• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

40Cin Suresi 16-28



Hatalı Çevrilen Ayetler


40Cin Suresi 16-28


Hatalı Çeviri:
16, 17. Şayet doğru yolda gitselerdi, bu hususta kendilerini denememiz için onlara bol su verirdik. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Rabbin) onu gitgide artan çetin bir azaba uğratır.
18. Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).
19. Allah'ın kulu, O'na yalvarmaya (namaza) kalkınca, neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi.
20. (Resûlüm!) De ki: Ben ancak Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam.
21. De ki: Doğrusu ben (kendi başıma) size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.
22. De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.
23. (Benim yaptığım) ancak Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Artık kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.
24. Sonunda, tehdit edilip durduklarını (azabı, kıyameti) gördükleri zaman, kim yardımcı olma bakımından daha güçsüz ve sayıca daha az imiş, bileceklerdir.
25. De ki: Tehdit edilegeldiğiniz (azap), yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyar, ben bilmem.
26. O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz;
27. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar,
28. Ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir).

Doğru Çeviri:
16,17Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından/ Rabbinin öğüdünden; Kur’ân'dan mesafelenirse, O da onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.
18Ve şüphesiz ki mescitler122 kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.
19Ve şu bir gerçek ki Allah'ın kulu/ Peygamber O'na çağırarak ayaklandığı/ harekete geçtiği zaman o yabancılardan bir grup o'nun çevresinde neredeyse kenetlenecekler.
20De ki: “Ben kesinlikle Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi de O'na ortak koşmam.”
21De ki: “Şüphesiz ben, sizi bir zarara ve iyiliğe, kötülüğe, güzele, doğruya götürmeye güç yetiremem.”
22,23De ki: “Gerçek şu ki Allah'tan beni, Allah'tan tebliğler ve O'nun elçiliği görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O'nun astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada sonsuz; ebedi olarak kalıcıdırlar.
24Sonunda tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı yönünden en zayıf ve sayıca da daha az olduğunu hemen bileceklerdir.
25-28De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi tanıyacak ben bilmiyorum. Rabbim, bütün görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilendir. Ve de elçilerden seçip hoşnut olduğu kişi hariç, göstermediğine, duyurmadığına, sezdirmediğine, geçmişe, geleceğe hiçbir kimseyi bilgi sahibi yapmaz. Çünkü O, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun her tarafından gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır, her şeyi de sayısı ile saymıştır.”



16,17Ve eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik. Kim Rabbinin anılmasından/ Rabbinin öğüdünden; Kur’ân'dan mesafelenirse, O da onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.


Kur’an dinleyen "cinn" gurubunun yaptığı konuşma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 15. ayetle son bulmuştur. Ancak 16. ayetin başındaki " وvav" bağlacı, 1. ayetteki " انّه استمع ennehü’stemea..." üzerine atfedilmek suretiyle bu ayetlerin de ilk on beş ayetlik pasajın devamı olduğu kabul edilmiştir. Ancak biz bu görüşe katılmıyoruz. Dikkat edilirse 16. ayette "eğer onlar" diye üçüncü şahıs zamiri kullanılmış, açık isimler verilmemiştir. O halde öncelikle "onlar" zamiri ile kastedilenlerin kim olduklarını bulmak gerekir. Kanaatimiz "onlar"ın surenin 1–15. ayetlerindeki konuşmayı yapan "cinn" grubu olmadığıdır. Çünkü söz konusu edilen "cinn" grubu Kur’an dinleyerek imana gelmiş ve doğru yolu bulmuş kimselerdir. Oysa bu ayetlerde konu edilen "onlar", henüz doğru yolu bulamamışlardır.

Bize göre bu ayetler; Necm Cinn suresinden bir önceki sure olan A’râf suresindeki 179–188. ayetlerden oluşan paragrafın devamıdır.

16. ayetteki "Eğer onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette onlara, kendilerini saf hâle getirmek için bol bir su verirdik" ifadesinden, aslında insanların cennete girmelerinin istendiği ve doğru yola girdikleri takdirde kendilerine büyük fırsatlar verilerek yardım edileceği anlaşılmaktadır. Kur’an’da bu tarz özendirme mesajları veren birçok ayet vardır:

65Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve Allah'ın koruması altına girmiş olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık.
66Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân'ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! [Maide/65, 66]

2,3Artık sürelerinin sonuna vardıklarında onları örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde tutun yahut örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekilde onlardan ayrılın. Ve sizden adalet sahibi iki kişiyi şâhit tutun. Şâhitliği de Allah için ayakta tutun. İşte bu, Allah'a ve son güne inanan kimseye öğütlenendir. Ve kim Allah'ın koruması altına girerse, Allah ona bir çıkış yolu sağlar ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a işin sonucunu havale ederse, O ona yeter. Şüphesiz Allah, Kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, kesinlikle her şey için bir ölçü koymuştur, belirlemiştir. [Talak/2, 3]

5-12Nûh dedi ki: "Rabbim! Şüphesiz ben, toplumumu gece-gündüz/sürekli olarak davet ettim. Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı. Ve şüphesiz ben, onları, Senin onları bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe de kibirlendiler. Sonra şüphesiz ben onları yüksek sesle çağırdım. Sonra şüphesiz onlar için ilan ettim. Onlar için gizli gizli de söyledim. Sonra dedim ki": "Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Kesinlikle O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın. Size mallar ve oğullar ile yardımda bulunsun, sizin için bahçeler kılsın, ırmaklar kılsın.13Size ne oluyor ki, Allah için "ağır davranış"ı ummuyorsunuz? [Nuh/5–13]

96Ve eğer o kentlerin halkı inansalardı ve Allah'ın koruması altına girselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları yapıp durmakta olduklarına karşılık yakalayıverdik. [A’râf/96]

Ayetteki "bol bir su verirdik" ifadesi "bolluk, bereket verirdik" anlamındadır. Toprağın yetiştirdiği tüm ürünler için su her şeyin başında geldiğinden, "dünya malı, dünya nimeti" "bol bol su" ifadesi ile anlatılmıştır. Çünkü Arabistan gibi sıcak yörelerde, insanların geçimleri büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayalıdır ve böyle coğrafyaların insanı için "su", nimetlerin en önemlisidir. "Bol bol su" ifadesi ayrıca cennet ırmaklarından da kinayedir.

