28Tin Suresi 1-8
Hatalı Çevriler Ayetler
28Tin suresi 1-8
Hatalı çeviri:
1, 2, 3, 4, 5. İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.
6. Fakat iman edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.
7. Artık bundan sonra, ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir?
8. Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?
Doğru Çeviri:
1-Akdeniz bölgesi halkını, Orta doğu halkını ve Arabistan halkını; 3Güzel, mübarek Güneydoğu Toros Dağlarının halkını, dünyanın her yerindeki insanları65 kanıt gösteririm ki, 4-6gerçekten Biz; insanı, kainatın oluşum evrelerinin en uygun zaman diliminde oluşturduk. Sonra iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar hariç –çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var– onu alçakların en alçağına döndürdük.
7Öyleyse, bundan sonra dini/ kıyâmet gününü sana ne yalanlatıyor?
8Allah, hâkimlerin en hâkimi değil midir?
Not: Tur-u Siyna ile ilgili açıklama Tebyiün’l Kur’ân’dadır.
1-Akdeniz bölgesi halkını, Orta doğu halkını ve Arabistan halkını; 3Güzel, mübarek Güneydoğu Toros Dağlarının halkını, dünyanın her yerindeki insanları kanıt gösteririm ki, 4-6gerçekten Biz; insanı, kainatın oluşum evrelerinin en uygun zaman diliminde oluşturduk. Sonra iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar hariç –çünkü onlar için kesintisiz bir ödül var– onu alçakların en alçağına döndürdük.
1-3. âyetteki sözcüklerin "hakikat" anlamları, "İncire, zeytine, Bereketli Dağ'a; GÜNEY Doğu Toros Dağlarına ve bu Güvenli Belde'ye kasem olsun ki" şeklinde olup biz mecâzî anlamlarını takdim ettik. Sûrede konu edilen bölgeler, Kur’ân'ın indiği dönemde ilk muhatap olan Arapların aşina olduğu bölgeler olup, kasıt ise, dünyanın her yerindeki insanlardır.
Yukarıdaki altı ayetten oluşan kasem cümlesinin "kasem bölümü"nü oluşturan 1-3. ayetlerde dört ayrı şeye kasem edilmek [dört şey kanıt gösterilmek] suretiyle insanların tümünün "ahsen-i takvim" üzerine yaratıldığı, insanların iman edenleri ve salihatı işleyenleri için kesintisiz bir ödülün var olduğu, iman edenler ve salihatı işleyenler dışında kalanların ise "اسفل سافلين esfel-i safilin"e döndürüldüğü bildirilmiştir.
Her kasem cümlesinde olduğu gibi, burada da 4-6. ayetlerde ileri sürülen yargıya kanıt teşkil edecek şeylerin tam anlamıyla maksadı ifade eden, ciddî, somut; muhatapların gördüğü, bildiği şeyler olması gerekmektedir. Dolayısıyla kasem cümlesinin mesajını doğru anlayabilmek için önce 1-3. ayetlerdeki kanıtların iyi anlaşılması zorunludur:
Tin [İncir] ve Zeytin
Herkesin bildiği iki meyve olan incir ve zeytin, burada insanın en güzel biçimde yaratıldığına ve sonra da alçakların en alçağına döndürüldüğüne kanıt olarak gösterilmiştir. Ne var ki, bu meyvelerin ileri sürülen yargıya sadece meyve olarak kanıt olamayacakları konusunda da yine herkes ittifak hâlindedir. Şu hâlde, öncelikle "incir" ve "zeytin" sözcükleri ile nelerin kastedilmiş olduğu anlaşılmalı, sonra da bu sözcüklerle kastedilen şeylerin 4 ve 5. ayetlerdeki yargıya nasıl kanıt olabileceği araştırılmalıdır.
Tefsircilerin bir kısmı "incir" ve "zeytin" sözcüklerinin bilinen sözlük anlamlarından yola çıkarak bunların cennet meyvesi olduklarını, dolayısıyla da kutsal olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu kişiler, Müminun suresinin 20. ayetindeki "Sina dağından çıkan, yiyenlere yağ ve çeşni veren bu ağaç gibi" ifadesini zeytin ağacının kutsallığına yormuşlar ve incir hakkında da "incir cennet meyvesidir", "incir basur ve romatizmayı tedavi eder", "incir ağız kokusunu giderir, saçları uzatır ve felci önler" gibi birçok rivayeti değerlendirmişlerdir.
Bu meyvelerin Akdeniz havzası ve Ortadoğu bölgesinde yetişen iki önemli ticaret malı olmaları sebebiyle üzerlerine yemin edildiğini ileri sürenler olduğu gibi, incir ve zeytinin Leyl suresindeki "erkek ve dişiyi yaratan şey"den, yani zeytinin dişi yumurtasından, incirin de erkek menisinden kinaye olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Bu konuda da boş durmayan rivayetçilerden bir kısmı, "tin"den kasıt Şam, "zeytin"den kasıt da Kudüs’tür derken, bir kısmı da "tin"den kasıt Nuh’un Cudi dağı üzerine yaptığı mescit, "zeytin"den kasıt da Kudüs’tür demiştir.
Tasavvufçular ise bu iki meyvenin zahir [görünen] özelliklerinden yola çıkarak batında [görünmeyen iç boyutta] taşıdığını ileri sürdükleri bazı anlamlar oluşturma yoluna gitmişlerdir. Tasavvuf literatüründe incir ve zeytinin konumuna ilişkin bazı değerlendirmeler aşağıdadır:
"İncir çok çekirdekli, zeytin tek çekirdeklidir. İncir kesret [çokluk âlemine] işaret ediyor. Tek meyvede yüzlerce çekirdek barındırıyor. Zeytin ise tek çekirdeklidir. Zeytin bu hâliyle ilk plânda Vahdet Âlemini [Teklik-Tevhit Boyutunu] çağrıştırıyor."
"İncirin kullanımı ve fayda alanı dardır. Zeytinden çok yönlü istifade edilir: Sofrada gıda olur. Yemeklere yağ olur. Hatta sabun olur da insanı ve eşyayı temizler. İncirin meyve ve tatlı olmasının dışında çok boyutlu bir kullanımı yoktur. Kesrette hakikatten alacağınız çok bir şey yoktur. Tek boyutta kalır, dar bir pencereden bakarsınız."
"İncirden yedikleri için Âdem ve Havva dünya boyutuna düştüler. Kesret boyutu, en alt boyuttur. Kesret, cennet yaşamından uzaklaşmak demektir. Kesret, aşağıların aşağısıdır."
"Zeytin önce yeşildir. Yeşil Rızanın, Nübüvvet kemâlâtın rengidir. Sonra kızaracak, aşkın rengi, sonra da hiçliğin rengi siyah... İncir kesret sembolü... İncir ilk günahı, ilk düşüşü çağrıştırıyor."
"Zeytin Vahdet sembolü... Varılacak bir hedefin timsali... İncir, tek düze, ikilemli bir yaşam... Zeytin, aşamalı bir eğitimin, tedrici gelişimin simgesi..."
Bizim yaklaşımımız, öncelikle kasem cümlesinin öğelerinin parçalanmadan, bir bütün olarak ele alınması yönündedir. "İncir" ve "zeytin" kesinlikle kasemin dışındaki öğeler olarak düşünülmemeli, kasemden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışılmamalıdır. Aksine, "incir" ve "zeytin" hakkındaki değerlendirme, bu sözcüklerin içinde yer aldığı cümlenin yapısı incelenerek paragrafın temasından çıkartılacak ipuçlarına göre yapılmalıdır.
