başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın" diye seslenmişti de Biz, o’nun için karşılık vermiştik. Ve kendisine Yahyâ'yı ihsan ettik. Ve o'nun için eşini düzelttik/doğum yapmaya elverişli hâle getirdik. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. [Enbiyâ/90]
Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Demişti ki: "Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, mutsuz olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, yakınlarımdan/amcaoğullarımdan endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Ya‘kûb ailesine de mirasçı olacak bir velî [yardımcı, koruyucu yakın kimse] bağışla. Rabbim, onu rızanı kazanan/herkesin hoşnut olacağı biri kıl!" [Meryem/3-6]
İlâhî ilkelere ilk teslim olan, onları ilk uygulayan, vahiy ile terbiyelenen Rasûlullah da muhataplarına, "Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [sesinizi yükseltmeyin]! Çünkü sizler sağırı ve gâibi [uzakta, sizden haberi olmayan birisini] çağırmıyorsunuz. Lakin sizler semî‘ ve basîr Allah'a dua ediyorsunuz!" demiş; secili, kafiyeli ve ısmarlama, basmakalıp dua etmeyi uygun görmemiştir.
Mealleri verilen âyetler göz önüne alındığında, duada olması gereken âdab ve kurallar şu şekilde sıralanabilir:
• Dua edilirken önce Allah üstün vasıflarıyla anılıp O'na hamd edilmeli, sonra kişisel istekler dile getirilmelidir. Fâtiha Sûresi’nde öğretilen dua buna en güzel örnektir.
• Dua, Allah'ın en güzel isimleriyle yapılmalıdır. Çünkü Rabbimiz, Ve en güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse O'nu onlarla çağırın (A‘râf/180) buyurarak Kendisine en güzel isimleriyle yakarmamızı istemiştir. Nitekim Şu‘arâ/78-82'ye bakıldığında, İbrâhîm peygamberin de Allah'a Esma-i Hüsna'sı ile hitap ederek yakardığı görülür:
İbrâhîm: "Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah'ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!" dedi. [Şu‘arâ/77-82]
• Dua, samimiyet içinde, umarak, korkarak ve ürpererek yapılmalıdır. Bu kuralın en iyi uygulanma zamanlarının, günlük gailelerden uzak bulunulan gece ve seher vakitleri olduğu kanaatindeyiz. Toplu olarak dua etmenin de samimiyet ve heyecan duygularını canlandırması bakımından etkili olacağını düşünüyoruz.
• Dua sadece dil ile değil, gönül ve tüm beden dilleriyle de yapılmalı, ama dualarda Allah'ın koyduğu hadler aşılmamalıdır. Çünkü Rabbimiz, haddi aşanları sevmediğini açık bir şekilde ifade etmiştir.
• Dua ederken edebiyat yapma gayretine girilmemeli, kafiyeli, secili ifadeler kullanılmamalı ve yapmacık tavırlardan kaçınılmalıdır.
• Dua, Allah tarafından kabul edileceğine kesinlikle inanılarak yapılmalıdır.
Duada kimsenin zararı istenmemeli, haksız ve yersiz isteklerde bulunulmamalıdır. Dua; Kur’ân'da yer almış, Allah'ın tasvip ettiği türden, yani günahların affı, kötülüklerin def’i ve örtülmesi, canın iman ile ve iyilerle beraber alınması, kıyâmet gününde rezil ve rüsvâ olmamak, hidâyet, tevbenin kabulü, hayırlı bir nesle sahip olmak, iyi ve güzel işler yapabilmek, cehennem azabından korunmak, ilim ve sağlık istemek için olmalıdır.
Dua âyetlerinde yer alan bu kurallar dikkate alındığında, camilerde, televizyon ve radyolarda, değişik törenlerde artistik gösteriler eşliğinde, âdeta Allah'a emirler yağdıran düzmecelerin dua olmadığı anlaşılmaktadır.
Tüm inananlara yönelik olan bu âyetlerde hem Yüce Allah'ın "rabb" sıfatı [programcılığı] ön plâna çıkarılmak sûretiyle dualarda bu özelliğin göz önünde bulundurulmasına işaret edilmiş, hem de inananlara dua adabı ve usûlü öğretilmiştir.
Duanın kabul edileninin gizli yapılanı olduğuna dair Kur’ân'da birçok örnek vardır.
DUADA HADDİ AŞMAK: Duada haddi aşmak, dua adabı çerçevesinde yapılmaması gereken bir davranıştır. Meselâ gayr-i meşru, gereksiz, anlamsız şeyler için dua etmek veya çalışıp çabalamadan yan gelip yatarak Allah'tan dilekte bulunmak, duada haddi aşmanın örneklerindendir. Bunlardan başka bir de bilmeden, bilinçsizce haddi aşma durumuna düşülen hâller vardır ki, bunlar, başkalarına ait kalıplarla, içeriğini anlamadığı dil ve sözcüklerle yapılan dualarda ortaya çıkmaktadır. Bizce insan duayı, dilinden ziyade, içinden, gönlünden etmelidir.
DÜZELTİLDİKTEN SONRA YERYÜZÜNDE FESAT ÇIKARMAK: Rabbimizin ifade ettiği gibi, gökler, yeryüzü ve en güzel bir biçimde yaratılmış olan insan da dâhil tüm varlıklar kusursuz bir düzende var edilmiştir:
10Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size geçimlikler sağladık; kendinize verilen nimetlerin karşılığını ne kadar da az ödüyorsunuz! [A‘râf/10]
36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır" dedik. [Bakara/36]
Rabbimizin, insanı bu durumdan kurtarmak için elçi gönderip kitap indirmesine rağmen, insanoğlu yeryüzünde doğayı kirletmiş, kan dökmüş, fesat ve kargaşa çıkarmıştır. Rabbimiz yine elçi gönderip kitap indirmiş ve bu sayede fesadın önüne geçilerek yeryüzü düzeltilmiştir. Bu âyette yeryüzü düzeltildikten sonra bozgunculuk yapmayın ifadesi ile verilen mesaj şudur: "Bundan sonra da Rabbinizin elçisine uyun, vahye kulak verin, yeryüzünde fesat çıkarmayın, kargaşa oluşturmayın, kendi aranızda düşmanlığa meydan vermeyin!"*
103 Namaz sözcüğü, Hindçe'den Farsça'ya, Farsça'dan da Selçuklular döneminde Türkçe'ye geçmiştir. Farsça'daki ilk anlamı, “ateş önünde saygıyla eğilmek”tir. Sanskritçe, “saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin Farsça'ya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “selam vermek” anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hind kültüründe de görülebileceği üzere “eğilerek” yapılan bir fiildir. Namaz sözcüğünün Farsça'daki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı, Arapça ve Kur’ân'da ed-du‘au bi't-tezarru [alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Âyetin orijinalindeki ًtezarru‘an ifadesi, d-r-a kökünden türemiş “tefe‘ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı, “zillet ve tevazu göstermek”tir Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” öğeliği itibariyle “zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir. Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere bu ibâdetin kurallaştırılacak bir şekli yoktur. Mü’min, Rabbine karşı zilletini gönlüne göre yapar. Namazda; rekat, kıbleye dönme, abdest alma, örtünme, belirli âyet ve duaları okuma vs. gibi herhangi bir koşul yoktur. Bunlar sonradan ihdas edilmiş şeylerdir. Kısacası namaz, “kalp ve kalıbın birlikte Allah'a niyazı”dır.
Âyetin orjinalinde yine vav bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemiş olup ezdâd'dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve “gizleyerek” demektir. Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır.
*İşte Kuran, Araf Suresi
Yorumlar -
Yorum Yaz