Ayette "kendilerini saf hâle getirmek için" diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali " ليفتنهمliyeftinehüm [onları fitnelendirelim diye]" şeklindedir. "Fitne" sözcüğünün "kıymetli bir madeni potada eritmek suretiyle cürufundan ayırıp saf hâle getirmek" demek olması sebebiyle, ifade bu şekilde çevrilmiştir.

Burada "bol su" şeklinde ifade edilen dünya nimetlerinin insanlar için bir fitne; arınma, saf hâle gelme aracı olduğu, Enfal/28,Teğabün/15, Ta Ha/131, Bakara/155, 156 ve Âl-i Imran 186’da da dile getirilmiştir.

Rabbimizin peygamberler dâhil tüm insanları niçin fitnelendirdiği ise şu ayetlerde açıklanmıştır:

2,3İnsanlar, denenmeden, "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de saflaştırılmaları için ateşlere/sıkıntılara sokmuştuk. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da kesinlikle bildirecektir. [Ankebut/2, 3]

20Biz, senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için saflaştırmak için sıkıntı malzemesi yaptık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir. [Furkan/20]

53Ve Biz, "Allah, aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu?!" desinler diye, onlardan bazısını bazısı ile böyle ateşlere sürükledik, imtihan ettik. Allah, kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenleri daha iyi bilen değil midir? [En’âm/53]

31Ve kesinlikle Biz, içinizden çaba gösterenleri ve sabredenleri bildirmemiz/ortaya çıkarmamız için sizi yıprandıracağız/denemeye tâbi tutacağız. Haberlerinizi de yıprandıracağız/denemeye tâbi tutacağız. [Muhammed/31]

164,165De ki: "Allah her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka Rabb mi arayayım?" Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünde gidenlerin yerine getirilenler yapan, verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. [En’âm/164, 165]

7Şüphesiz Biz yeryüzündeki, ona süs olan şeyleri insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini sınamamız için yaptık. [Kehf/7]

2O, hanginizin amelce daha iyi-güzel olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı oluşturdu. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır. [Mülk/2]

16. ayette geçen " الطّريقةet-tarikate [o yol]" sözcüğü marife [belirtili nesne] olduğundan bu sözcüğü "Hakk yol, doğru yol" olarak değerlendirmek gerekir.

Ayette geçen " صعودsaud" sözcüğü "yavaş yavaş artan şiddet, zorluk" [Lisanü’l-Arab; c:5, s:331-333] demektir. Bu sözcük, Allah’ın zikrinden uzak olanların sıkıntılarının sürekli, yavaş yavaş artırılacağını belirtmektedir. Burada konu edilen sıkıntıları sadece ahiret sıkıntısı olarak değil, dünyadaki sıkıntılar olarak da görmek gerekir. Nitekim aynı mesajı veren başka ayetlerden de bu sıkıntıların dünya sıkıntılarını da kapsadığı anlaşılmaktadır:

40Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenen şu kimselere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve/halat iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. 41Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz, zâlimleri işte böyle cezalandırırız. [A’raf/40, 41]

124-126Kim Benim anılmamdan/Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak kıyâmet günü toplantı alanına toplarız. O der ki: "Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak bu yere çıkardın?" Allah der ki: "Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun/cezalandırılıyorsun." [Ta Ha 124- 126]

165,166Ne zaman ki onlar kendisiyle hatırlatma yapılan şeyleri umursamadılar, Biz o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zâlimleri de hak yoldan çıkmalarından dolayı şiddetli/fakir düşüren bir azapla yakaladık. Ne zaman ki onlar kendisiyle yasaklandıkları şeyler konusunda büyüklendiler, Biz de onlara, "Aşağılık maymunlar olun!" dedik. [A’râf/165, 166]

18Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.

Burada Rabbimiz, insanlar tevhit ilkesinden sapmasınlar diye mescitlerde nasıl şirke bulaşabileceklerine işaret etmekte ve herkesi bu davranıştan men etmektedir.

MESCİTLER

"المساجد mesacid [mescitler]" sözcüğü "secde etme yeri" anlamındaki "mescid" sözcüğünün çoğuludur. Sözcük burada sadece Müslüman cami ve mescitlerini değil, Hıristiyan kiliseleri ve Yahudi havraları da dâhil, Allah’a ibadet edilen tüm ibadet yerlerini, Allah’ı tanıtan tüm eğitim, öğretim kurumlarını kapsamaktadır. Aslında evrenin tamamı secde yeri kılındığı için sözcükle tüm evrenin kastedildiğini düşünmek daha isabetlidir. Çünkü Rabbimiz, hiçbir yerde şirk koşulmasını, yapılan eğitim, öğretim ve diğer kulluk görevlerinde şirke bulaşılmasını istememektedir. Müslümanların yanlış olarak da olsa secdegâh edindikleri cami ve mescitlerde Rabbimizin bizleri men ettiği şirk konusuna daha da dikkat edilmesi gerekmektedir.