Buna göre birinci ipucu, sözcüklerin cümle içindeki kullanılış tarzından elde edilmektedir: Sözcükler cümlede muarref [belirgin] olarak kullanılmıştır. Bu durumda, "incir" ve "zeytin" sözcüklerinin birer "cins ismi" olarak değerlendirilip genel anlamlarıyla anlaşılması isabetli olmamaktadır.
İkinci ipucu ise 1-6. ayetlerden oluşan paragrafın anlamından elde edilmektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, 1-6. ayetlerden oluşan paragraf bir kasem cümlesidir ve 1-3. ayetlerde sayılanlar, 4-6. ayetlerdeki yargının kanıtlarıdır. Ancak, kanıt olarak gösterilenlerin ikisi yer [mahal, bölge] olup diğer ikisi "incir" ve "zeytin"dir. "İncir" ve "zeytin"in meyve olarak 4-6. ayetlerdeki yargının kanıtları olmasının mantığı bulunmadığına ve sözcükler cümlede muarref olarak yer aldıkları için zaten meyve olarak değerlendirilemeyeceklerine göre, diğer kanıtların birer yer gösterdiği dikkate alınarak "incir" ve "zeytin" sözcükleri ile de bir yerin kastedilmiş olabileceğinin düşünülmesi gerekir. Bu ihtimal, Arap geleneklerine de en uygun ihtimaldir. Çünkü Araplar bir şehri, o şehrin en ünlü kişisinin [genellikle kurucusunun] adıyla adlandırdıkları gibi, bölge isimlerini de o topraklarda yetişen bitki adlarıyla adlandırmışlardır. Dolayısıyla bize göre "incir" ve "zeytin" den kasıt, bu meyvelerin yetiştiği bölgelerdir; ki, bu bölgeler Filistin ve Suriye’dir. İbni Teymiye, İbni Kayyım, Zemahşeri ve Alusi de aynı görüştedir. Ayrıca meyvelerin anavatanı ve ilk yayıldığı bölge olarak doğu Akdeniz ve Suriye’yi gösteren Ana Britannica Ansiklopedisi de bu görüşü desteklemektedir:
"Eski çağlar boyunca Ege Denizi ve Doğu Akdeniz çevresindeki bölgelere yayılan inciri "Bazı kaynaklarda anayurdunun Anadolu’nun güney kesimi ve Suriye olduğu ileri sürülen bu bitki [zeytin] ..." [Ana Britannica Ansiklopedisi, cilt 16, s. 340 ve cilt 32, s. 377]
Tur-i Sînîn
Kadim lügatlerde طور tûr sözcüğünün Süryanice olduğu ve Şam’da (Suriye’de) bir dağın adı olduğu belirtilir. Araştırmalara göre Arami dilinde, "طور", dağ demektir. Güneydoğu Toros Dağları, dili Aramice olan Asur İmparatorluğunun kuzeydeki topraklarındadır. Demek oluyor ki, "طور tûr" sözcüğü Toros sözcüğünden gelmektedir. (Toros, Boğa demektir) Araplara da Süryanilerden gelmiştir.[1]
İlk sözlüklerin yazılmış olduğu yıllarda bu topraklar Suriyelilere aittir. O zamanlar, Suriye topraklarında olan Güneydoğu Toros Dağları, الطورet-Tûr olarak adlandırılmıştır.
Eski sözlüklere göre, "طور tûr", "üzerinde ağaç olan dağ" demektir. Eğer üzerinde ağaç yoksa ona "tûr" denmez. Günümüzde, " طور سيناTûr’i Sinâ" olduğu iddia edilen Sinâ dağında ağaç, bitki örtüsü yoktur. Oysa Toroslar, ağaç bitki örtüsü ile kaplıdır.
Mü’minun/ 20’de Tûr-i Seynae’den zeytinin çıktığı/zeytin ağacının yetiştiği bildirilir. Zeytinin ana vatanı, Türkiye-Suriye sınırı olarak bilinir ve bilimsel verilere göre de bu Kahramanmaraş, Hatay, Mardin üçgenidir. Bu yöre, Güneydoğu Toros Dağları yöresidir. İddia edilen Sinâ dağında, değil zeytin ağacı, hiçbir ağaç yoktur.
[1] TOROS, Anadolu’da Ege denizi kıyılarından – Karia’dan başlayarak- Van Gölü’nün güneyine, dünyada ise Asya’nın doğu sahiline kadar uzanan dağ sisteminin adıdır ve uzandığı yönlere göre isimler alır. Antik yerbilimci Eratosten’in (M.Ö. 274-194) Coğrafya adlı eserinde Toros ismi ilk defa bir sıradağ adı olarak kullanılmıştır. Bilindiği gibi çok eskiden beri "BOĞA" anlamına gelen Toros isminin, bir sıradağa verilen Toros ismi ile nasıl bir bağlantısı olduğunu öncelikle bu ismin kökenine inip onu incelemekle başlayalım: Alman Coğrafyacı Heinrich Kiepert’in "Eski Coğrafya Ders Kitabı" isimli eserinde Toros adının kökünün Sami dil ailesinin bir üyesi olan eski Arameik dilinden olduğu ve "TÛR" kelimesinden oluştuğu belirtilmiştir ve ne dikkat çekicidir ki TÛR kelimesi hem Boğa hem de Dağ anlamına gelmektedir. Kiepert’e göre Tür kelimesi Anadolu yoluyla Eski Yunanca’ya geçmiş ve bu dile göre uyarlanarak Toros biçimini kazanmıştır. (TOROS İSMİNİN KÖKENİ – CEM KÜNCÜ)
سيناء SEYNÂE - سنين SİNİYNE
Mü’minun/20 ve Tin/2’de geçen bu sözcüklerde kıraat karmaşası vardır.
Resmi Mushaf’ta Mü’minun/20 deki "سيناء seynâe" kelimesi, Nâfi, İbn-i Kesir, Ebu Amr, Ebu Cafer, İbni Muhaysın, Yezidi ve Hasan tarafından "سِيناء Siynâe" diye;
Mutavva tarafından "سِناء sinâe" diye, A’meş tarafından "سَيْنا Seynâ" diye okunmuştur.
Resmi Mushaf’ta Tin/2’de "سنين siniyne" kelimesi, İbn-i ebi İshak, Amr b. Meymun, Ebu Reca tarafından "سينين seyniyne" diye;
Ömer b. Hattap, İbn-i Mesud, Talha ve Hasan tarafından "سيناء siynâe" diye;
Ömer b. Hattab, Zeyd b. Ali ve Abdullah b. Mesut tarafından "سَيناء seynâe" diye okunmuştur. (Mu’cem’ül Kıraat’il Kur’aniyye)
Buradan anlaşılan o dur ki her iki ayette farklı yazılmış olsa da bu sözcükler, aslında aynı sözcüktür.
Kadim kitaplarda bu sözcüklerin anlamı ile şu bilgiler verilmiştir:
Bu sözcükler çekimli değildir. Arapçaya başka dilden gelmiştir.
Sözcüklerin anlamı hakkında farklı görüşler vardır.
Katade: "Güzel demektir", diye açıklamıştır.
Mücahid: "Mübarek" anlamına gelir demiştir.
Mukatil der ki: Üzerinde meyveler bulunan her bir dağ seynâ'dır, yani güzeldir. (Razi, Kurtubi)
Netice olarak "طور tûr" ve "سَيْناء seynâe" kelimeleri ile kastedilmiş olan, ağacı bol dağlardır, ormanlık alandır. Açıkçası GÜNEY DOĞU TOROS DAĞLARIDIR. Bugün "SİNA DAĞI" olarak adlandırılan dağ değildir.
