Hatalı Çevrilen Ayetler
90Ahzab Suresi 72
Hatalı Çeviri:
72. Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.
Doğru Çeviri:
72Şüphesiz Biz, emaneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklerin, yerin ve dağların üzerine yaydık, yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya/gizlemeye, tanımaz hale getirme, gözden düşürmeye yanaşmadılar, bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp götürülmesinden, tanınmaz hale getirilmesinden korktular. Ve onu insan taşıdı/ gizledi, tanınmaz hale getirdi, gözden düşürdü [ona ihanet etti]. Şüphesiz insan, çok yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan ve çok cahildir.
Bu âyette tüm insanlığa, haber cümlesi ile çok önemli bir uyarı yapılmaktadır: Allah; yeri, gökleri ve dağları bir düzen, bir nizam ve intizam içinde yaratmış; onlar da bu düzenlerini bozamamışlardır. Evrendeki düzeni, çok câhil ve zâlim olduğundan insan bozmuştur.
Bu âyet de, rivâyetlerin etkisiyle maalesef gerçek anlamının ve verdiği mesajın dışına taşınarak, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle getirilmiştir. Gerekli tahlillerden önce bu konuyla ilgili nakilleri zikrediyoruz:
Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdillah şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize İsmâîl b. Nasr anlattı, o Sâlih b. Abdullah'tan, o Muhammed b. Yezîd b. Cevher'den, o ed-Dahhâk'tan, o da İbn Abbâs'dan rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: Yüce Allah, Âdem'e, "Ey Âdem!" dedi, "Şüphesiz ki Ben emâneti göklere ve yere teklif ettim. Onlar buna güç yetiremediler. Sen içindeki muhtevası ile birlikte onu yüklenir misin?" Âdem, "İçinde neler var yâ Rabbi?" dedi. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Eğer sen bunu yüklenirsen, ecir alırsın. Buna riâyet etmezsen, azab edilirsin." O da içindekilerle birlikte onu yüklendi. Ancak cennette sadece ilk namaz ile ikindi namazı arası kadar bir süre kaldı, sonra da şeytan onun oradan çıkmasına sebep oldu.
Buna göre emânet, yüce Allah'ın kullarına emânet olarak verdiği farzlardır. Bunların bazılarının tafsilatı hususunda görüş ayrılıkları vardır. İbn Mes‘ûd dedi ki: "Bu buyruk, emânet olarak bırakılan şeyler ve benzeri mal emânetleri hakkındadır." Yine ondan, "Bütün farzlardır, bunların en ağırı ise, mal emânetidir" dediği de rivâyet edilmiştir.
Ubey b. Ka‘b dedi ki: "Kadına ferci [namus ve iffeti] hususunda güvenilmesi, emânetin bir kısmını teşkil eder."
Ebu'd-Derdâ da şöyle demiştir: "Cünüblükten yıkanmak bir emânettir. Şanı yüce Allah, dininden, ondan başkası hususunda Âdemoğlu'na güven duymamıştır." Merfû bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Emânet namazdır; istersen ‘Namaz kıldım’ dersin, istersen ‘Namaz kılmadım’ dersin. Oruç ve cünüblükten yıkanmak da böyledir."
Abdullah b. Amr b. el-Âs dedi ki: Yüce Allah'ın insandan ilk yarattığı şey, onun fercidir. Yüce Allah, "Bu Benim sana bıraktığım bir emânettir, sakın onu hakktan başkasına katma, karıştırma. Eğer sen onu koruyacak olursan, Ben de seni korurum" buyurdu. Buna göre ferc bir emânettir, kulak bir emânettir, göz bir emânettir, dil bir emânettir, karın bir emânettir, el bir emânettir, ayak bir emânettir. Esasen emâneti olmayanın imanı da yoktur.
es-Süddî dedi ki: Buradaki emânetten kasıt, Âdem'in oğlu Kâbil'e, diğer oğlu ve aile halkı hakkında duyduğu güvendir. Buna karşılık Kâbil'in kardeşini öldürmek sûretiyle ona hâinlik etmesidir. Çünkü yüce Allah ona, "Ey Âdem!" demişti, "Benim yeryüzünde bir Evimin olduğunu biliyor musun?" Âdem, "Hayır Allahım" demişti. Yüce Allah şöyle buyurmuştu: "Benim Mekke'de bir Evim var, ona git." Bunun üzerine Âdem semaya, "Emânet olarak oğlumu koru" demişti, sema kabul etmemişti. Yere, "Emânet olarak oğlumu koru" demiş, yer de kabul etmemişti. Dağlara da aynı şeyi söylemiş, dağlar da kabul etmemişti. Bu sefer Kâbil'e, "Emânet olarak oğlumu koru" demiş, o da, "Olur. Git ve gel oğlunu seni memnun edecek bir şekilde bulacaksın" demiş, fakat geri döndüğünde kardeşini öldürmüş olduğunu görmüştü. İşte şanı yüce Allah'ın, Biz emâneti göklerle yere ve dağlara arzettik de onlar onu yüklenmek istemediler... âyetinde kastedilen budur.