Mescitler Allah içindir

Mescitlerin Allah için olduğu, oralarda sadece tevhid eğitimin yapılması gerektiği, Hacc suresinde farklı bir ifade ile bildirilmiştir:

26-29Ve hani Biz bir zamanlar, "Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada haksızlığa baş kaldıranlar, Allah'ı birleyenler, boyun eğip teslimiyet gösterenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde, belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında ilâhiyat eğitim-öğretimi verileceğini duyur. Yürüyerek veya yorgun düşmüş binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/özgür evde/Ka‘be'de dolaşsınlar" diye, o evin/Ka‘be'nin yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– [Hacc/26- 29]

Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın!

Ayetin açık ve net hükmü gereği, mescitlerde sadece Allah’a dua edilmeli, sadece Allah’tan yardım dilenmeli, yönelmek şöyle dursun, bir başkasının adı bile kesinlikle anılmamalıdır.

Gelenekçiler çoğunlukla bu ayetin Yahudi ve Hıristiyanların Allah ile birlikte Musa’ya, İsa’ya, Meryem’e de dua etmelerine yönelik olduğunu söylemişler ve ayetteki mesajı kendi üzerlerine hiç almamışlardır. Bunlar, başta peygamberimizin türbeleşmiş kabrinin Medine’de, dünyanın ikinci büyüklükteki mescidinin içinde bulunduğunu; Eyüp Sultan, Hacı Bayram gibi birçok kişinin türbeleşmiş mezarlarının camilerde olduğunu; bu kişilerin camilerde gömülü olmalarından etkilenen saf kimselerin de bu kişilerin mezar taşlarına yüz sürüp onlardan medet umduklarını hep görmezden gelmişlerdir. Ayrıca camilerin içinde, hem de Kıble yönünde asılı olan Muhammed (as), Ebubekir, Ömer, Ali, Osman yazılı tabloların ne gereğinin olduğuna da hiç bakmamışlardır. Biz, yaygın bir davranış hâline gelmiş olmasına rağmen Rabbimizin "Allah ile birlikte herhangi birine yalvarmayın!" talimatı ile uyuşmadığını düşündüğümüz iki konuya burada değinmeyi bir görev addediyoruz. Bu iki konu, tahiyyat ve türbe konularıdır.

TEŞEHHÜD /TAHİYYAT

" تشهّدTeşehhüd" sözcüğünün sözlük anlamı "şahadet getirmek" demektir. Klasik anlayışa göre şehadetten maksat, "kelime-i şahadet" denilen "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü" cümlesinin söylenmesidir.
Yine klasik anlayışa göre terim olarak "teşehhüd", namaz kılarken "ka’de" denilen oturma bölümlerinde, içerisinde "kelime-i şahadet" cümlesinin de bulunduğu "Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü ..." cümlelerinin okunmasıdır.

Üzerinde durulması gereken konu, "Ettahiyyatü lillahi ve-s salavatü ..." diye başlayıp devam eden ve içerisinde "kelime-i şahadet" bulunan bu cümlelerin ne anlama geldiğidir.

"Tahiyyat" denilen metnin anlamı şudur:

"Tahiyyat [Dil ile yapılan kulluklar] ve salâvat [beden ile yapılan kulluklar] ve tayyibat [mal ile yapılan kulluklar] Allah içindir. Ey peygamber! Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun! Selâm, bizim ve Allah’ın salih kulları üzerine olsun. Şahadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şahadet ederim ki Muhammed Allah’ın resulüdür."

Bu noktada bir de "namaz"ın ne olduğunu hatırlamak gerekmektedir: Namaz (Tazarrulu dua); yalnız ve yalnız Allah’a yönelerek yapılan, sadece O’na niyaz edilen, bu niyazın da gönülden ve bedenle huşu içinde ifade edildiği bir ibadettir. Dolayısıyla niyazda Allah’ın yanında başka hiçbir şeye dua edilmez. Allah’tan başka hiçbir şey ve hiçbir kimse muhatap alınmaz, muhatap sadece Allah’tır. Peygamber de olsa niyaz içinde hiç kimse muhatap alınamaz, ona seslenilemez. Bütün bunlar, niyazın yerine getirilmesi zorunlu olan gereklerindendir. Zaten Rabbimiz de konumuz olan 18. ayetteki "Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın!" talimatı ile çok açık ve net olarak bunları emretmiştir.

İşin gerçeği ve olması lâzım geleni bu olmasına rağmen, namazlarında yukarıdaki "tahiyyat" metnini okuyan Müslümanlar, السّلام عليك ليّها النّبىّ Es-selâmü aleyke eyyühe’nnebiyyü [Sana selâm olsun ey peygamber!] demek suretiyle namazlarının içinde peygamberimizi muhatap almakta, sanki peygamberimiz karşılarındaymış gibi ona selâm vermektedirler. Allah her yerde ve her zaman hazır ve nazır olduğu için, her yerde ve her zaman O’nu anmamız normaldir. Ama ya peygamber? Ayrıca Allah ile sanki yüz yüze imiş gibi yapılan bir diyalogda peygamberin işi nedir?

Her Müslüman’ın Allah’a en yakın olduğu bir anda, niyazda iken en çok dikkat etmesi gereken şey; ağzından çıkanı kulağının duymasıdır, ne dediğini ne okuduğunu bilmesidir. Bu kural Arapça bilen için geçerli olduğu gibi, bilmeyen için de geçerlidir.