Güvenli Belde
Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, "Güvenli Belde"nin Mekke şehri olduğu hakkında tam bir görüş birliği vardır. Çünkü kan dökülmesi yasaklanmış olan Mekke’nin "Güvenli Kent" olduğu Kur’an ayetleri tarafından açıkça belirtilmektedir:
Ve Biz, bir zaman bu Beyt'i/ilk yapılan okulu, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri yapmıştık. –Siz de İbrâhîm'in görev yaptığı yerden bir salât yeri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan desteğin; toplumun aydınlatılmasının gerçekleştirileceği bir yer] edinin.– Ve Biz, İbrâhîm ile İsmâîl'e, "Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve boyun eğip teslimiyet gösterenler, Allah'ı birleyenler için tertemiz tutun" diye ahit almıştık. [Bakara/125]
Ve onlar; "Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke'ye yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. [Kasas/57]
Yoksa kıyılarında insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen Mekke'yi, güvenli, dokunulmaz yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetine iyilikbilmezlik mi ediyorlar? [Ankebut/67]
Ayrıca, Enfal suresinin 33. ayetinden de, peygamberimizin içinde yaşadığı dönemde Mekke’nin "güvenli kent" olduğu anlaşılmaktadır.
Dört Kasem Maddesinin Birleşimi
"İncir" ve "zeytin"in "Sina dağı" ve "güvenli kent" gibi yer veya bölge bildiren semboller olduğu, bu bölgelerin de incir ve zeytin meyvelerinin yetiştiği Filistin ve Suriye olduğu yönündeki kabuller neticesinde, bu dört yerin insanın en güzel biçimde yaratılmasının ve sonra da alçakların en alçağına döndürülmesinin kanıtı olması gerekmektedir. Ancak kasem cümlesinin yargısı ile bu yargının kanıtları arasında olması lâzım gelen mantıklı ilişki görünürde bulunmamakta, yargı ile kanıtlar birbirlerine uzak görünmektedir. Yargı, açık ve net olarak anlaşıldığına göre, bu durumda yapılacak şey, kanıtların başka anlama gelip gelmediğini araştırmaktır.
Bu amaçla, birer yer bildiren bu sözcüklerin başka ne anlamlara gelebileceği düşünüldüğünde, akla ilk olarak bu sözcüklerin mecaz manalarına uzanmak gelmektedir. Gerçekten de burada tüm dünya edebiyatlarında çok yaygın kullanılan bir sanat; "Mahalliyet Mecaz-i Mürseli" söz konusudur. Kur’an’da yüzlerce örneği olan bu sanata göre "mahal zikredilmekte ama aslında o mahalde yaşayanlar kastedilmektedir. Meselâ Yusuf suresinin 82. ayetinde "واسئل القرية ves’eli’l-garyete [o kente sor]" ifadesinde "kent" zikredilmiş ama "kentin insanları" kastedilmiştir.
Buna göre, konumuz olan ayetlerde de yer [mahal] ismi zikredilmiştir ama kastedilen o yerler değil, o yerlerde yaşayan insanlar, oralara gönderilen peygamberler ve oralarda indirilen vahiylerdir. Zaten Kur’an’da adı geçen peygamberlerin birçoğu [İbrahim peygamber, oğlu İsmail (as), İshak (as), torunu Yakup (as), Yusuf (as), Musa (as), Harun (as), Davud (as), Süleyman (as), İsa (as) ve Muhammed (as] o bölgelerde yaşamışlardır. Ayrıca bu peygamberler vahiyle bu yörelerde muhatap olmuşlar; çevrelerindeki "inanarak ve salihatı işleyerek a’lâ-yı ıllıyyine [yüksek erdemlere, dolayısıyla da cennetlere] ulaşan kimseler" ile "vahye yüz dönerek esfel-i safiline [en aşağılık, en rezil konumlara, dolayısıyla cehenneme] yuvarlanan kimseler de yine o yörelerde yaşamışlardır.
Ahsen-i Takvim
"التّقويم Takvim" sözcüğü; "düzeltme, doğrultma, kıvamına koyma" demektir. "Ahsen-i takvim" tamlaması da "en güzel doğrultuda, en uygun kıvamda" anlamına gelir. İnsanın "ahsen-i takvim" üzerine yaratılması sözünden "insanın gerek fizikî yapısı, gerekse zihinsel fonksiyonları itibariyle en güzel ve en mükemmel şekilde yaratıldığı" anlaşılmalıdır. Gerçekten de insan, boyu bosu, vücut organlarının yerleri, kendisini koruyacak fiziksel yetenekleri, doğruları bulacak akıl, fikir, izan, idrak, vicdan, merhamet, bellek, dikkat gibi zihinsel donanımları ile en güzel, en mükemmel bir yapıda yaratılmıştır. Bu yapının eksiği, kusuru yoktur. Bugüne kadar kimse vücudumuzdaki organların işlevleri ve yerleri konusunda daha değişik işlev ve yer önerme cüretinde bulunamamıştır. Kısacası insan, fiziksel ve zihinsel yapısıyla "ahsen-i takvim [en güzel şekil, kendisinden daha güzeli bulunmayan bir şekil]" üzerine yaratılmıştır.
Esfel-i Safilin
Bu tamlama hem mekân zarfı hem de sıfat olarak kullanıldığı için, Türkçeye en uygun ifadeyle "alçakların en alçağı" şeklinde çevrilebilir. Çünkü "alçak" sözcüğü, hem sıfat olarak imansız insanın bir niteliğini dile getirmekte, hem de mekân zarfı olarak bir mekânın en altı anlamına gelmektedir. [Lisanü’l-Arab, cilt 4, sf. 604, sefl mad.]
Eski tefsircilerin bir kısmı bu tamlamayı "cehennem" olarak anlamışlardır. Ne var ki, tamlamanın kasem cümlesinin içinde yer alması, kasem cümlesindeki tez ve kanıtların da bu dünyaya ait olması gerektiği gibi nedenlerle "esfel-i safilin" ifadesinin cehennemdeki ileri derecedeki rezillik olarak anlaşılması isabetli olmaz.
Bazıları da Hacc suresinin 5. ve Ya Sin suresinin 68. ayetlerini delil göstermek suretiyle, "esfel-i safilin" ifadesini "erzel-i ömür [yaşlılıktaki düşkünlük]" olarak anlamışlardır:
Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki ne olduğunuzu size ortaya koymak için, şüphesiz Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur. Ve Biz, dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak, sonra da olgunluk çağına erişmeniz için çıkartırız. Bununla beraber kiminiz geçmişte yaptıkları ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırılır/öldürülür. Kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki sönmüştür; sonra Biz, onun üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. [Hacc/5]
Ve Biz kime uzun ömür verirsek, oluşturuluşta onu tersine çeviririz/tepesi üstü dikeriz. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacaklar mı? [Ya Sin/68]
"Esfel-i safilin" tamlamasını "erzel-i ömür" olarak anlayanların delil olarak getirdikleri ayetlere bakıldığında, "erzel-i ömr"ün iyisiyle kötüsüyle, peygamberiyle peygamber düşmanlarıyla, herkesin mukadderatı olduğu görülür. Oysa konumuz olan "esfel-i safilin", sadece imansız ve amelsizlere has bir konumu ifade etmektedir. Dolayısıyla eskilerin her iki görüşü de bize göre doğru değildir.
Dikkat edilirse, 5. ve 6. ayetler aslında tek bir cümle olup 6. ayetteki istisna 5. ayetten yapılmıştır. Buna göre, iki ayetten oluşan cümle şu şekilde takdir edilebilir: "Biz, en mükemmel biçimde yaratılmış olan insanların iman eden ve salihatı işleyenlerini saygın, onurlu [cennetlik], diğerlerini ise alçağın alçağı yaptık. Buna da peygamber gönderdiğimiz yörelerin halkı tanıktır, kanıttır."
