Kasem, Tîn Suresi 1-8
Kasem
Tîn Suresi 1-8
1-3.Ege bölgesi halkını, Akdeniz bölgesi halkını, Orta doğu halkını ve Arabistan halkını; dünyanın her yerindeki insanları kanıt gösteririm ki, 4-6.gerçekten Biz, insanı en güzel biçimde oluşturduk, sonra iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar hariç –çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var– onu alçakların en alçağına döndürdük.
7.Öyleyse, bundan sonra dini/ kıyâmet gününü sana ne yalanlatıyor?
8.Allah, hâkimlerin en hâkimi değil midir?
1-3.Ege bölgesi halkını, Akdeniz bölgesi halkını, Orta doğu halkını ve Arabistan halkını; dünyanın her yerindeki insanları kanıt gösteririm ki, 4-6.gerçekten Biz, insanı en güzel biçimde oluşturduk, sonra iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar hariç –çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var– onu alçakların en alçağına döndürdük.
1-3. Âyetteki sözcüklerin “hakikat” anlamları, “İncire, zeytine, Bereketli Dağ’a ve bu Güvenli Belde’ye kasem olsun ki” şeklinde olup biz mecâzî anlamlarını takdim ettik. Sûrede konu edilen bölgeler, Kur’ân’ın indiği dönemde ilk muhatap olan Arapların aşina olduğu bölgeler olup, kasıt ise, dünyanın her yerindeki insanlardır.
Yukarıdaki altı ayetten oluşan kasem cümlesinin “kasem bölümü”nü oluşturan 1-3. ayetlerde dört ayrı şeye kasem edilmek [dört şey kanıt gösterilmek] suretiyle insanların tümünün “ahsen-i takvim” üzerine yaratıldığı, insanların iman edenleri ve salihatı işleyenleri için kesintisiz bir ödülün var olduğu, iman edenler ve salihatı işleyenler dışında kalanların ise “ اسفل سافلين esfel-i safilin”e döndürüldüğü bildirilmiştir.
Her kasem cümlesinde olduğu gibi, burada da 4-6. ayetlerde ileri sürülen yargıya kanıt teşkil edecek şeylerin tam anlamıyla maksadı ifade eden, ciddî, somut; muhatapların gördüğü, bildiği şeyler olması gerekmektedir. Dolayısıyla kasem cümlesinin mesajını doğru anlayabilmek için önce 1-3. ayetlerdeki kanıtların iyi anlaşılması zorunludur:
Tin [İncir] ve Zeytin:
Herkesin bildiği iki meyve olan incir ve zeytin, burada insanın en güzel biçimde yaratıldığına ve sonra da alçakların en alçağına döndürüldüğüne kanıt olarak gösterilmiştir. Ne var ki, bu meyvelerin ileri sürülen yargıya sadece meyve olarak kanıt olamayacakları konusunda da yine herkes ittifak hâlindedir. Şu hâlde, öncelikle “incir” ve “zeytin” sözcükleri ile nelerin kastedilmiş olduğu anlaşılmalı, sonra da bu sözcüklerle kastedilen şeylerin 4 ve 5. ayetlerdeki yargıya nasıl kanıt olabileceği araştırılmalıdır.
Tefsircilerin bir kısmı “incir” ve “zeytin” sözcüklerinin bilinen sözlük anlamlarından yola çıkarak bunların cennet meyvesi olduklarını, dolayısıyla da kutsal olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu kişiler, Müminun suresinin 20. ayetindeki “Sina dağından çıkan, yiyenlere yağ ve çeşni veren bu ağaç gibi” ifadesini zeytin ağacının kutsallığına yormuşlar ve incir hakkında da “incir cennet meyvesidir”, “incir basur ve romatizmayı tedavi eder”, “incir ağız kokusunu giderir, saçları uzatır ve felci önler” gibi birçok rivayeti değerlendirmişlerdir.
Bu meyvelerin Akdeniz havzası ve Ortadoğu bölgesinde yetişen iki önemli ticaret malı olmaları sebebiyle üzerlerine yemin edildiğini ileri sürenler olduğu gibi, incir ve zeytinin Leyl suresindeki “erkek ve dişiyi yaratan şey”den, yani zeytinin dişi yumurtasından, incirin de erkek menisinden kinaye olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Bu konuda da boş durmayan rivayetçilerden bir kısmı, “tin”den kasıt Şam, “zeytin”den kasıt da Kudüs’tür derken, bir kısmı da “tin”den kasıt Nuh’un Cudi dağı üzerine yaptığı mescit, “zeytin”den kasıt da Kudüs’tür demiştir.
...
Bizim yaklaşımımız, öncelikle kasem cümlesinin öğelerinin parçalanmadan, bir bütün olarak ele alınması yönündedir. “İncir” ve “zeytin” kesinlikle kasemin dışındaki öğeler olarak düşünülmemeli, kasemden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışılmamalıdır. Aksine, “incir” ve “zeytin” hakkındaki değerlendirme, bu sözcüklerin içinde yer aldığı cümlenin yapısı incelenerek paragrafın temasından çıkartılacak ipuçlarına göre yapılmalıdır.