Bugünkü kitaplarda yer alan "tahiyyat" metni, hadis kitaplarına İbn-i Mes’ud kanalıyla geçen metindir. Bu metin, bazı ilâveler ve değişmelerle birlikte daha birçok rivayette yer almıştır. Ama maalesef hepsinde de "Esselâmü aleyke (Selâm sana ey peygamber!)" ibaresi vardır. Bu ibare, bu rivayetleri nakleden râvîlerin hiçbirinin konuya tevhit ve tazarrulu niyazın anlamı açısından yaklaşmadıklarını ve konunun dirayet eleştirisini yapmadıklarını göstermektedir.

Bazı yerlerde (meselâ Sünen-i Ebu Davud’da) bu ifade sözcük farklılıklarıyla Es-selâmü alennebiyyi [Peygambere selâm olsun!] şeklinde; peygamberimizin muhatap olarak değil de üçüncü şahıs olarak anıldığı bir ibareyle aktarılmıştır. Hadis kitaplarını şerh edenler, İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki hitabın peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık "Selâm sana" diyerek peygambere yönelinmediğini, "Allah Peygambere selâmet versin" dendiğini yazmışlardır. Ne var ki, bu da özrü kabahatinden büyük denebilecek bir açıklamadır.

Çünkü tazarrulu niyazda "tahiyyat" denilen ibarenin küçük değişikliklerle de olsa mutlaka okunduğu ifade edilirken peygamberimizin niyazlarında "peygambere selâm olsun" veya "Allah peygambere selâmet versin" dediğini kabul etmekte ve bu mantıksızlığı herkesin de kabul etmesini istemektedirler. Oysa bu hadis kitaplarının hepsinde "Rasülullah teşehhüdü gizli okurdu" diye yazmaktadır. Bu da demektir ki, hiç kimse peygamberimizin niyazlarında teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamıştır. Ama bu kaynaklar bu açmazlarını bir başka rivayetle aşmaya çalışmışlardır. Bu kaynaklara göre, konumuz olan teşehhüd o kişilere güya peygamberimiz tarafından, niyazlar dışında öğretilmiştir.

Bazıları da "Ettehiyyatü" metnine bir başka rivayetle kutsallık vermeye çalışmışlardır. Bu uydurma rivayete göre "Miraç" olayında Allah ile peygamberimiz arasında şu konuşma geçmiştir:

Peygamberimiz, Allah’ın huzuruna varınca selâm verir:

- Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibatü

Allah da peygamberimize:

- Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekatühü

Peygamberimiz sadece kendisinin esenlikte olmasına pek razı olmaz:

- Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin

Bu manzarayı izleyen Cebrail ve Melekler de:

- Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü, derler. [İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen daha sonraları, -başta tarikatlar tarafından olmak üzere- malumat adı altında dilden dile dolaşan yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde de yer almıştır. Örneğin: Said Nursi, Şualar, 6. Şua; Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Miraç ile ilgili ayrıntılar, 253. paragraf; İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l_Beyan, c:5, s:121]

Müslümanların bu hatası sadece namazdaki tahiyyatta kalmamıştır. Cuma günleri öğleyin, kandil gecelerinde ve cenaze ilânlarında okunan "salâ"da da aynı hatalar tekrarlanmaktadır. Her salâda "Essalâtü ve’sselâmü aleyke ya Rasülellah [Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın Elçisi!]" demek suretiyle, asırlarca evvel bu dünyadan göçüp gitmiş olan peygamberimize sanki sağ ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böyle yapmakla peygamberimize beşer olmasının ötesinde bir sıfat yakıştırılıp yakıştırılmadığı, bu durumun insanı şirke sürükleyip sürüklemediği çok iyi düşünülmelidir.

Sonuç olarak; bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd /tahiyyat okumak yanlıştır ve günahtır. Eğer bu sözler mutlaka okunacaksa, "esselâmü aleyke eyyühennebiyyü" bölümü "esselâmü alennebiyyi" şeklinde değiştirilerek okunmalıdır. Bu konuda tüm Müslümanların maalesef hata içinde olan atalarının arkasına sığınmaktan vazgeçerek birbirlerini ağızlarından çıkanları kulaklarının duyması konusunda uyarmaları ve bu bilince davet etmeleri gerekmektedir.

TÜRBELER

İnsanın bu dünyadaki esas varlığı ölümü ile biter ve geriye sadece toz-toprak olacak cesedi kalır. Toprak olacak cesedinin ve çürüyerek toprağa karışacak vücut maddelerinin hiçbir değeri yoktur. Zaten insan bedeni de yeryüzündeki kıymeti olmayan değişik maddelerin birleşmesinden oluşmuştur. Ölüm ile bedendeki can son bulunca, geriye kalan ceset de çirkinleşir. Nitekim Maide suresinin 31. ayetinde cansız beden [ceset] için "sev’at [çirkinlik]" sözcüğü kullanılmıştır. Dolayısıyla bu çirkinliğin kokuşup çevreye zarar vermeden ortadan kaldırılması gerekir. İşte, cesedin gömülmesi bu sebepledir.