Buradaki "esfel-i safilin" [alçakların alçağı, aşağıların aşağısı, aşağılıkların aşağılığı] ifadesi, Rabbimiz tarafından farklı ayetlerde tefsir ve tebyin edilmiştir:
Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir. [A’râf/179]
Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun? Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar. [Furkan/43,44]
Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, yalnızca heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık [şaşkın, aşağı] kim olabilir? Kesinlikle Allah şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma yol göstermez. [Kasas/50]
Ve andolsun ki Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık; size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular vermiştik. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir yarar sağlamadı/kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi. [Ahkâf/26]
Kur’an ayetlerinden yola çıkarak "Esfel-i safilin" nitelendirmesinden ne anladığımızı şöyle özetleyebiliriz:
İnsan "ahsen-i takvim" üzerine yaratılmıştır. Ne var ki, yaratılışındaki bu fiziki ve psikolojik özellikleri kötü yolda kullanır da iman etmez, salihatı işlemez ve aklını kullanmaz; tam tersine, hevasını ilâh edinir, hırsa kapılır, tamah eder, bencillik yapar, şehvete düşer, tekasür hastalığına yakalanır, büyüklenir, istiğna, tuğyan ve yalanlama cihetine giderse, aşağılıkların en aşağılığı durumuna gelir. Bu tür insanlar, kalplerine, kulaklarına damga basılıp gözlerine perde çekilmek suretiyle hayvandan beter duruma getirileceklerdir. Bu duruma gelen insan görünümlü varlıkların neler yapabildikleri, görmek isteyenler için meydandadır: Bu kan emiciler, edindikleri ilâhlar uğruna doğayı katlederek insan, hayvan, bitki, milyonlarca canlının yaşam hakkını yok sayarlar. Hemcinslerinin kanlarını son damlasına kadar emerek kendi soylarını yok ederler. Öyle ki, kendi hırs ve tutkularını tatmin uğruna hemcinslerine ve diğer canlı türlerine katliam düzeyinde şiddet uygularlar. Açlıklarını giderme zorunluluğu duymadıkça başka canlılara zarar vermeyen vahşî hayvanların yapmadığını bile yaparak zulmün şahikasına erişirler. İşte, Rabbimizin, aşağılıklar aşağısı, alçaklar alçağı olabileceğini bildirdiği imansız, ahireti yalanlayan insanın rezillik kompozisyonu budur.
Salihatı İşlemek
Asr suresinin tahlilinde açıklanan bu kavramı, önemine binaen kısaca tekrarlamakta yarar görüyoruz.
Farklı kullanışlarıyla Kur’an’ın 62 ayetinde geçen "amilu’s-salihati" ifadesine meal ve tefsirlerde verilen "Salih amel işleyenler" karşılığı yanlıştır. Doğru çeviri "salihatı işleyenler" olmalıdır. Çünkü "salih amel işleyenler" ifadesi, "salihatı işlemek" kavramının "hasenat" kapsamında görülmesi sonucunu doğurmaktadır. Yanlışlık da tam buradadır. Çünkü "dışa yansımayan iyi işler" anlamındaki "hasenat" ile "salihat" aynı şey değildir; ince ayrımlı bu iki kavram birbirinden mutlaka ayrılmalıdır. Nitekim her iki sözcüğün zıt anlamları farklı olup "hasenat"ın zıt anlamlısı olarak "seyyiat", "salihat"ın zıt anlamlısı olarak ise "fasidat" sözcükleri kullanılmaktadır.
"الصّالحات salihat", "اصلاح ıslah" sözcüğünden gelir ve "düzeltmek" anlamındadır. "Salihatı işlemek" de bu anlama göre, "bozuk olan bir şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik işler yapmak" demektir. Kur’an da toplumdaki yanlışları, bozuklukları düzeltme faaliyetinde bulunanlara "muslih" demek suretiyle sözcüğü bu anlamda kullanmıştır. (Bakara 11, 220, A’râf 56, 85, 170, Hud 117, Kasas 19)
Diğer taraftan Kur’an’da salihat ile diğer bazı kavramlar aynı ayet içinde zikredilmek suretiyle bu kavramların birbirlerinden farklı manalara sahip olduğuna dikkat çekilmiştir: "Salihat" kavramı Bakara suresinin 277. ayetinde "salatı ikame etmek, zekât vermek", Hud suresinin 23. ayetinde "edep ve gönülden Allah’a boyun eğmek", Asr suresinin 3. ayetinde "hakkı ve sabrı tavsiyeleşmek" gibi kavramlar ile birlikte zikredilmiştir. Bu da göstermektedir ki, "salihat" kavramı o kavramlarla bir ve aynı değildir.
"Salihatı işleme" kavramının tam olarak ne anlama geldiğini açığa çıkarmak için şöyle denilebilir: "salatı ikame etmek, oruç tutmak, zekât vermek gibi iyi işler yapmak salihatı işlemek değildir ama insanların bu iyi işleri isteyerek yapmalarını sağlamak için çaba sarf etmek salihatı işlemektir." "İyi işler" kavramının bireysel boyuttan toplumsal boyuta taşınması durumunda, toplumsal yaşamın huzur ve mutluluğunu gölgeleyen adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve kültürel her türlü bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek çabaların ve uygulanacak yöntemlerin de "salihatı işleme" kapsamında olduğu yargısına varılabilir.
"Salihat" ile "hasenat", bu güzel davranışlarda bulunanlara verilecek ödüller bakımından da Kur’an’da birbirinden ayrılmıştır. Rabbimiz her bir haseneye on karşılık verirken, "amilu’s-salihat" ifadesinin geçtiği tüm ayetlerin devamında, salihatı işleyenlere cenneti vaat etmektedir.
Sonuç olarak denebilir ki, salihatı işleyenlerin yaptıkları iş, "bozgunculuğa yönelik işler" demek olan "fasidat"ı düzeltme, tüm bozuklukları, bozgunculukları bertaraf etme faaliyetidir. Mâûn suresinde mükezziplerin [yalanlayıcıların] kendilerini her şeyin üstünde görerek yetimi, yoksulu itip kaktıkları hatırlanacak olursa, Rabbimizin istemediği bu tip davranışların yaşamasına izin veren bozuk düzenlerin düzeltilmesi anlamına gelen "salihat"ın fonksiyonları daha iyi anlaşılacaktır.
Tin surenin 4. ve 5. ayetlerinde her şeyin kendisinin kontrolünde bulunduğu ve bu kontrolün dışında kalmanın mümkün olmadığı mesajını veren Rabbimiz, ahsen-i takvim üzerine yarattığı insana onu alçakların en alçağı yapabileceğini ihtar etmekte, 6. ayetinde ise iman edenlerin ve salihatı işleyenlerin bu genellemenin dışında tutulduğunu bildirmektedir. Böylece Rabbimizin Asr suresinde "iman etmeyenlerin ve salihatı işlemeyenlerin hüsranda [ziyanda] olduklarına" dair daha önce yapmış olduğu beyanın ne anlama geldiği de daha iyi anlaşılmış olmaktadır.
5. ayette üzerinde durulması gereken bir nokta da, "radednahü [onu çevirdik, döndürdük]" ifadesindeki failin bizzat Allah’ın kendisi olması sonucu ortaya çıkan durumdur. Aşağıda "Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması" başlığı altında daha geniş olarak incelenecek olan bu konu, Kelâm ilminde "Kul, fiilini [iyi, kötü, hayır, şer, iman, küfür gibi davranışlarını] kendisi mi yaratır yoksa bu fiilleri yaratan Allah mıdır?" sorusu ile gündeme getirilmiştir. Bu soru ekseninde tartışılan konunun özü, insanların uğradığı kayıpların hangi sebeple, Allah’ın dilemesi üzerine mi, yoksa insanların kendi tasarrufları sonucu mu meydana geldiğidir.