Buna göre birinci ipucu, sözcüklerin cümle içindeki kullanılış tarzından elde edilmektedir: Sözcükler cümlede muarref [belirgin] olarak kullanılmıştır. Bu durumda, “incir” ve “zeytin” sözcüklerinin birer “cins ismi” olarak değerlendirilip genel anlamlarıyla anlaşılması isabetli olmamaktadır.
İkinci ipucu ise 1-6. ayetlerden oluşan paragrafın anlamından elde edilmektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, 1-6. ayetlerden oluşan paragraf bir kasem cümlesidir ve 1-3. ayetlerde sayılanlar, 4-6. ayetlerdeki yargının kanıtlarıdır. Ancak, kanıt olarak gösterilenlerin ikisi yer [mahal, bölge] olup diğer ikisi “incir” ve “zeytin”dir. “İncir” ve “zeytin”in meyve olarak 4-6. ayetlerdeki yargının kanıtları olmasının mantığı bulunmadığına ve sözcükler cümlede muarref olarak yer aldıkları için zaten meyve olarak değerlendirilemeyeceklerine göre, diğer kanıtların birer yer gösterdiği dikkate alınarak “incir” ve “zeytin” sözcükleri ile de bir yerin kastedilmiş olabileceğinin düşünülmesi gerekir. Bu ihtimal, Arap geleneklerine de en uygun ihtimaldir. Çünkü Araplar bir şehri, o şehrin en ünlü kişisinin [genellikle kurucusunun] adıyla adlandırdıkları gibi, bölge isimlerini de o topraklarda yetişen bitki adlarıyla adlandırmışlardır. Dolayısıyla bize göre “incir” ve “zeytin” den kasıt, bu meyvelerin yetiştiği bölgelerdir; ki, bu bölgeler Filistin ve Suriye’dir. İbni Teymiye, İbni Kayyım, Zemahşeri ve Alusi de aynı görüştedir. Ayrıca meyvelerin anavatanı ve ilk yayıldığı bölge olarak doğu Akdeniz ve Suriye’yi gösteren Ana Britannica Ansiklopedisi de bu görüşü desteklemektedir.
“Eski çağlar boyunca Ege Denizi ve Doğu Akdeniz çevresindeki bölgelere yayılan inciri “Bazı kaynaklarda anayurdunun Anadolu’nun güney kesimi ve Suriye olduğu ileri sürülen bu bitki [zeytin] …”[1]
Tur-i Sînîn
“الطّور Et-tûr” sözcüğünün aslı “temel” demektir. Araplar evin temeline “طور الدّار tavaru’d-dar” demektedirler. Ancak bu sözcük, evin üzerine yapıldığı ilk temeli kapsadığı gibi, apartman katlarından her birinin başlangıcı anlamındaki ara temeli [tavr] de kapsar. Nitekim Türkçede “kademe”, “aşama” sözcükleriyle ifade edilen “طور tavr” sözcüğü, Nuh suresinin 14. ayetinde “وقد خلقناكم اطوارا ve kad haleknaküm etvara [sizi aşama aşama yarattık]” ifadesinde de bu anlamda kullanılmıştır.
“Temel” anlamı ekseninde “kaya” ve “ağaç” için kullanılan “tur” sözcüğü, daha sonra “dağ” anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu anlamıyla daha meşhur olmuştur. Sözcüğün bu yöndeki gelişimine uygun olarak araştırmacıların bir kısmı “tur” sözcüğünün genel anlamda “dağ” demek olduğunu söylemişler, bir kısmı ise Musa peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gerçekten de “tur” sözcüğü, Kur’an’da yer aldığı ayetlerde Musa peygamberin vahiy aldığı özel dağın adı olarak kullanılmıştır (Bakara 63, 93, Nisa 154, Meryem 52, Ta Ha 80, Müminun 20, Kasas 29, 46, Tur 1, Tin 2).
Bizim görüşümüze göre de Musa peygambere Allah tarafından ilk hitabın yapıldığı dağın adı olan “Tûr” sözcüğü, “Sina, Sena” gibi sözcüklerle birleştirildiğinde “Sina Dağı” anlamına gelmektedir.
Güvenli Belde
Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, “Güvenli Belde”nin Mekke şehri olduğu hakkında tam bir görüş birliği vardır.
Çünkü kan dökülmesi yasaklanmış olan Mekke’nin “Güvenli Kent” olduğu Kur’an ayetleri tarafından açıkça belirtilmektedir:
125.Ve Biz, bir zaman bu Beyt’i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/ dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm’in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl’e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah’ı birleyenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. (Bakara/ 125)
57.Ve onlar; “Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke’ye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas/ 57)
67.Yoksa kıyılarında insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen Mekke’yi, güvenli, dokunulmaz yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetine iyilikbilmezlik mi ediyorlar? (Ankebut/ 67)
Ayrıca, Enfal suresinin 33. ayetinden de, peygamberimizin içinde yaşadığı dönemde Mekke’nin “güvenli kent” olduğu anlaşılmaktadır.