Ma‘mer'in, el-Hasen'den rivâyet ettiğine göre emânet göklere, yere ve dağlara teklif edildiğinde onlar, "Emânette [muhtevasında] ne var?" diye sormuşlardı. Onlara, "İyilik yaparsan mükâfat görürsün, kötülük yaparsan cezalandırılırsın" denildi. Bunun üzerine onlar, "Hayır (kabul etmiyoruz)" dediler.
Mücâhid dedi ki: Yüce Allah Âdem'i yaratınca ona emâneti teklif etti, o, "Emânet nedir?" diye sordu. Yüce Allah şu cevabı verdi: "Eğer iyilikte bulunursan sana mükâfat veririm, eğer kötülük yaparsan seni azaplandırırım." Bunun üzerine Âdem, "Ben de onu yüklendim Rabbim" diye cevap verdi.
Mücâhid dedi ki: "Onun bu emâneti yüklenmesi ile cennetten çıkartılması arasında geçen süre, sadece öğle ile ikindi namazı arası kadar idi."
Ali b. Talha'nın, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre o yüce Allah'ın, Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik de... âyeti hakkında şöyle demiştir: "Emânet'ten kasıt farzlardır. Yüce Allah, bunu göklere, yere ve dağlara teklif etti. Eğer eksiksiz olarak emânetin gereğini yerine getirirlerse onları mükâfâtlandıracağını, onu zayi edecek olurlarsa azaplandıracağını söyledi. Bu işten hoşlanmadılar ve çekindiler, ancak bu bir masiyet kastıyla değil, gereğini yerine getiremeyecekleri korkusuyla yüce Allah'ın dinini tazim ettiklerinden böyle tavır takınmışlardı. Daha sonra yüce Allah, bu emâneti Âdem'e teklif etti, o da içindekilerle beraber kabul etti."
en-Nehhas dedi ki: "Tefsir âlimlerinin kabul ettiği görüş budur."
Bir diğer açıklama da şöyledir: "Âdem'in (a.s) vefatı yaklaştığında, emâneti mahlukata teklif etmesi emrolundu. O da bu emâneti almaları için teklifte bulundu, fakat çocuklarından başka kimse onu kabul etmedi."
Yine denildiğine göre; bu emânet, yüce Allah'ın göklere, yere, dağlara ve mahlukata tevdi etmiş olduğu rubûbiyyetine dair delilleri ortaya çıkarmalarıdır. Onlar da bu delilleri açıkça ortaya koydular, ancak insan bu delilleri gizledi ve inkâr etti. Bu açıklamayı da bazı mütekellimler yapmışlardır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]
Bu kimsenin sözünü ettiklerinin aksini ortaya koyan rivâyetlere gelince: Bana babam –Allah'ın rahmeti üzerine olsun– anlattı, dedi ki: Bize el-Fayd b. el-Fadl el-Kûfî anlattı, dedi ki: Bize es-Serrî b. İsmâîl anlattı. es-Serrî, Âmir eş-Şa‘bî'den, o Mesruk'tan, o Abdullah b. Mes‘ûd'dan dedi ki: Yüce Allah emâneti yarattığında ona kaya gibi temsîlî bir sûret verdi. Sonra bunu dilediği bir yere bıraktı, sonra bunu yüklenmek üzere gökleri, yeri ve dağları çağırdı, onlara, "Bu emânettir, bunun (yerine getirilmesi hâlinde) sevabı, (getirilmemesi hâlinde) cezası vardır" dedi. Bunlar, "Rabbimiz!" dediler, "Bizim buna gücümüz yetmez." İnsan ise, davet olunmadan geliverdi ve göklere, yere ve dağlara, "Sizin üstünüzde ne var?" diye sordu, onlar şöyle dediler: "Rabbimiz bizleri şunu taşımak üzere çağırdı, biz ise bundan çekindik ve buna güç yetiremedik." Bu sefer onu eliyle hareket ettirdi ve şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, bunu taşımak istesem taşıyabilirim" deyip