Klâsik tertipteki Mushaf’ı başından itibaren ister orijinalinden isterse mealinden okumaya başlayan birinin karşılaşacağı 7. ayet şudur:
Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir. [Bakara/7]
Bilinçli bir okuyucu bu ayetten "bazı insanların Allah’ın dilemesi sonucu kâfir olduklarını, bu yüzden ne yapsalar kâfirlikten kurtulamayacaklarını, onları uyarmanın bir yararı olmayacağını, bu kimselerin mutlaka cezalandırılacaklarını" anlayabilir ve Allah tarafından kalpleri ve kulakları mühürlenmek, gözleri perdelenmek suretiyle kâfir kılınan bu insanlara yine Allah tarafından azap edilmesindeki adalet mantığını sorgulayabilir.
Müslümanların çoğu farkında olmasalar da Kur’an’da bu anlama gelen daha birçok ayet mevcuttur. Ayrıca Kur’an, kalplerin mühürlenme yanında daha başka şekillerde de etki altında bırakıldığını bildirmektedir:
1- Kalplerin mühürlenmesi:
Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir. [Bakara/7]
De ki: "Hiç düşündünüz mü, eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah'tan başka getirebilecek ilâh kimdir?" Bak, Biz âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar? [En’âm/46]
Peki sen, kendi boş-iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah'ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?" [Casiye/23]
2- Kalplerin damgalanması:
Bu, onların iman etmeleri, sonra iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar. [Münafikun/3]
Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/en değerlilerini/Mûsâ'yı Tûr'a yükselttik. Ve onlara: "O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin" dedik. Yine onlara: "Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın" dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir" demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; "Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O'nu öldürmediler ve O'nu asmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten O'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah O'nu, Kendine yükseltti/derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisa/154-158]
3- Kalplerin sıkışması:
Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar. [En’âm/125]
4- Kalplerin hastalanması:
Onların kalplerinde hastalık vardır; onların ziniyetleri bozuktur da Allah, onlara hastalığı; sapkınlığı artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı da onlar için acı bir azap vardır. [Bakara/10]
Kalplerinde bir hastalık olanlara; zihniyeti bozuk kimselere gelince de; onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak ölmüşlerdir. [Tövbe/125]
5- Kalplerin ölmesi:
Ancak dinleyenler karşılık verir. Ölüleri; onları da Allah diriltir. Sonra yalnızca O'na döndürülürler. [En’âm/36]
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir. [En’âm/122]
6- Kalplerin paslanması:
Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur. [Mutaffifin/14]
7- Kalplerin katılaşması:
Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpertisinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz, duyarsız değildir. [Bakara/74]
Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. [Zümer/22]
8- Kalplerin Hakk’tan yüz çevirmesi [insiraf]:
Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar: "Sizi bir kimse görüyor mu?" Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, iyice anlayıp kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini çevirmiştir. [Tövbe/127]
9- Kalplerin taassubu [hamiyet]:
Hani kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, cahiliye kalıntısı gurur ve soy asabiyetini, tutuculuğu kendi kalplerinde alevlendirip kışkırttıkları zaman, hemen Allah, Elçisi'nin ve mü’minlerin üzerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygusunu/morali indirmiş ve o mü’minlerin "takvâ/Allah'ın koruması altına girme" sözüne ilzam etmişti/sadık kalmalarını sağlamıştı. Zaten onlar, buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi en iyi bilendir. [Fetih/26]
10- Kalplerin inkârı:
Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık âhirete inanmayan şu kimseler; onların kalpleri, tanıtmamaya çalışmaktadır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir. [Nahl/22]
Bu ayetlerin hepsi de Allah’ın insanların iradelerine müdahale ettiği ve onları sapıklık içinde bıraktığı izlenimi uyandırmaktadır. Ancak işin aslı böyle değildir. Çünkü Nisa suresinin 40. ayetinde zerre ağırlığınca bile haksızlık yapmayacağını ifade eden Yüce Allah’ın, adalet konusunda normal bir insan aklı tarafından şüphe ile karşılanacak bir iş yapması mümkün değildir. O hâlde bu görünümün bir izahı olmalıdır.
Konunun incelenmesine başlamadan önce yapılması gereken ilk iş, Rabbimizin bazı özelliklerini hatırlamak ve onları konu boyunca unutmamaktır. Şöyle ki:
Yüce Rabbimiz zalim değildir. Yani kâfirliği ve müminliği kimseye mecburî kader olarak yazıp da uygulattırmamaktadır. Aksine O insanları özgür bırakmış, dileyenin kâfir dileyenin de mümin olabileceğini bildirmiş, hatta kâfirlerin bile iman etmesine imkân sağlamak için tövbe karşılığında çok bağışlayıcı olduğunu ilân etmiştir. Ayrıca Allah, kullarının kâfir olmalarını istemez, onların küfrüne razı değildir:
Eğer küfredecek; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir. [Zümer/7]
Zaten böyle olmasaydı, Allah elçiler göndermez, kitaplar indirmezdi. Çünkü akıbetlerini baştan kendisinin kader olarak takdir ettiği insanların bu takdire uygun olarak cehenneme gitmesi kaçınılmaz olurdu; böylece uyarılmalarına da gerek kalmazdı.
Konunun incelenmesinde yapılacak ikinci iş ise Kur’an’a başvurmaktır. Ancak bu başvuru, Allah’ın gösterdiği ilkelere göre olmalıdır. Rabbimiz bir konunun iyi anlaşılması için o konuyla ilgili tüm Kur’an ayetlerinin dikkate alınmasını ve bu ayetlerin özet olanından detay olanına doğru sıralanmasını istemiş, hatta bu isteğini kesin bir talimat şeklinde bildirmiştir:
İşte hak olan, biricik hükümdar olan Allah ne yücedir! Onun vahyi sana tamamlanmadan evvel, okumayı/öğretmeyi acele etme ve "Rabbim, bana bilgiyi artır!" de. [Ta Ha/114]
Elif/1, Lâm/30, Râ/200. Bu Kur’ân, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; sadece Allah'a kulluk edin diye, âyetleri, şirk koşarak yapılan yanlışı; kendi zararlarına işi ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler içertilmiş/bozulması engellenmiş, bir de en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan, her şeyin iç yüzünü/gizli taraflarını da iyi bilen tarafından ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır: "Şüphesiz ben sizin için O'nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. Ve Rabbinizden bağışlanma isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, sizi adı konmuş bir süre sonuna kadar güzelce yararlandırsın. Ve her fazilet sahibine armağanlarını versin. Ve eğer yüz çevirirseniz, ben sizin aleyhinize olan büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz yalnızca Allah'adır. Ve O her şeye gücü yetendir. [Hud/1-4]
Dolayısıyla bizim de burada yapacağımız şey, konu ile ilgisi bulunan ayetlerin ifade ettiği anlamları Kur’an üslûbu ile Kur’an’dan öğrenmek olacaktır.
Ancak konunun kavranabilmesi için önce "kalp, mühür, mühürleme, kalbin mühürlenmesi" gibi kavramların, daha sonra da "Allah’ın kalpleri mühürlemesi" ifadesinin ne anlama geldiğinin aslına uygun şekilde bilinmesi gerekmektedir. Bu ifadeler ile ilgili açıklamalar, İbn-i Manzur’un Lisanü’l-Arab ve Ragıb el-İsfehani’nin el-Müfredat adlı eserlerindeki bilgiler esas alınarak yapılmıştır.