Ölüm sonrası geride kalan cesedin maddî ve manevî herhangi bir değeri olmayınca, doğal olarak cesedin içine konulduğu kabrin de herhangi bir değerinin veya kutsiyetinin olması söz konusu değildir. Çünkü İslâm dini dirileri uyarmak için vardır, Kur’an dirileri uyarmak için inmiştir:

69,70Ve Biz o'na şiir öğretmedik. Bu o'nun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin üzerine Söz'ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân'dır. [Ya Sin 69, 70]

İslâm’da işin aslı bu iken ne yazık ki Müslümanlar, tıpkı İslâm öncesi cahil müşrik kitleler gibi bazı kimselerin kabirlerine kutsallık vermişler, bu kabirleri mabetlerin içinde, bitişiğinde veya başka yerlerde türbeleştirmişlerdir. Müslümanların böyle bir davranış içine girmelerinin sebebi, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, hadis kitaplarında yer alan ve peygamberimizin uygulamaları olduğu iddia edilen bazı rivayetlerdir. Oysa aynı hadis kitaplarında, peygamberimizin kabir ziyaretlerini önce yasakladığı ve bu yasağı ancak toplumda tevhit bilincinin geliştiğini gördüğü zaman, insanların dünyaya olan bağlılığını kıracağı ve onlara ölüm sonrasını hatırlatacağı düşüncesiyle kaldırdığı da yazılıdır. Bu durumda, süslü kabir meraklısı olan ve bu eğilimlerini peygamberimize isnat edilen rivayetlerden aldıklarını söyleyenlerin, peygamberimizin koyduğu kabir ziyareti yasağını hangi gerekçe ile kaldırdığını anlatan rivayetlerden haberi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu rivayetlerde, kabir ziyareti yasağının kalkması bu ziyaretlerin insanlara ibret olup ders vermesi özelliğine dayandırılmıştır. Buna göre, bütün mezarların yasağın kalkma gerekçesine uygun olarak ibret verici bir yapıda olmaları gerekmektedir. Kabirlerin bu amaca hizmet edebilmesi ancak sade ve harap görünmeleri ile mümkündür. Beton ve mermerden yapılmış şatafatlı kabirler insanlara ders ve ibret duygusu vermediklerinden, bize göre çirkin/mekruh sayılmalıdırlar.

Kur’an dışı bir konuda tevhit ilkesine aykırı davranışları peygamberimize isnat edilen rivayetlerle açıklayan; buna karşılık yukarıda sözünü ettiğimiz kabir yasağı ve bu yasağın kaldırılmasına dair rivayetleri ise görmezden gelen bazıları, bu yanlışlığı zaman içinde aşırılık boyutuna vardırmışlardır. Memleketimizin dört bir yanında olduğu gibi, diğer ülkelerde de yüzlerce örnek sergileyen bu zihniyet, binlerce sene evvel yaşamış kimselere kabirler tahsis etmiş, bu kabirlerin yanına mescitler/camiler inşa etmek suretiyle bu kişileri ve mezarlarını kutsallaştırmış, hatta bazı kabirleri altınla kaplamıştır. Bazı kişiler ise mescit/cami içine veya kenarına gömülerek "evliya" diye vasıflandırılmıştır. Ne yazık ki, cahil kitleler bu mezarlarda yattığı kabul edilen kişileri Allah ile aralarında şefaatçi yapmak suretiyle o mezarlara yüz sürmekte, orada yatanlardan medet ummakta, böylece imanlarını kirletmektedirler. Bu çirkin davranışlarda bulunanlar ve bu davranışları onaylayanlar kendilerine dayanak olarak yine uydurulmuş hadisleri göstermekte, bu hadisler arasında yer alan ve peygamberimizin kabirleri kendilerine mescit edinen Yahudi ve Hıristiyanlara lânet ettiğine dair olan bir hadisi [Buhari/Kitabü’l-Libas, 19. Bab, 33 numaralı; Kitabü’l-Cenaiz, 61. Bab 86 numaralı ve 96. Bab 144 numaralı hadis] ise hiç dikkate almamaktadırlar. Dikkate alanlar ise hadisi ana konusunda değil, peygamberimizin hastalığı anında üzerindeki battaniyeyi yüzüne bir örtüp bir açması sebebiyle battaniye örtmenin bir sakıncası olmayacağına mesnet olarak ele almışlardır.

Bize göre, dinle hiç alâkası olmayan uygulamalara din kisvesi giydirenlerin dikkate almaları gereken bir diğer hadise [Sahih-i Buhari, Kitabü-s Salat, 48. Bab’ta yer alan 74 numaralı hadis] göre peygamberimiz, Habeşistan’da, içinde tasvirler bulunan bir kilise ile ilgili olarak şöyle demiştir: "İşte onlar kıyamet gününde Allah katında halkın en şerlileridir." Ama manzaraya bakıldığında, Allah’ın gönderdiği kılavuz yerine hadis adıyla uydurulmuş rivayetlere sarılanların, işlerine gelmediği zaman bu rivayetlere de kulak asmadıkları görülmektedir.

Biz, mescit/cami içlerinde veya kenarlarında bulunan kabir ve türbelerin tevhidi zedeleyici davranışlara sebep olduğu görüşündeyiz. Gerek peygamberimizin kabrini, gerekse halk arasında "evliya" olarak şöhret bulmuş Eyüp Sultan, Mevlâna (!), Telli Baba ve benzeri kişilerin mezarlarını ziyaret ederek Allah’tan bu kişiler hürmetine yardım istemek, bu kişilerin şefaatini ummak, İslâm’a göre şirk olan davranışlardır. Bu sebeple ya mescitlerin kabirlerden uzaklaştırılması, ya da kabirlerin mescit kenarlarından uzaklara taşınması gerekmektedir.