Dört Kasem Maddesinin Birleşimi
“İncir” ve “zeytin”in “Sina dağı” ve “güvenli kent” gibi yer veya bölge bildiren semboller olduğu, bu bölgelerin de incir ve zeytin meyvelerinin yetiştiği Filistin ve Suriye olduğu yönündeki kabuller neticesinde, bu dört yerin insanın en güzel biçimde yaratılmasının ve sonra da alçakların en alçağına döndürülmesinin kanıtı olması gerekmektedir. Ancak kasem cümlesinin yargısı ile bu yargının kanıtları arasında olması lâzım gelen mantıklı ilişki görünürde bulunmamakta, yargı ile kanıtlar birbirlerine uzak görünmektedir. Yargı, açık ve net olarak anlaşıldığına göre, bu durumda yapılacak şey, kanıtların başka anlama gelip gelmediğini araştırmaktır.
Bu amaçla, birer yer bildiren bu sözcüklerin başka ne anlamlara gelebileceği düşünüldüğünde, akla ilk olarak bu sözcüklerin mecaz manalarına uzanmak gelmektedir. Gerçekten de burada tüm dünya edebiyatlarında çok yaygın kullanılan bir sanat; “Mahalliyet Mecaz-i Mürseli” söz konusudur. Kur’an’da yüzlerce örneği olan bu sanata göre “mahal zikredilmekte ama aslında o mahalde yaşayanlar kastedilmektedir. Meselâ Yusuf suresinin 82. ayetinde “واسئل القرية ves’eli’l-garyete [o kente sor]” ifadesinde “kent” zikredilmiş ama “kentin insanları” kastedilmiştir.
Buna göre, konumuz olan ayetlerde de yer [mahal] ismi zikredilmiştir ama kastedilen o yerler değil, o yerlerde yaşayan insanlar, oralara gönderilen peygamberler ve oralarda indirilen vahiylerdir. Zaten Kur’an’da adı geçen peygamberlerin birçoğu [İbrahim peygamber, oğlu İsmail (as), İshak (as), torunu Yakup (as), Yusuf (as), Musa (as), Harun (as), Davud (as), Süleyman (as), İsa (as) ve Muhammed (as)] o bölgelerde yaşamışlardır. Ayrıca bu peygamberler vahiyle bu yörelerde muhatap olmuşlar; çevrelerindeki “inanarak ve salihatı işleyerek a’lâ-yı ıllıyyine [yüksek erdemlere, dolayısıyla da cennetlere] ulaşan kimseler” ile “vahye yüz dönerek esfel-i safiline [en aşağılık, en rezil konumlara, dolayısıyla cehenneme] yuvarlanan kimseler de yine o yörelerde yaşamışlardır.
Ahsen-i Takvim:
“التّقويم Takvim” sözcüğü; “düzeltme, doğrultma, kıvamına koyma” demektir. “Ahsen-i takvim” tamlaması da “en güzel doğrultuda, en uygun kıvamda” anlamına gelir. İnsanın “ahsen-i takvim” üzerine yaratılması sözünden “insanın gerek fizikî yapısı, gerekse zihinsel fonksiyonları itibariyle en güzel ve en mükemmel şekilde yaratıldığı” anlaşılmalıdır. Gerçekten de insan, boyu bosu, vücut organlarının yerleri, kendisini koruyacak fiziksel yetenekleri, doğruları bulacak akıl, fikir, izan, idrak, vicdan, merhamet, bellek, dikkat gibi zihinsel donanımları ile en güzel, en mükemmel bir yapıda yaratılmıştır. Bu yapının eksiği, kusuru yoktur. Bugüne kadar kimse vücudumuzdaki organların işlevleri ve yerleri konusunda daha değişik işlev ve yer önerme cüretinde bulunamamıştır. Kısacası insan, fiziksel ve zihinsel yapısıyla “ahsen-i takvim [en güzel şekil, kendisinden daha güzeli bulunmayan bir şekil]” üzerine yaratılmıştır.
Esfel-i Safilin
Bu tamlama hem mekân zarfı hem de sıfat olarak kullanıldığı için, Türkçeye en uygun ifadeyle “alçakların en alçağı” şeklinde çevrilebilir. Çünkü “alçak” sözcüğü, hem sıfat olarak imansız insanın bir niteliğini dile getirmekte, hem de mekân zarfı olarak bir mekânın en altı anlamına gelmektedir.[2]
Eski tefsircilerin bir kısmı bu tamlamayı “cehennem” olarak anlamışlardır. Ne var ki, tamlamanın kasem cümlesinin içinde yer alması, kasem cümlesindeki tez ve kanıtların da bu dünyaya ait olması gerektiği gibi nedenlerle “esfel-i safilin” ifadesinin cehennemdeki ileri derecedeki rezillik olarak anlaşılması isabetli olmaz.
İşte Kur'an
Yorumlar -
Yorum Yaz