Kalp
"Kalp" sözcüğü "insanın ortası, özü" demektir. Bundan dolayı "yürek"e de "kalp" denmiştir. Araplar "yürek"i, düşünce ve tefekkürün merkezi olarak bildikleri için zamanla "akıl"a da "kalp" demeye başlamışlardır. "Akıl"ın "kalp" olarak isimlendirilmesi aslında edebi sanatlardan "mahalliyet mecazı mürseli" yoluyla olmasına rağmen, "akıl" ve "kalp" kelimeleri giderek eş anlamlı isimler olarak görülmüş ve böylece doğru bir temele dayanıp dayanmadığına bakılmaksızın bu kullanım "kalp" ve "akıl" sözcüklerinin geçtiği diğer dillerde de uygulama alanı bulmuştur. Bu sebepledir ki, Kur’an’da kalp sözcüğü kan pompalayan organ olarak değil, aklın, düşüncenin, tüm zihinsel fonksiyonların merkezi olan "beyin" anlamında kullanılmıştır.
Mühür, Mühürleme, Kalbin Mühürlenmesi
Mühür/hatem, "üzerinde bir kimsenin veya bir kuruluşun adının kazılı bulunduğu, imza yerine geçen madenî, lâstik veya başka bir maddeden yapılmış alet, damga" demektir.
الختم mühürleme/hatm ise; "الطّبع tab’ [damgalamak, damga basmak]" demek olup bu sözcük de "hilkat ve cibilliyette, yani yaratılışta şekil vermek anlamına gelir. "Tabiî, tabiîlik, tabiat" sözcükleri, damgalamak, damga basmak anlamına gelen "tab" sözcüğünden türetilmiştir. Zaman içinde insanların eşyaya şekil verme işlerine de "tab’" denilmiş ve madene şekil verme anlamında [kılıç yapımı, para basımı] gibi işler için de "tab’" sözcüğü kullanılır olmuştur. Daha sonra kitap, dergi, gazete basımlarına da "tab’" denmeye başlanmıştır ki, sözcüğün günümüzdeki yaygın anlamı da budur. Bu anlama gelen "matbuat [basın]" ve "matbaa [basımevi]" sözcükleri de "tab’" sözcüğünden türetilmiştir.
"الطّبع tab’ [damgalamak, damga basmak]" sözcüğü, "الختم hatm [mühürleme]" sözcüğünden daha geniş bir anlam ifade etmesine rağmen, her iki sözcük de Kur’an’da eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Mühürlemek sözcüğünün mecazî anlamı ise "Bir şey üzerine örtü örtmek, içine bir şey girmemesi için kilitlemek" demektir. Sözcüğün bu anlamı, dolaylı olarak "aklın yollarının tıkanması, iyi düşünmeye ve bilgilenmeye engel olunması, aklın işe yarar olmaktan çıkarılması" demek olan "Kalbin mühürlenmesi" deyiminde de geçerlidir. Allah’ın kalpler üzerine mühür vurması, sözcüğün bu mecazi anlamı doğrultusunda değerlendirilmelidir.
Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi ve Damgalaması
Yukarıda da belirtildiği gibi, konu ilgili Kur’an ayetlerinin yardımı ile incelenecek ve Kur’an’dan öğrenilecektir. Ancak ayetlere geçmeden önce bu ayetlerle ilgili doğru değerlendirme yapılmasını sağlayacak iki özelliğin hatırlatılmasında yarar görüyoruz:
Birinci özellik, ayetlerde zikredilen kişilerin belirgin olmasıdır. "Kalplerinin, kulaklarının mühürlendiği belirtilip uyarının kendilerine fayda vermeyeceği, hiçbir zaman inanmayacak olan inkarcıların hepsi de "الّذين ellezine" ism-i mevsulüyle ifade edilmiş olup "muarrafât [tanınan, bilinen, belirli]" kişilerdir. Dolayısıyla ayetlerdeki "mühürleme" ile ilgili ifadeleri kendi çevremizdeki inkarcı olarak bilinen kimseler için kullanmamız doğru değildir. Çünkü iman etmedikleri için bize kalpleri mühürlüymüş gibi görünen bu kimselerin ileride de iman etmeyeceklerini ve daima kâfir olarak kalacaklarını bilemeyiz. Bunu ancak Allah bilebilir. Nitekim kalplerinin mühürlü olduğu ve asla iman etmeyecekleri bildirilen kişiler, Allah tarafından peygamberimize bir lütuf olarak bildirilmiştir.
İkinci özellik; ayetlerin mucize özelliğidir. Aşağıda sunacağımız ayetler, Ebuleheb örneğinde olduğu gibi, peygamberimize onlarla fazla oyalanmaması için ömür boyu iman etmeyecekleri gelecekten haber verilerek bildirilmiştir. Bu sebeple de mucize özelliği taşıyan ayetlerdir. Gerçekten de bu kişiler akıllarını başlarına almamışlar, kalpleri mühürlü yaşamışlar ve cehennemlik olarak ölüp gitmişlerdir.
Allah’ın kalpleri damgalaması konusu Kelâm ilminde "Kulların Yaptığı İşlerin Yaratılması" başlığı altında temel konulardan biri olarak ele alınmıştır. Üzerinde uzun tartışmalar yapılmış olan bu konuda Mutezile, Kaderiyye, Cebriyye, Cehmiyye, Eşariyye ve Maturidiyye gibi ekoller oluşmuş ve her mezhep kendine göre aklî ve naklî kaynaklar ileri sürmüştür. İlgilenenler, Kelâm kitapları sayfalarında yapılan bu tartışmaları "Mevkıfu’l-Beşer Tahte Sultani’l-Kader", "Şerh-i Mevakıf", "Şerh-i Makasıt", "Şerh-i Akaid", "Fıkh-ı Ekber" "Aliyyü’l-Kari Şerhi" ve "Kitabu’t-Tevhid" adlı kitaplardan detaylı olarak okuyabilirler.
Bu konunun üzerinde ihtilaf ve tartışma olmayan birinci ilkesi, bir tek olan, ortağı ve benzeri olmayan, ibadete lâyık tek yaratıcı olan Allah’ın, madde-enerji, canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı olduğu gibi, bu varlıkların yaptıkları işlerin de yaratıcısı olduğudur. Bunlar ister uyumak, düşünmek, büyümek, kalp atışı gibi irade edilmeksizin [irade dışı] yapılan işler olsun, isterse iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer gibi niteliklere sahip, insanın kendi seçimiyle yapılan işler olsun, bütün fiillerin yaratıcısı Allah’tır.
İbrâhîm: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah oluşturmuştur’ dedi. [Saffat/95,96]
İşte Rabbiniz Allah! O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse, O'na kulluk edin. O, herşey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır. [En’âm/102]
De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." De ki: "Allah'ın astlarından o kendi kendilerine yarar sağlamaya ve zarar vermeye gücü olmayanları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz?" De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?" Ya da Allah'a, O'nun gibi oluşturan birtakım ortaklar buldular da, bu oluşturma kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: "Allah, her şeyin oluşturucusudur. Ve O, birdir, her şeye üstün ve kahredicidir." [Rad/16]
Allah, her şeyin oluşturucusudur. O, her şeyin "belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan"ıdır. [Zümer/62]
İşte, her şeyin oluşturucusu Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz! [Mümin/62]
Görüldüğü gibi, Yüce Allah, ilâhlığının olmazsa olmaz bir gereği olarak her şeyin ve her işin asıl yaratıcısıdır. Dolayısıyla dalâleti de, hidayeti de yaratan Allah’tır. Ne var ki, dalâlet ve hidayet şeklindeki bu iki yaratılandan herhangi birini tercih eden ve o yönde davranışta bulunan ise insandır. Bu, her fiilin yaratıcısının Allah, her fiilin kâsip ve failinin ise insan olduğu anlamına gelmektedir. Allah kullarına kabiliyet ve imkânlar vermiş, onların iradelerini özgür kılmıştır. Seçim yapabilecek bir ortamın olmaması hâlinde özgür iradenin bir anlamı olmayacağı için de insana dalâlet ve hidayetin birlikte bulunduğu seçim yapılabilecek bir ortam yaratarak iradesini ortaya koyma imkanı vermiştir. Yukarıda Zümer suresinin 7. ayetinde de gördüğümüz gibi, Allah kullarının kötü eylemlerde bulunmalarını istememektedir. Ancak özgür bıraktığı kulun seçimine de engel olmamaktadır. Her şeyi kendi bilgisi, kontrolü ve tasarrufunda bulunduran Allah, kullarının kendi istekleriyle de olsa dalâleti seçmelerine razı olmamakta, onlara verdiği seçme yetisini gözeterek memnun olmadığı hâlde kullarının bu tercihlerine izin vermektedir.