Her konuda olduğu gibi kabirler ve ölüler konusunda da bizi felâketten [şirkten] kurtaracak bilgiler Rabbimiz tarafından Kur’an’da verilmiştir:

20,21Ve onların Allah'ın astlarından yakardıkları şeyler herhangi bir şey oluşturamazlar, kendileri oluşturulmuşlardır, ölülerdir, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerini de tam bilemezler. [Nahl/20, 21]

13,14Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O'nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez. [Fatır/13, 14]

22Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. 23Sen sadece bir uyarıcısın. [Fatır/22]

19Ve şu bir gerçek ki Allah'ın kulu/ Peygamber O'na çağırarak ayaklandığı/ harekete geçtiği zaman o yabancılardan bir grup o'nun çevresinde neredeyse kenetlenecekler.

Yüce Allah elçisine ve müminlere müjdeler; gelecekte olacak iyi gelişmeleri bildiriyor: "Allah’ın kulu [Peygamber] O’na çağırarak ayaklandığı [harekete geçtiği] zaman onlar [cinnden bir grup] onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar [kenetlenecekler]."

Bu ayeti doğru anlamak, "كاد يكونون kade yekününe [neredeyse olacaklar]" ifadesi ile bildirilen davranışı kimin yaptığını doğru tespit etmeye bağlıdır. Bize göre bu fiilin gizli öznesi, surenin başında zikredilmiş olan "cinnden bir gurup"tur. Bu durumda ayetten peygamberimize şu bilginin vahyedildiği anlaşılmaktadır: Kur’an’ı dinlemiş, anlamış ve iman etmiş olarak memleketlerine dönen "cinn" [yabancılar] grubu, bu vahyi kendilerine tebliğ eden peygamberimizin Allah’a davet ederek harekete geçmesi durumunda onun çevresinde keçe gibi kenetlenecekler ve ona yardım edeceklerdir. Nitekim ayette bildirilenler aynen gerçekleşmiş ve bu bir avuç yabancı daha sonra Ensar diye anılan saygın sahabeler olmuşlardır.

Ayette geçen ve öznesi peygamberimiz olan "قام kame" fiili "kalkmak" demektir. Ama bu kalkış "otururken ayağa kalkma" veya "namazda ayakta durma" manasında olmayıp "kıyam etme, haksızlığa baş kaldırma" anlamındadır. Gerçekte de peygamberimiz ayetteki "kame" sözcüğünün "kıyam" anlamına uygun bir tarzda haksızlığa baş kaldırmış ve Kâbe’yi haksızlığa baş kaldırma merkezi yapmıştır.

Bu "başkaldırma" ifadesi "Ashab-ı Kehf" için de kullanılmıştır:

* Ve Biz onlar ayaklanıp da: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma-sapan konuşmuş oluruz. Şunlar, Allah'ın astlarından ilâhlar edinen bizim toplumumuzdur. Edindikleri ilâhlara dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir?" dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık. [Kehf/14,15]


20De ki: “Ben kesinlikle Rabbime dua ederim ve hiçbir şeyi de O'na ortak koşmam.”

21De ki: “Şüphesiz ben, sizi bir zarara ve iyiliğe, kötülüğe, güzele, doğruya götürmeye güç yetiremem.”

20, 21. ayetlerle insanlara bir tevhit dersi verilmektedir. Şöyle ki: Peygamberimizin kimseye bir zarara veya reşada güç yetiremeyeceği, yani kişilerin zarara uğramalarında yahut iyilik bulmalarında peygamberimizin bir rolünün olmadığı, bizzat peygamberimizin ağzından duyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, insanları doğruya kılavuzlamak elçiye ait bir görev değildir. Bu görev elçinin getirdiği mesaja aittir.

22,23De ki: “Gerçek şu ki Allah'tan beni, Allah'tan tebliğler ve O'nun elçiliği görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O'nun astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah'a ve O'nun Elçisi'ne karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada sonsuz; ebedi olarak kalıcıdırlar.



Klâsik kaynakların hepsi de Mekkeli kodamanların tevhit çağrısı yapan peygamberimize geldikleri ve ona "Sen büyük ve riskli bir işe soyundun, böylece herkesin düşmanlığını kazandın. Gel bu işten vazgeç! Biz sana hem yardım ederiz, hem de seni koruruz" dediklerini kaydetmişlerdir. Yukarıdaki ayetler Mekke müşriklerinin bu teklifleri üzerine inmiştir.

Peygamberimizin elçilik [tebliğ ve tebyîn] görevlerini yerine getirmekten başka bir rolünün olmadığı ve ancak bu görevi yaptığı takdirde kendisini kurtarabileceği yönündeki ifade, peygamberimizin kimseye zarar ve reşada güç yetiremeyeceğini bildiren 21. ayetteki ifadenin teyidi mahiyetindedir.

23. ayette Allah’ın astlarından bir sığınak bulunamayacağı bildirilerek tevhit ilkesi vurgulandıktan sonra, Allah ve elçisine karşı çıkanların ebediyen kalmak üzere cehenneme gönderilecekleri bildirilmiştir. "Allah’a ve elçisine karşı çıkmak" ifadesinden "لمم lemem" denilen basit hatalar ve bilmeden işlenmiş suçlar anlaşılmamalıdır. Bu ifade ile kastedilen, "Allah’a ve elçisine savaş açmak"tır. Zaten Allah’a ve elçisine karşı çıkmaya uygun görülen ceza da, affedilmeyeceği bildirilen şirk ve küfür suçlarına verilecek ceza ile aynıdır. Bu ceza "cehennem ateşi" ve "cehennemde ebediyen kalmak"tır.


24Sonunda tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcı yönünden en zayıf ve sayıca da daha az olduğunu hemen bileceklerdir.