dizlerine varıncaya kadar o emâneti kaldırdı, sonra yerine bırakıp şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, daha da taşımak istesem daha yukarıya kaldırabilirim." Bu sefer onlar, "Haydi taşı bakalım" dediler. Onu taşıdı ve göğüs hizasına getirinceye kadar kaldırdı, sonra onu yerine koydu. Yine, "Allah'a yemin ederim ki, daha yukarı kaldırmak isteseydim kaldırabilirdim" dedi. Onlar yine, "Haydi kaldır" dediler. O da onu kaldırdı ve omuzunun üstüne koydu. Yerine bırakmak isteyince, onlar, "Olduğun yerde dur" dediler, "çünkü bu emânettir. Bunun sevabı da vardır, cezası da vardır. Rabbimiz bize onu taşımamızı emretti, biz ondan çekindik. Sense bunu taşıman için çağırılmadığın hâlde geldin, onu taşıdın. Artık bu, kıyâmet gününe kadar senin ve senin zürriyetinden geleceklerin boynunda kalmıştır. Çünkü sen çok zâlim ve çok câhilsin." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]
Âyette geçen, "emânet"le ilgili pek çok görüş vardır. Kimileri, "Bu, mükellefiyettir. Buna, kusur eden kimsenin, tazminde bulunması [kusurunu telâfi etmesi] gerektiği ve hakkıyla yerine getirene de ikramda bulunmak gerektiği için, emânet denilmiştir" derken, kimileri de, emânet kişinin "lâ ilâhe illâllâh" demesidir" demişlerdir. Bu ikincisi, akıldan uzak bir görüştür. Çünkü gökler, yer ve dağlar, lisân-ı hâlleriyle zaten Allah'ın bir olduğunu, Allah'tan başka ilâh olmadığını söylemektedirler. Yine kimileri, "Bu emânet ile, uzuvlar kastedilmiştir. Meselâ göz bir emânettir, muhafaza edilmesi gerekir. Kulak da, el de, ayak da, dil de, kişinin avret mahalli de böyledir" derken; kimileri de, "marifetullah [Allah'ı bilme] ile onun kapsamına giren her şeydir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]
Dikkat edilirse, bu nakillerde ve gelenekçi anlayışta âyette geçen emânet sözcüğü, Türkçe'deki "korunmak üzere bir yere bırakılan nesne" anlamında; arz sözcüğü de "göstermek, sunmak, teklif etmek, istem" anlamında ele alınmaktadır. Âyetin gerçek anlamını tesbit etmek için sözcüklerin tahlil edilmesi gerekir:
العرض [‘ARZ]
العرض[‘arz], tul'un [uzunluğun] karşıtı olup "en" demektir. [Lisânu'l-Arab, "Arz" mad.] Bu sözcüğün fiil olarak anlamı, "enleştirme; yayma, yaygınlaştırma"dır.
EMÂNET
الأمانة[emânet], الأمنة [emenet], hıyânet'in karşıtıdır. Hıyânet'in aslı, "noksanlaştırmak, tefrit"tir [kusurlaştırma, zayi etmedir]. Kendine bırakılan bir şeyi noksanlaştıran kişiye, "hâin" denir. [Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs; "Emn" ve "Havn" mad.]
Bu tanıma göre emânet sözcüğünün esas anlamı, "bütünlük, kusursuzluk, mükemmellik"tir. "Korunmak üzere bir yere bırakılan nesne" anlamında kullanılmasının nedeni de, "tevdi edilen şeyin mükemmelliği"dir.
Konumuz olan âyetteki emânet sözcüğü, terim değil, lügat anlamıyla ele alınmalıdır. Bu durumda Allah; göklere, yeryüzüne ve dağlara mükemmelliği, kusursuzluğu, düzen ve intizamı yaymış-yaygınlaştırmıştır. Doğadaki hiç bir varlık bu mükemmelliğe ihânet etmemiş ve bunu bozmamıştır. Ama çok câhil ve çok zâlim insan bunu bozmuş, kusurlu hâle getirmiştir.