Kur’an’da aslında kullar tarafından işlenmiş iyi ve kötü birçok fiilin faili olarak Allah’ın görünmesi işte bu yüzdendir, yani Allah’ın kullarının işlediği fiillerin yaratıcısı olması sebebiyledir. Yoksa Allah’ın cebir uygulayarak insanı o işi yapmaya mahkum etmesinden değildir.
Aşağıdaki ayetlere bu anlayışla bakıldığında görülecektir ki, asıl failler insanlardır:
Allah'ın izni/bilgisi olmaksızın, hiç kimse için iman etme yoktur. Ve Allah, kirliliği/azabı aklını kullanmayanların üzerine bırakır. [Yunus/100]
Ve sonra, Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, İslâm için onun göğsünü açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü öyle sıkar ki, o, göğe yükseliyormuş gibi olur. İşte böyle, Allah, pisliği [zarar, azap veren şeyleri] iman etmeyenlerin üzerine bırakır/atar. [En’âm/125]
Bu, şüphesiz bir toplum, kendinde olanı değiştirinceye kadar, Allah'ın, o topluma nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir. [Enfal/53]
Her kişi için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah'ın işinden olarak–, onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur. [Rad/11]
Ve Biz, bir ülkeyi değişime/yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine, hak yolda olmalarını, hak yolda önderlik yapmalarını emrederiz de onlar, bunun aksine, orada hak yoldan çıkarlar. Artık oranın üzerine Söz hak olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz. [İsra/16]
Biz hangi kente bir peygamber gönderdiysek, onun halkını kesinlikle yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün yerini iyiliğe değiştirdik; sonunda çoğaldılar ve "Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik. Ve eğer o kentlerin halkı inansalardı ve Allah'ın koruması altına girselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları yapıp durmakta olduklarına karşılık yakalayıverdik. Acaba o kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmesinden güvende oldular mı? Yoksa o kentlerin halkı, kuşluk vakti anlamsız işlerle uğraşırlarken onlara azabımızın geleceğinden güvende oldular mı? Öyleyse Allah'ın ince plânından güvende oldular mı? Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah'ın ince plânından kendini güvende görmez. Ve önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris; son sahip olanlara kılavuz olmadı mı, etki yapmadı mı: "Eğer Biz dilersek onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık. Biz onların kalplerinin üzerine damga vururuz/mühürleriz de onlar işitmezler." İşte o kentler ki, sana onların önemli haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz. Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık deliller ile gelmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları şeylere iman etmemiş idiler. İşte kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselerin kalplerinin üzerine Allah böyle damga basar/mühürler. Onların çoğunda, sözde durma ilkesini bulmadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış kimseler bulduk. [A’râf/94-102]
Sonra onun ardından kendi toplumlarına elçiler gönderdik de onlar, onlara apaçık belgeler getirdiler. Ama daha önce onu yalanlamaları nedeniyle inanmadılar. İşte Biz, sınırı aşanların kalplerini böyle damgalarız/mühürleriz. [Yunus/74]
Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık oluşturduk. Onlar, bütün alâmetleri/göstergeleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki, o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek "Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir" derler. [En’âm/25]
Ve andolsun, senden önceki önderli toplumlara elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk; yoksulluk ve sıkıntılarla çeviriverdik. Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi. Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular. Böylece şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluluğun kökü kesildi. –Ve tüm övgüler, âlemlerin Rabbi Allah'adır; başkası övülemez.– De ki: "Hiç düşündünüz mü, eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah'tan başka getirebilecek ilâh kimdir?" Bak, Biz âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar? [En’âm/42-46]
Şüphesiz Allah'ın âyetlerine inanmayan kimseler; Allah onlara kılavuz olmaz ve onlar için pek acı bir azap vardır. Yalanı, yalnızca Allah'ın âyetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte onlar, yalancıların ta kendileridir. Her kim imanından sonra küfreder; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeder, –kalbi iman ile yatışmış hâlde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere– ve de küfre; inanmamaya göğsünü açarsa, artık kendilerinin üzerine Allah'tan bir gazap vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır. Bu, onların dünya hayatını âhirete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da kâfirler toplumuna; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden bir topluluğa doğru yolu göstermemesi nedeniyledir. Onlar, Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini damgaladığı/mühürlediği kimselerdir. İlgisiz, bilgisiz, duyarsız olanlar, onların ta kendileridir. Şüphesiz, onlar âhirette ziyana uğrayanların ta kendileridir. [Nahl/104-109]
Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Onların kazandıkları, kalpleri üzerine pas olmuştur. [Muttaffifin/14]
Ve onlar, "Bizim kalplerimiz kılıflıdır/hiçbir şey işlemez" dediler. Aksine; Allah, gerçeği bilerek reddetmelerinden dolayı onları dışlamış/rahmetinden mahrum bırakmıştır. Bundan dolayı pek azı iman eder! [Bakara/88]
Ve hani Biz sizden, "Size verdiğimiz Kitab'ı kuvvetlice alın ve dinleyin" diye sağlam söz almış ve sizin üstününüzü/seçkininiz Mûsâ'yı Tûr'a yükseltmiştik/çıkarmıştık. Demişlerdi ki: "Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık." Ve gerçeği bilerek reddetmeleri yüzünden altının ilâhlığı kalplerine içirilmişti. De ki: "Eğer inananlar iseniz, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!" [Bakara/93]
Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/en değerlilerini/Mûsâ'yı en kutlu aşamaya (elçilik makamına) yükselttik. Ve onlara: "O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin" dedik. Yine onlara: "Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın" dedik. Ve onlardan çok ağır bir söz aldık. [Nisa/154]
Münâfıklar sana geldikleri zaman: "Biz, gerçekten tanıklık ederiz ki, şüphesiz sen, Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilir ki şüphesiz sen O'nun elçisisin. Ve Allah tanıklık eder ki şüphesiz münâfıklar, kesinlikle yalancılardır. Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yaptıkları şeyler kötü olan kimselerdir. Bu, onların iman etmeleri, sonra iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar. Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar, dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır. Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları kahretti; nasıl da çevriliyorlar!– Ve onlara: "Gelin Allah'ın Elçisi sizin için bağışlanma dilesin" denildiği zaman, başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslayanlar olarak yüz çevirmekte olduklarını da görürsün. Senin onlar için bağışlanma dilemen ile dilememen, onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir; onları bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah, hak yolundan çıkmış bir topluma kılavuzluk etmez. Onlar: "Allah'ın Elçisi yanında bulunanlara hiçbir harcamada, mâlî destekte bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler" derler. Oysa göklerin ve yeryüzünün hazineleri Allah'ındır. Ancak münâfıklar iyice kavramıyorlar. Diyorlar ki: "Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır." Oysa güç, onur ve üstünlük Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar. Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerin ta kendileridir. Ve sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süre sonuna kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden harcamada bulunun. Allah, kendi süresinin sonu gelmiş bulunan hiçbir kimseyi asla ertelemez de. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır. [Münafikun/1-11]
Ve hani Mûsâ, toplumuna: "Ey toplumum! Şüphesiz benim, sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?" demişti. Ne zaman ki onlar eğrilip saptılar Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı. Ve Allah, hak yoldan çıkmış bir topluma kılavuzluk etmez. [Saff/5]
Ve "Allah'a iman edin ve Elçisi ile birlikte çaba harcayın" diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan güç [mal, mülk, evlat] sahibi olanlar senden izin istediler ve "Bırak bizi oturanlarla beraber olalım" dediler. Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kalpleri de damgalandı/mühürlendi. Artık onlar iyice kavrayıp anlamazlar. [Tövbe/86,87]
Yol, ancak zengin oldukları hâlde senden izin isteyen o kimselerin aleyhinedir. Bunlar, geride kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların kalpleri üzerine damga/mühür bastı. Bundan dolayı onlar bilmezler. [Tövbe/93]
Yukarıdaki ayetler bize şu gerçeği anlatmaktadır: İnsanlar, kalpleri, kulakları Allah tarafından damgalandığı için kâfir olmazlar; bilakis kâfir oldukları için kalplerini, kulaklarını ilme ve uyarıya kapamak suretiyle kendi kendilerini damgalarlar. Çünkü kâfirler, kendi akıllarına çok güvendikleri için Allah’ın uyarılarını dinlemez ve peygamberi küçümserler; böyle yapmakla akıllarını da doğru kullanmamış olurlar. Yüce Allah ise insanların bu duruma kendi hür iradeleri ile düşmelerine izin verir, böylece küfür yolunu seçmiş olan bu insanların kalplerini mühürlemiş olur.