Bu ayet, Allah’ın elçisine "Gel bu davadan vazgeç!" şeklinde üstü kapalı tehditler savuran Mekke kodamanlarına bir uyarı mesajıdır. Tehdit edildikleri şeyi gördükleri zaman, yardımcı yönünden kimin en zayıf ve sayıca daha az olduğunu hemen bilecekler ama iş işten geçmiş olacaktır. Malları, askerleri ve çevreleri hiçbir işe yaramayacaktır.

Burada müşriklerin sadece ahiretteki ceza ile tehdit edildiklerini düşünmek bize göre mesajın eksik anlaşılması demektir. Onların bu dünyada karşılaşacakları hezimetler, rezillikler de bu tehdit kapsamındadır. Nitekim bu inkarcılar Bedir Savaşında sayıları ve imkânları itibariyle kendilerinden kat kat az olan Müslümanlar karşısında perişan olmuşlardır.


25-28De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi tanıyacak ben bilmiyorum. Rabbim, bütün görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilendir. Ve de elçilerden seçip hoşnut olduğu kişi hariç, göstermediğine, duyurmadığına, sezdirmediğine, geçmişe, geleceğe hiçbir kimseyi bilgi sahibi yapmaz. Çünkü O, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun her tarafından gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır, her şeyi de sayısı ile saymıştır.”


Bu ayet grubunda tevhit ilkeleri ön plânda olmak üzere Allah-elçi-vahy ilişkisine değinilmiş, ayrıca gaybe ait bilgilerin Allah katında olduğu, Allah’ın bu bilgilerden bazılarını ancak kendi seçtiği ve hoşnut olduğu elçilerine vahyederek öğrettiği, bunun dışında kimsenin gaybe dair bir şey bilemeyeceği ve Allah’ın hem vahyini hem de elçilerini koruduğu açıklanmıştır.
Ayrı bir necm olan bu ayet grubu, "De ki" ifadesiyle başladığı için, o tarihte yaşanmış bir olaya cevap niteliğindedir. Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre, söz konusu olay, 22. ve 23. ayetlerin tebliğinden sonra Mekke ileri gelenlerinden Nadr b. El-Haris’in peygamberimize gelerek küstahça "Bu bizi tehdit ettiğin şey ne zaman gelecek?" diye sormasıdır. Nadr, yönelttiği soruyla bu tehditlere inanmadığını ve inanmayacağını belirterek bir bakıma vahye kafa tutmaya kalkışmıştır. Bu ayet gurubunun "O tehdit olunduğunuz ..." diye başlamasının sebebi, klâsik kaynaklarda bu olayla açıklanmıştır.

Bu ayetin bir benzeri de Enbiya suresinde yer almıştır:

109-111Buna rağmen eğer yüz çevirirlerse: "Size dosdoğru/eşit/tarafsız olarak açıkladım ve tehdit olunduğunuz şey yakın mı, uzak mı bilmiyorum. Şüphesiz Allah, sözden açığa vurulanı bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir. Ve ‘Belki bu gecikme sizi denemek ve bir süreye kadar yararlandırmak içindir’ ben bilmiyorum" de. [Enbiya/109- 111]

ALLAH’IN RAZI OLDUĞU PEYGAMBERLERE "GAYB"İ BİLDİRMESİ:

Rabbimizin bazı gayb haberlerini, seçtiği ve kendilerinden razı olduğu elçilere bildireceği bu ayetlerden başka ayetlerde de bildirilmiştir:

179Allah, murdar olanı temiz olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir. Allah sizleri görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen, geçmiş, gelecek üzerine bilgilenen biri yapacak da değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah'a ve Elçisi'ne iman edin. Ve eğer iman eder ve Allah'ın koruması altına girerseniz, işte o zaman sizin için çok büyük bir karşılık vardır. [Âl-i Imran/179]

86,87Ya‘kûb dedi ki: "Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah'a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin, kesinlikle kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumundan başkası Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez." [Yusuf/86, 87]

Yüce Allah Medine’de geçen konuşmaları nasıl bu surede peygamberimize vahyederek bildirmiş ise, dilediği bazı gayb haberlerini de elçilerine o şekilde vahyederek bildirmiştir. Rabbimizin bildirdiği bu haberler, elçilerin daha önce bilmediği haberlerdir. Elçiler de görevleri gereği, kendilerine vahyedilen haberleri Allah’ın mesajı olarak insanlığa iletirler. Bunun böyle olduğunu gösteren Kur’an’da daha birçok ayet vardır:

44İşte bu, algılama imkânının olmadığı, geçmişin önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir. Ve Meryem'e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar tartışırlarken de sen yanlarında değildin. [Âl-i Imran/44]

49İşte Nûh ile ilgili anlatılanlar, sana vahyettiğimiz görülmeyenin, duyulmayanın, sezilmeyenin haberlerindendir. Bunları sen ve toplumun bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah'ın koruması altına girmiş olan kişilerindir. [Hud/49]

102İşte bu, sana vahyettiğimiz görmediğinin, duymadığının, bilmediğinin haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip kötü plân yaparlarken sen onların yanında değildin. [Yusuf/102]

44Ve Mûsâ'ya o emri gerçekleştirdiğimiz sırada sen batı yönünde değildin. Hazır bulunanlardan, görenlerden de değildin.
45Ama Biz nice nesiller var ettik de, onların ömürleri uzadıkça uzadı. Sen onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; Fakat Biz elçi gönderenleriz.
46,47Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tûr'un yanında da değildin. Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/peygamber gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, "Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak" diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak... orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik. [Kasas/44–47]