Âyeti doğru anlayabilmek için, âyet metninde geçen " يحملنyahmilne" ve " حملhamele" fiilleri üzerinde de durmak gerekir. Elimizdeki mushafta bu fiiller "yüklenip taşıma" anlamına gelecek şekilde " حha" harfi ile okunmaktadır. Ne var ki ilk noktasız olan Arapça yazılar, daha sonra noktalandığı için bu âyette yapılan noktalamaların üzerinde de durulabilir. Mushafta noktalama yapan kişi [Hicrî 65 tarihinde Abdulmelik b. Mervan (v.86/705) zamanında Ebu Esved ed-Düelî (v.68/688) halifenin emriyle Kur’ân-ı Kerime ilk olarak noktalama işaretlerini koymuştur.] " حha" harfini noktalayıp " خhı" harfi yapması gerekirken kendi inancı ve anlayışı çerçevesinde " حha" olarak bırakmış da olabilir. Eğer " حha" harfine nokta konup da " خhı" harfi yapılsaydı sözcük, "gizleme, tanınmaz hale getirme, gözden düşürme, işe yaramaz hale getirme" [Lisanü’l Arab, Tacü’l Arus; hml ح-خmad] anlamında olacaktı. Sözcüğün " خhı" harfiyle okunması âyetin siyak ve sibakıyla daha da uyumlu olacaktı. Biz sözcüğü her iki şekle göre de meallendirmiş bulunuyoruz.
Bu âyetin mesajı, Rûm/41'de farklı bir üslup ile yer almış ve orada şu açıklamayı yapmıştık:
41İnsanlar dönerler diye; kendilerinin elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde kargaşa ortaya çıktı. [Rûm/41]
Bu âyette, yaptıkları yanlışlar yüzünden hatalarının bir kısmının cezasını insanlara tattırmak için yeryüzünde kargaşa; bozulmalar oluştuğu bildirilerek, onlardan akıllarını başlarına almaları, yaptıkları işlerle karada ve denizde fesat çıkarmamaları/doğadaki dengeyi bozmamaları istenmektedir. İleride bu mesaj farklı bir üslup ile de gelecektir.
72Şüphesiz Biz, emaneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklerin, yerin ve dağların üzerine yaydık, yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp götürülmesinden korktular. Ve onu insan taşıdı [onu aldı götürdü, ona ihanet etti]. Şüphesiz insan, çok yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan ve çok cahildir. [Ahzâb/72]
168Ve onları yeryüzünde birçok önderli toplumlara ayırdık. Onlardan bir kısmı düzgün kimselerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve Biz, onları dönsünler diye iyiliklerle ve kötülüklerle sınama yaptık. [A‘râf/168]
Burada konu edilen fesat, doğal dengenin bozulmasıdır. Yani, mevsimlerin bozulması, yağışların azalması veya çoğalması, bitkilerin verimsizleşmesi, suların kirlenmesi, buna bağlı olarak suda yaşayan canlıların yok olması, atmosferin bozulması, ozon tabakasının delinmesi, yüksek radyasyonun neden olduğu kanser ve benzeri hastalıkların çoğalması... tüm bunların sonucunda da yeryüzünde sıkıntılı bir hayatın meydana gelmesidir.
Şu bir gerçek ki, hazza dayalı bir üretim ve tüketim perspektifi yüzünden insanoğlu kontrolsüz bir teknolojik gelişmeyle doğadaki dengeyi hızla bozmaktadır. Bunun sonucu olarak temiz su kaynakları, temiz hava, doğal ve sağlıklı yiyecek temini her geçen gün biraz daha zorlaşmaktadır. Bu zorlukların oluşturduğu biyolojik ve psikolojik komplikasyonların insan sağlığını ciddi bir şekilde tehdit ettiği bilimsel çalışmalarla da teyit edilmiştir. Bugün bu tehlikeli süreç bütün devletler tarafından algılanmakla beraber, olumsuz sonuçlarının giderilmesi hususunda uluslararası irade henüz yeterince güçlü değildir.
BM şemsiyesi altında yapılan ve Kloro Floro Karbon gazlarının atmosfere salınımı konusunda sınırlamalar getiren Kyoto Protokolü, ancak 2005 yılında imzalanabilmiştir. Bu ve benzer antlaşmalarla çevrenin insan ve diğer canlıların sağlığına yeniden uygun hâle getirilmesi çabalarına ağırlık verilmeli ve Allah'ın doğaya koyduğu ekolojik denge yeniden sağlanmalıdır. Aksi hâlde insanlık daha büyük felaketlerle karşılaşacak ve bu felaketler tadımlık olmayacaktır. [Tebyînu'l-Kur’ân]
Ekolojik denge ve bu dengenin korunmasına yönelik son zamanlarda bir hayli bilimsel çalışma yapılmakta ve birtakım tedbirler alınmaktadır. Okurların bu konuyu detaylı olarak bilimsel verilerden okumasını ve takip etmesini öneriyoruz.*
*İşte Kuran, Ahzab Suresi