Zaten batıl inançlara dalan, kendini müstağni gören, zevk ve sefaya dalan, hevasını ilâh edinen bu tür insanlar, kalplerini, kulaklarını tıkayarak gönüllerine başka bir inancın girmesine izin vermezler. Saydığımız özellikleri nedeniyle kalplerini ve kulaklarını mühürlediklerinden, peygamberle yan yana gelseler, Kitab’ı alıp okusalar bile ayetlerden etkilenmezler. Çünkü kalpleri taşlaşmış hatta taştan daha beter bir katılık kazanmıştır:
Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah'ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar. [En’âm/111]
Ve onlar: "Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/zırh içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, yapabileceğini yap, biz de gerçekten yapıyoruz" dediler. [Fussılet/5]
Kur’ân öğrenip- öğrettiğin zaman seninle âhirete inanmayanlar arasında görünmez/gizli bir perde yaptık. Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık yaptık. Ve sen Kur’ân'da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler. Biz, onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin, "Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini çok iyi biliriz [İsra/45-47]
Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, "Biz kesin olarak, bu Kur’ân'a inanmayız, ondan öncekine de..." dediler. Sen şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, "Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü’min kimseler olurduk" diyecekler. [Sebe/31]
Yine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler: "Ona Rabbinden bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı..." diyorlar. De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişileri Kendisine kılavuzlar." Gözünüzü açın! Kalpler, yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla; zihnindeki tüm soru işaretlerini gidermekle rahata kavuşur. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler; tuba; güzellikler, müjdeler ve güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah'ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne kılavuzluk ederdi. İnkâr eden kimseler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez/miadını şaşırmaz [Rad/27-31]
Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir. [A’râf/179]
Allah, bahîre'den sâibe'den vasîle'den ve hâm'dan hiç birini öngörmemiştir. Ancak kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez. [Maide/103]
Şüphesiz Allah, iman edip sâlih amellerde bulunan kimseleri, altından ırmaklar akan cennetlere girdirir. İnkâr eden kimseler ise, kazançlanırlar ve etinden, sütünden yararlanılan hayvanların yemesi gibi yerler, Ateş de onlar için bir konaklama yeridir. [Muhammed/12]
Ve andolsun ki Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik. Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, kesinlikle onunla alay ederlerdi. Onlar indirilen kitaba/gönderilen elçiye inanmazlar, oysa ki evvelkiler ile ilgili yasamız/uygulamamız geçmiştir, size bildirilmiştir. Ve Biz, onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, kesinlikle "Gözlerimiz döndürüldü/bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. [Hicr/10-15]
Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım." –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.– [A’râf/146]
Kâfirlerin bu durumlarına karşılık, iman edenler vahye kulak vermek suretiyle kendilerini bilgilendirip geliştirirler; aklederek ve tefekkür ederek kendilerini doğruya ulaştırırlar. Kur’an’da müminlerin bu durumuna dolaylı veya dolaysız işaret eden onlarca ayet vardır.
7) Öyleyse, bundan sonra dini/kıyâmet gününü sana ne yalanlatıyor?
Bu ayetteki "sana" hitabı peygamberimize değil, 4. ayetteki "insan"adır. Böylece üçüncü şahıstan [insan], ikinci şahsa [sen] geçilerek iltifat sanatı yapılmıştır. Böyle yapılmakla genel olarak insanoğluna, özel olarak da kâfir olan insanlara seslenilmekte ve "Öyleyse, bundan sonra dini sana ne yalanlatıyor?" denilmektedir.
Buradaki "الدّين din" sözcüğünü hem sözcük anlamında "karşılık" olarak, hem de terim anlamında "şeriat [Allah’ın koyduğu yaşam ilkeleri, kuralları]" olarak anlamak mümkündür. Zira bugüne kadar peygamberler vasıtasıyla insanlığa gönderilen mesajlarda hem ahiret [karşılık] günü inancı vurgulanmıştır, hem de dünyaya ait yaşamın ilke ve kuralları [şeriat] anlatılmıştır. Dolayısıyla insanın ahsen-i takvim [mükemmellik] üzerine yaratılmış olma özelliği ile bu özellikten sapılması durumunda "esfel-i safilin"e [hüsrana, kayba, zarara] sürüklenilmesi gerçeği, eski dinler tarafından da öğretilmiş bir durumdur.
Aslında bu ayette sorulan soru ile tüm insanlığa meydan okunmaktadır:
"Biz, mademki en mükemmel şekilde yarattığımız insanı, iman etmesi ve salihatı işlemesi nedeniyle üstünlerin en üstünü; iman etmeyen ve salihatı işlemeyenleri de alçakların en alçağı yapıyoruz [ki, buna peygamber gönderilen tüm yöreler tanıktır]; öyleyse karşılık gününü ve Allah’ın koyduğu düzeni sana ne yalanlatıyor? Nasıl oluyor da yalanlayabiliyorsun?"
8) Allah, hâkimlerin en hâkimi değil midir?
Buradaki soru cümlesi mukadder bir olguya cevap niteliğindedir ve edebî yönden de istifham-ı inkari sanatını sergilemektedir. Surede konu akışı içerisinde zihinlerde oluşan "Bütün bunlar niye?" sorusuna yine soru ile cevap verilmiş ama soru edatı olumsuz cümlenin başında kullanılarak anlam olumlu hâle döndürülmüştür.
Yani; "Allah, en iyi adalet ilkelerini koyan ve en iyi uygulayan, hiç kimseye zulmetmeyen değil midir? O iman etmeyenleri, salihatı işlemeyenleri alçakların en alçağı yaparak haksızlık mı yapmaktadır? Ya iman edip salihatı işleyenleri? Onları da üstünlerin en üstünü yapmakla diğerlerine haksızlık mı etmektedir? Allah hiç haksızlık yapar mı?"
Bu ifadeleri destekleyen birçok ayetten iki tanesi aşağıdadır:
Ya artık, Müslümanları günahkârlar gibi yapar mıyız? [Kalem/35]
Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah'ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız? [Sad/28]*
65 Ayetteki sözcüklerin Hakikat anlamları “incire zeytine, bereketli dağa kasem olsun ki Şeklinde olup biz becaz anlamlarını takdim ettik.
*İşte Kuran Tin Suresi
Yorumlar -
Yorum Yaz