49-51Ve o'nu İsrâîloğulları'na; ‘Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir alâmet /gösterge getirdim/gösterge ile geldim; şüphesiz ben, sizin için, çamurdan; kilden; seramikten kuş şekli gibi bir şey; "buhurdan (tütsülük") tasarlarım. Sonra onun içine üflerim; aerosol oluştururum da Allah'ın izniyle hastalık yapan şeyler kuş oluverir/uçar gider. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, sosyal ölüleri Allah'ın izniyle diriltirim. Yiyeceklerinizi ve evlerinizde zahire yapacaklarınızı; biriktirip sonra yiyeceklerinizi size haber veririm. -Eğer inananlarsanız bunda sizin için kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır.- Tevrât'tan sadece İncîl'de yer alanları doğrulayıcıyım. Size yasaklanmış olanların bir kısmını serbest edeceğim. Rabbinizden bir alâmet/gösterge de getirdim size. Artık Allah'ın koruması altına girin ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, benim Rabbimdir ve sizin Rabbinizdir. Onun için O'na kulluk edin! İşte bu, doğru yoldur’ diye bir elçi yapacak" demişlerdi. [Âl-i Imran/49-51]

Allah’ın, razı olduğu elçilerine gelecekteki olayların görüntülerini görme ve bu görüntüleri tevil etme ayrıcalığı tanımak suretiyle gaybi bildirdiğine dair de örnekler vardır. Meselâ Yüce Allah Yusuf peygambere "Ehadisin tevilini" öğretmiş, Yusuf peygamber de bu sayede zindan arkadaşlarının gördükleri görüntüleri ve hükümdarın gördüğü görüntüyü doğru açıklamıştır. Başka bir ifade ile Yusuf peygamber, Allah’ın kendisine öğrettikleri ile geleceğe ait görüntüleri tevil etmiş ve o görüntülerin neleri ifade ettiğini bilmiştir. Bu olayların ayrıntıları Yusuf suresinin 36-49. ayetlerindedir.

Allah’ın geleceğe ait görüntüleri göstermek suretiyle gaybten bilgi vermesinin bir örneği de peygamberimizle ilgilidir. Fetih suresinin 27. ayetinden anlaşıldığına göre, Rabbimiz, Mekke’yi fethedeceğinin görüntülerini peygamberimize önceden göstermiştir. Böylece peygamberimiz, gayb haberi mahiyetinde olan bu görüntüler sayesinde fethi önceden bilmiştir:

27Andolsun ki Allah, Elçisi'ne o görüntüyü; "Siz, Allah dilerse kesinlikle, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz" vizyonunu hak ile doğru çıkardı. Öyleyse Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da size bundan ast/yakın bir fetih kıldı. [Fetih/27]

Allah’ın Kur’an’daki bu açıklamalarına rağmen bazı gafiller peygamberimizin "gayb"i bildiğine dair kitaplar yazmışlar, bazıları da yazılan kitaplardan derlemeler yapmışlardır. Ama yukarıdaki ayetlerle de sabittir ki, Kur’an’da bildirilenler haricinde peygamberimize izafe edilen "gayb"i bilme haberlerinin tümü yalan ve uydurmadır.

Allah’ın mesajında yer alan bunca ayete rağmen hâlâ peygamberimizin gaybi bildiğini iddia eden ve bu asılsız iddiaya inanan insanlar, bize göre ya Kur’an okumamışlardır veya okudukları hâlde yukarıdaki ayetlere itibar etmemektedirler. Bu insanlar Allah’ın bahşettiği ve insan olma ayrıcalığının yegâne göstergesi olan akıllarını biraz işletseler Allah’ın cehennem vaadine muhatap olmaktan kolayca kurtulabilirler.

25-28. ayetler grubundaki "Çünkü O, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun her tarafından gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır, her şeyi de sayısı ile saymıştır."" ifadesiyle, Allah’ın emir ve vahiyleri kuşattığı, O’nun ilminin dışında bir şeyin olmadığı açıklanmıştır. Bu husus En’âm suresinde daha ayrıntılı olarak verilmiştir:

59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. [En’âm/59]

Allah’ın vahyini ve elçisini koruduğu hususu ise farklı zamanlarda farklı ifadelerle tekrarlanmıştır:

9Hiç kuşkusuz Biz, o Öğüt'ü/Kur’ân'ı Biz indirdik, Biz. Ve kesinlikle Biz, onun için koruyucularız. [Hicr/9]

67Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez. [Maide/67]

44-47Eğer Elçi/Muhammed, bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle O'ndan tüm gücünü alırdık. Sonra O'ndan can damarını kesinlikle keserdik. Artık sizden hiç biriniz O'na siper de olamazdınız. [Hakkah/44–47]

52-54Ve Biz, senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah, şeytanın/İblis'in attığı şeyleri giderir. Sonra da Allah,
şeytanın bıraktığını, kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk ve kalpleri kaskatı olan kimseler için dinden çıkarmak için, –şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar da kesinlikle uzak bir ayrılık içindedirler–,
kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler, Kur’ân'ın şüphesiz Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler de ona iman etsinler, sonra da kalpleri ona saygı duysun diye âyetlerini güçlendirir, korur. Ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasalar koyan, güçlendirendir. Ve şüphesiz Allah, iman eden kimseleri dosdoğru yola kılavuzlayandır. [Hacc/52- 54]*




122 Mescid; secede, yescüdü fiilinin mimli mastarı [mekân ismi] olup, “secde edilen/ettirtilen yer” demektir ki bunun, bugün kılınan namazlardaki secde yeri ile alâkası yoktur. Bu; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin ikna edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer”; kısaca “eğitim-öğretim, ikna alanı” demektir.






*İşte Kuran, Cin Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim